Emperyalist savaş 1945’de sona erdiğinde, dünya birçok bakımdan artık eski dünya değildi; değişime uğramıştı, bu değişim, kısaca üç başlık altında toplanabilir: Birincisi, Doğu Avrupa’nın bir çok ülkesinde devrimlerin gerçekleşmesi ve bir sosyalist bloğun ortaya çıkması; ikincisi, Eski sömürgeciliğin çözülmesi, yeni ulus devletlerin ortaya çıkması, bu devletlerle emperyalist güçler arasında yeni bağımlılık ilişkilerinin oluşması, kapitalizme eklemlenen bu ülkelerle birlikte kapitalist pazarın genişlemesi ve sömürgelerde siyasal kurtuluş mücadelesinin toplumsal kurtuluş mücadelesiyle birleşme eğiliminin güçlenmesi; üçüncüsü; emperyalist devletler arasındaki güç dengelerinin köklü bir biçimde değişmesi, kapitalizmin bu değişen güç dengesi altında yeniden örgütlenmesi.
Savaş sonrası dünyaya yön veren, bu üç etkenin her birinin savaşın bitimindeki durumu ve konumu kısaca şöyle özetlenebilir:
1- Sovyetler Birliği, savaştan (Alman saldırısından) zaferle ve büyüyerek çıktı. 1918 sonrasında Alman işgali altında oldukları için birliğin dışında kalan Baltık ülkeleri Estonya, Letonya ve Litvanya birliğe katıldılar. Kursk zaferinden sonra Avrupa içine doğru yürüyen Kızıl ordu, ABD’nin müdahalesiyle ancak Berlin önlerinde durdurulabildi. Kızıl Ordu ilerleyişi sırasında girdiği birçok Doğu Avrupa ülkesinde partizan hareketleriyle birleşerek bu ülkelerin kapitalist sistem dışına çıkmasına yardımcı oldu. Avrupa’nın önemli bir kısmı -Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Arnavutluk, Yugoslavya, Demokratik Almanya- artık emperyalist-kapitalist sistemin dışındaydı.
Ne var ki Sovyetler Birliği savaştan en çok zarar gören ülkelerin başında geliyordu. Savaşta 7,5 milyonu kızıl ordu mensubu olmak üzere 20 milyon yurttaşını kaybetmişti. Savaş sırasında askeri alanda sağlanan gelişmeye karşın, ekonomi alanında tam bir çöküntü yaşanıyordu. Sanayi ve tarımsal alt yapı, ulaşım sistemi (demir yolları, yollar, köprüler) tahrip olmuş, ülke yeniden açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı; savaş sonrasında bile birçok temel tüketim maddesi karneye bağlanmıştı. Savaştan sonra askeri alanda bir dizi düzenlemeler yapıldı, Kızıl Ordunun mevcudu düşürülürken, deniz, hava ve kara kuvvetleri, yeni teknolojilerle modernize edildi. Asıl zorluk, çöküş halindeki sanayi ve tarımın yeniden ayağa kaldırılması idi. Ayrıca Sovyetler Birliği, yeni sosyalist ülkelerin yıkık ekonomilerinin ayağa kalması için de onlara yardım yapmak zorundaydı. Bu ülkelerde işçi sınıfı ve komünist hareket birçok sorunla yüz yüzeydi. Komünist partilerle diğer partiler arasında savaş sırasında kurulan ittifaklar sosyalist kuruculuğun önündeki devasa görevleri çözmek için yeterince sağlam değildi. Sovyetler Birliği, bu ülkelerde savaş sırasında Kızıl Ordunun üstlendiği göreve benzer bir görevi savaş sonrasında üstlenmek durumundaydı. Avrupa’da emperyalist devletlerin uğraşmak zorunda olduğu dev ekonomik ve siyasi sorunlar, Sovyetler Birliği ve genç devrimlerin işini kolaylaştırıyor gibi görünse de de Emperyalist kampta liderliği ele geçiren ABD’nin, Kızıl Ordunun önünü kesmekte gösterdiği çaba, daha savaşın bitiminde sosyalist ülkelere yönelik bir ablukanın kapıda olduğuna işaret ediyordu.
Kısaca Sovyetler Birliği 1918-21 iç savaş sonrasındaki toplumsal seferberlikten daha zorlu bir toplumsal seferberlikle yüz yüzeydi. 1945-50 arasında sürdürülen bu devasa seferberlik sonucu, Sovyet ekonomisi ancak 1950’de savaş öncesi düzeyi yakalayabildi. Askeri ve ekonomik alanda sağlanan bu gelişmeyi Molotof şöyle değerlendiriyordu; “SCCB artık dünyanın en kuvvetli ülkelerinden biridir. Artık uluslararası ilişkilerde hiçbir ciddi sorun, SCCB’siz sonuca bağlanamaz.” Savaş sonrası iki sistem arasında oluşan güç dengesine işaret eden Molotof’un bu açıklaması hem bir tespit, hem de gelecekteki statükocu politikaların ipuçlarını veriyordu.
2- Savaş sonrasında eski sömürgecilik sisteminin çözülme süreci de hızlandı. Ancak bu, emperyalist egemenliğin otomatik olarak çözüldüğü ya da zayıfladığı anlarına gelmiyordu. Bu çözülüş, bağımsızlığını kazanan ülkelerde, anti-kapitalist, devrimci mücadelenin yükselmesi biçiminde bir eğilimi içinde barındırıyor olsa bile, kapitalist ilişkilerin gelişerek emperyalist egemenliğin güçlenmesi biçiminde daha güçlü bir karşı eğilimi de bağrında taşıyordu. Bu iki eğilim de politik bağımsızlığını kazanan bu ülkelerin mevcut toplumsal yapıları tarafından koşullanıyor ve besleniyordu. Kapitalizmin nispi olarak geliştiği, işçi sınıfının köylülük üzerinde hegemonya olanaklarının oluştuğu Çin, Hindistan vb. ülkelerde birinci eğilim öne çıkarken kapitalizmin henüz yeni yeni geliştiği ve bunun sonucu olarak da hegemonyanın burjuva ya da küçük burjuvazide olduğu ülkelerde ise, ikinci eğilim baskındı.
Bu ülkelerde emperyalist egemenliğin yaygınlaşarak güçlenmesine yol açan en önemli etken, sürece emperyalist müdahaleyi olanaklı kılan bu ülkelerdeki kapitalist yapıdır. Bu yapı; emperyalist burjuvaziyle, yeni gelişmekte olan yerli burjuvazi ve küçük burjuvazinin, işçi sınıfı ve yoksul köylülük karşısındaki ortak sınıf çıkarlarının birliğinin dayanağı olduğu gibi, yeni bağımlılık ilişkisinin de temelidir. Mücadelenin başlangıcında emperyalist egemenliğe karşıymış gibi görünen süreç, burjuva ve küçük burjuva unsurların harekete egemen olduğu her yerde, bütün anti-emperyalist özünden arınarak, sonuçta kendi doğasının gerektirdiği dönüşüme uğrayarak emperyalist bağımlılıkla sonuçlandı. Burada uğruna savaşılan politik bağımsızlık, emperyalist bağımlılığın bir ödülü gibidir. Esasında politik bağımsızlık, emperyalist egemenliği zedeleyen bir olgu değil, tersine bu bağımlılığın oluşmasını sağlayan temel koşuldur da. Çünkü emperyalist bağımlılık, eski sömürgecilikten farklı olarak (eski sömürgecilik ülkelerin zor yoluyla fethedilmesi ve bu zora dayanarak yönetilmesi ve yağmalanmasına dayandığından, bunun politik bağımsızlıkla bir arada olması olanaksızdı) kapitalist ilişkiler temeline dayanan sadece zorun değil, (esas olarak da zorun değil) sınıf çıkarlarının koşullandırdığı bir ilişkidir ve doğal olarak bu ilişki politik bağımsızlığı dışlamaz, tersine içerir. ABD başkanı Wilson’un 1918’de açıkladığı Wilson prensipleri diye bilinen 14 maddenin içinde “ulusların kaderini kendilerinin tayin hakkının yer alması, tamamen politik bağımsızlığın tanınması çerçevesindedir. Ve ABD’nin 1923’te oluşturduğu Monroe doktrini deneyimine dayanmaktadır.*
3- Savaşın mağlupları, Almanya, İtalya ve Japonya savaşta gördükleri tahribat ve galiplerin dayattığı vesayet koşullarıyla bir kez daha emperyalist güç denkleminin dışına çıkarıldılar. Sadece sömürgeleri ellerinden alınmakla yetinilmedi, her üç devlet de galiplerin, yani ABD, İngiltere ve Fransa’nın işgali altındaydı. Almanya tüm kazanımlarını kaybettiği gibi kendi toprağının bir bölümünü de (Silezya ve Doğu Prusya) kaybetmişti. Doğu Almanya’da kurulan Demokratik Almanya Cumhuriyeti kapitalist sistemin dışına çıkarken, geri kalan topraklar üzerinde kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti içinde dört devlete (ABD, SCCB, İngiltere, Fransa) ait dört işgal bölgesi oluşturuldu. Savaşta ayakta kalan Alman sanayii, müttefiklerin 1943-1945 ağır bombardımanlarıyla tahrip edildi. Tahripten kurtulan tesisler ise sökülerek ilgili ülkelere taşındı. Bu ağır tahribatın sonucunda Alman ulusal geliri ve sanayi verimi 1935’teki düzeyin üçte birine geriledi.
Japonya’nın durumu da Almanya’dan farksızdı. Ülke işgal altındaydı ve sanayisi tahrip edilmişti. 1946’da Japon ulusal geliri 1936’daki düzeyin yarısından biraz fazlaydı, ihracatı 1934’tekinin % 8’i, ithalatı ise % 18’i kadardı.
İtalya ise, 1943’te yenilgiyi kabul edip taraf değiştirmesine rağmen Almanya ve Japonya’nın uğradığı akıbetten kurtulamadı. Onun da ekonomisi çökertilmişti. Üstelik Savaş öncesinde bile Almanya ve Japonya’dan daha zayıf bir ekonomiye sahip olduğu için durumu daha da kötüydü. 1945’te İtalya’nın ulusal geliri 1911’deki ulusal gelirine eşitti. Her üç devletin, galip devletlerin koyduğu ticaret kısıtlamaları bir yana, ithalat ver ihracatları durma noktasındaydı. İşsizlik ve enflasyon insan yaşamını tehdit eder düzeydeydi.
Savaş öncesinde bu üç devleti birleştiren emperyalist kader ilginç bir biçimde savaş sonrası karşı karşıya oldukları kaderle kesişiyordu. Her üçü de işgal altındaydı, üçünün sanayisi de tahrip edilmişti ve üçü de yeniden toparlanmak için ABD mali yardımına muhtaçtı.
Savaşın galipleri İngiltere ve Fransa’nın durumu da birçok bakımdan savaşın mağluplarıyla benzerdi. Almanya’da bir işgal bölgesine sahip olan Fransa; BM güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik elde etmişti ve eski sömürgelerinin bir kısmını koruyordu. Suriye ve Lübnan’da denetimi kaybetmiş olsa da Çin Hindi, Tunus, Cezayir ve Fas’ta denetimi elinde tutuyordu, bu haliyle bile dünyanın ikinci büyük sömürgeci gücüydü. Ancak savaş sonrasında Fransa bu durumunu koruyabilecek bir ekonomik güce sahip değildi. Savaştan en büyük kayba uğrayan galip devletti. Almanya’nın savaş bitiminde yaşadığı yıkıma, Fransa savaşın başında Almanya tarafından uğratılmıştı. Fransa’nın ulusal geliri 1938’in yarısına düşmüştü. Döviz stokları tükenmişti ve 1929 bunalımından sonra altına endeksli tek para birimi olan Frank uluslararası kambiyolarda işlem göremez durumdaydı. İthalat-ihracatın durumu da Almanya’dan farklı değildi, durma noktasındaydı.
Bütün bunlara rağmen Fransa’nın tek önemli avantajı Avrupa’da; İtalya ve Almanya’dan boşalan yeri dolduracak ve Sovyetler Birliğine karşı Avrupa’da emperyalist politikayı yürütecek yegâne büyük güç olmasıydı. Bu da onun ABD ve İngiltere’nin desteğinden cömertçe yararlanmasını ve savaş sonrası emperyalist düzende önemli bir güç olarak dâhil edilmesini sağlıyordu.
İngiltere, savaşın yıkıcı etkilerinden Fransa kadar etkilenmemişti, sanayi alt yapısı hâlâ güçlüydü. Savaş sonrası görünümde dünyanın en büyük sömürgeci devleti olmaya devam ediyordu.
İngiltere, savaş sonrasında sadece eski sömürgelerini korumakla kalmamış; aynı zamanda Almanya ve İtalya’dan aldığı yeni sömürgelerle tam bir “sömürge imparatorluğu” görünümü kazanmıştı. Bu sömürgeci varlığıyla orantılı olmasa da askeri gücünü hâlâ koruyordu. İngiliz kara ve hava üsleri kuzey Afrika’ya, İtalya, Almanya ve Güney Asya’ya yayılmış durumdaydı. İngiltere’nin savaş sonrası ekonomisi ise, bu görüntüyle tam bir çelişki içindeydi. İhracat önemli ölçüde düşmüştü. 1938’in ancak yüzde 31’i kadardı. Ekonomik durum açısından savaşın mağlup devletleri İtalya, Almanya ve Japonya’dan farkı, savaştan çok az zarar görmüş bir sanayi tabanına sahip olmasıydı. Benzerliği ise, bütün diğer ülkeler gibi, ABD mali yardımına muhtaç olmasıydı. Bu ihtiyaç, sömürgelerin elde tutulması yüzünden miktar olarak büyük olduğu gibi, can alıcıydı. Savaş sonrasında İngiltere’nin içinde bulunduğu durumu Keynes 1945’te şöyle ifade ediyordu: Gerçekte ABD yardımı olmazsa “savaş sırasında hiçbir zaman yapmadığımız kadar kemerleri sıkmak gerekecek” (- Paul Kennedy – Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü- İş Bankası Yay. –s.438)
İngiltere hem ekonomik alanda hem de sömürgelerdeki bu ağır durumla baş edebilmek için politikasında önemli değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Değişiklik 1945’te İşçi Partisi iktidarıyla başladı. İçerde sermaye yetmezliği nedeniyle devlet devreye sokularak “karma ekonomi”ye yönelindi; dışarda ise Sömürge politikasında değişiklere gidildi. Savaştan hemen sonra eski sömürgeciliğin yerine bağımlılık ilişkisini geçirerek başını en fazla ağrıtan ülke olan Hindistan’dan çekildiğini açıkladı.
ABD mali yardımına duyduğu şiddetli ihtiyaç ve bağlılık İngiltere’nin sömürgelerini adım adım ABD kaptırmasına yol açıyordu. Bu süreç daha savaşın içinde aldığı yardımlara karşılık Pasifikteki adalarda ABD’ye askeri üsler vermesiyle başlamıştı. İngiltere’nin Filistin, Yunanistan ve Türkiye’ye verilen “güvencelerden” ABD hesabına vazgeçmesi, ABD mali yardımının savaş sonrasında ödenen ilk bedelleriydi. Bu bedeller savaş sonrasında hızlanarak devam edecek ve İngiltere “orta boy bir” emperyalist ülke konumuna razı olmak zorunda kalacaktı.
ABD ikinci kez savaşın tek gerçek galip ülkesiydi. ABD iki savaşta da yıkıma uğramamıştı. Tersine ekonomik ve askeri gücünü olağan üstü ölçülerde büyüterek bu savaşlardan zenginleşerek çıkmıştı.
1900’lerin başında hız kazanan ABD’nin ekonomik ve askeri yükselişi 1914-18 savaşında en yüksek noktaya vardıktan sonra 1929 bunalımıyla kesintiye uğradı. 1939’da savaş yeniden başladığında ABD’nin yükselişi de yeniden zirve yaptı. Eşitsiz gelişme bir kez daha ABD’yi öne fırlatmıştı. 1939’da sabit fiyatlarla 86 milyar dolar olan ABD GSMH’sı 1945’de 135 milyar dolara yükselmişti. ABD ekonomisi 1940-44 yılları arasında kapitalist dünyada o güne kadar görülmemiş bir büyüme temposu (ortalama % 15) yakalamıştı. Savaş öncesinde % 70-80 olan kapasite kullanımı savaş sonrasında ve takip eden yıllarda % 100’e yükselmişti. Savaş bittiğinde ABD’nin elindeki altın rezervleri 20 milyar dolardı ve bu, 33 milyar dolar olan dünya altın rezervinin üçte ikisine yakındı. 1945’te dünya imalat veriminin yarısı ABD’ye aitti. Dünya meta üretiminin üçte biri ABD’de gerçekleştiriliyordu. Petrol, kauçuk ve metal cevheri gibi stratejik hammaddeler üzerinde denetim kurmuştu; dünyanın en büyük ihracatçı ülkesiydi ve kişi başına yaşam düzeyiyle bütün öteki ülkeleri açık farkla geride bırakmıştı.
Bu ekonomik gücüne paralel olarak ABD, savaş sonrası emperyalist dünyanın rakipsiz askeri gücüydü. 12.5 milyonluk bir orduya sahipti ve bunun 7.5 milyonu kendi ülkesinin dışındaki ülkelerde konumlanmıştı. Deniz ve hava gücü bakımından da kıyaslanamayacak bir üstünlüğe sahipti. 1945’te Pasifik’ten Kuzey Afrika’ya Asya’dan Avrupa’ya kadar geniş bir alana yayılan 95 askeri tümeni mevcuttu ve bu alanlarda askeri üslere sahipti. Bütün bunlara ek olarak da dünyada tek atom bombası sahibiydi.
Zbigniev Brzezinski savaş sonrası bu yeni güç dengesinden hareketle “dünya siyasetinde Avrupa döneminin 2. savaş sonrasında kesin olarak sona erdiğini” tespit ediyordu. Gerçekten de, ABD’nin savaş sonrasında ele geçirdiği bu üstünlük emperyalist egemenlik sisteminde köklü bir nöbet değişimine zemin hazırlıyordu. (Zbigniev Brzezinski- Büyük Satranç Tahtası- Sabah Yay. s. 9)
Savaşla birlikte Almanya, İtalya ve Japonya’nın emperyalist güç denkleminin dışına atılması, İngiltere ve Fransa’nın gerek ekonomik ve gerekse askeri açıdan büyük güç olma konumlarını kaybetmesi, bundan öte ekonomik kriz ve enflasyon ve işsizlik içinde toplumsal patlamalara gebe savaşın galibi ve mağlubu ülkelerin bu durumdan çıkıp yeniden toparlanıp bir güç haline gelebilmek için dahi ABD yardımına bağlı olmaları, ABD’ye emperyalist sistemde daha önce hiçbir emperyalist güce nasip olmayan bir hegemonik güç olma olanağını tanıyordu. Kısaca 1945’te ABD ekonomik, askeri ve siyasi olarak kapitalist dünyanın tartışmasız lideriydi. Geride kalan ise bu liderliğin sisteme içerilmesi ve sistemin bu liderlik altında yeniden örgütlenmesiydi.
1945 öncesi Kapitalist sisteme egemen olan farklı güç odakları çevresindeki örgütlenmenin yerini, savaş sonrasında merkezinde ABD’nin olduğu yeni bir hegemonik örgütlenme aldı. Diğer emperyalist devletler açısından bu hegemonik örgütlenmenin kabulü sadece ABD’nin ekonomik ve askeri gücünün kabulü anlamına gelmiyordu. Bundan daha da önemlisi farklı düzeylerde bir bağımlılığı içeren bir emperyalist yeniden örgütlenmenin de kabulüydü. Bu yeni hegemonik örgütlenme ekonomik, askerî ve ideolojik olmak üzere, üç temel ayak üzerinde yükseldi.
Hegemonyanın Ekonomik Ayağı; DB, UPF, UIKB ve GATT
Sistemin ABD merkezli ekonomik örgütlenmesi, daha savaş bitmeden başlatılmıştı. ABD’nin öncülüğü ve İngiltere’nin aktif desteğiyle (İngiltere 1912’den beri hem ekonomik ve hem de sömürgelerdeki zorlukları nedeniyle en çok malî yardımı alma karşılığında ABD’nin uysal bir müttefikiydi.), doların altına endeksli tek para birimi olarak kabul edildiği Bretton Woods konferansları ile ABD hegemonyasının ekonomik örgütlenmesi somut biçimler kazanmaya başladı. Savaşın diğer galibi Fransa ise, bu yeniden örgütlenmenin içinde yer almakla birlikte “güvenilmez” bir ortaktı. Fransa, İngiltere gibi ABD mali yardımına muhtaçtı ama ne sömürgeler üzerindeki egemenliğinden vazgeçmek ne de, Almanya ve İtalya’nın güç denkleminin dışına itilmesinin Avrupa’da kendisine sağladığı olanakları ABD’ye kaptırmak niyetindeydi. (ABD ile Fransa arasındaki bu çelişki, süreç içinde daha da büyüyecek ve Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından ayrılmasına kadar varacaktı.)
1944’de başlayan konferanslar süreci, 1945’de Dünya bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (UPF), Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (UIKB) ve daha sonra bunlara eklenen gümrük tarifeleri ve ticaret genel anlaşmasıyla (GATT), bu hegemonik sistemin alt yapısı oluşturuldu. Daha sonraki süreçte bu anlaşmalar, bölgesel alt anlaşmalarla beslenerek bütün sistemin ekonomik örgütlenmesinin temellerini oluşturdu.
Bu kurumlar sadece, genel olarak ABD hegemonyasını yansıtmıyor, bizzat kurumların örgütlenmesi ve işleyişi ABD hegomonyasını güvence altına alıyordu. Bu bakımdan DB, UPF ve UİKB’nin örgütlenmesi ilgi çekicidir. Bretton Woods konferanslarıyla oluşturulan bu kurumlar 6 kurucu ülkenin katılımıyla kuruldu: ABD, İngiltere, Federal Almanya, Fransa, Japonya ve Hindistan. Federal Almanya, kuruluş sermayesine katılmayan tek kurucu üyeydi. Öyle anlaşılıyor ki F. Almanya kurucu üye statüsünü ABD’nin denetiminde olması sayesinde ve Avrupa’yı Fransa etkisine açık hale getirmeme adına kazanıyordu. İtalya ise, bu kurumların hiç birinde kurucu üye statüsüne sahip değildi. 12-21 kişiden oluşan müdürler tarafından yönetilen bu kurumlarda altı müdür, kurucu üyeleri temsilen doğrudan atanıyor; geri kalan müdürlerse kurumun diğer üyeleri tarafından sermaye katılım oranlarına göre sahip oldukları oylarla seçiliyor, bu da zaten bu kurumların hepsinde yüzde 30 ve üzerinde pay ve oy sahibi olan ABD’nin egemenliğini daha da perçinliyordu. ( V. Vahruşev- Yeni sömürgecilik- Konuk Yay. – s. 124)
ABD hegemonyasındaki bu kurumlardan borç ya da kredi almak isteyen bütün kapitalist ülkeler, bu kurumların dayattığı koşullara -ABD para sistemine bağlanmak ve açık rekabet koşullarına- uymak zorundaydılar. Bu da kaçınılmaz olarak en çok rekabet yeteneği olan ABD’nin yararına, ABD dışındaki emperyalist ülkeler de dâhil, diğer ülkelerin zararına işleyen bir sistemin dayatılması anlamına geliyordu.
Hegemonyanın Askeri Ayağı: NATO
Hegemonyanın ikinci ayağı ise, ABD askeri üstünlüğünün sistemde yeniden örgütlenmesine dayanıyordu. Daha savaş sırasında 7,5 milyon ABD askeri -Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın yeni sosyalist ülkeleri hariç- dünyanın dört bir tarafında konuşlanmıştı. ABD, savaş sonrasında bu işgalci asker sayısını, ancak ikili anlaşmalar ya da İtalya ve Almanya’da olduğu gibi işgal anlaşmalarının öngördüğü gelişmiş teknolojiyle donatılmış yeni kara, deniz ve hava üsleri oluşturarak azaltıyordu. Savaş sonrasında ABD’nin dünyanın diğer bölgelerinde bulundurduğu asker sayısında bir azalma, ancak askeri etkinliğinin güçlendirmesine bağlı olarak söz konusuydu. Bu da, savaşla dünyaya yayılan ABD askeri varlığının, savaşın bitimiyle sona ereceği beklentilerinin boş beklentiler olduğunu gösteriyordu.
ABD, sahip olduğu askeri üstünlük altında kapitalist sistemi örgütlemenin ilk adımlarını, 1947’de Amerika kıtasında 21 ülkeyi kapsayan RİO paktının (Inter Amerikan Yardımlaşma Anlaşması) kurulmasıyla atmaya başladı; bunu, 1948’de 35 ülkeyi kapsayan Amerikan Devletler Örgütü’nün( OEA) kurulması izledi. Bu yönde atılan en büyük adım ise 1949’da NATO’nun kurulmasıyla gerçekleşmiş oldu. Bu adımı da 1951’de ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın içinde yer aldığı (ANZUS), 1953’de ABD ve İngiltere öncülüğünde içinde Irak, İran, Türkiye ve Pakistan’ın yer aldığı Bağdat Paktı, (Bu pakt 1958’de Irak’ın ayrılmasıyla CENTO’ya dönüştürüldüyse de ciddi bir rol oynayamadan dağıldı.) ve1954’de ABD, İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Pakistan ve Tayland’ın oluşturduğu Güney Asya Anlaşma Teşkilatı (SEATO) izledi. ABD; Japonya, Güney Kore ve Kanada’yı ikili anlaşmayla bu zincire ekledi. Birçok ülke (Suudi Arabistan, Ürdün vb.) ‘ikili anlaşmalar’ ile bu paktlara bağlandı. Birçok ülkede ise, (Cezayir, Libya, Fas, Nijerya, Etiyopya, Kenya vb.) başta ABD olmak üzere NATO üyesi İngiltere ve Fransa’nın deniz ve hava üsleri kuruldu. Zamanla bu askeri örgütlenmeler hem yeni üyelerle genişletildi, hem de bunlara yenileri eklendi. Örneğin NATO, 1949’dan günümüze birçok kez genişletildi. Bu örgütlenme salt bir askeri örgütlenme olarak kalmadı, sürekli olarak askeri ve ekonomik örgütlenmelerle geliştirildi.
1950’li yılların sonuna doğru “hegemonya”nın askeri örgütlenme ağının boyutları şöyleydi: “Birleşik Devletler, 30 ülkede bir milyondan fazla asker bulunduruyordu. Dört bölgesel savunma ittifakının üyesi ve bir beşincinin aktif katılımcısı idi; 42 devlet ile karşılıklı savunma anlaşmaları vardı; 53 uluslararası teşkilata üye bulunuyordu ve yerküre üzerine yüz devlete askeri ya da ekonomik yardım yapıyordu.” (Paul Kennedy- s.463). ABD, savaş sonrası oluşturulan bu örgütlenmenin basit bir üyesi değil, bizzat bu örgütlenmenin mimari ve baş denetleyicisiydi. Görüldüğü gibi Sovyetler Birliği, sosyalist ülkeler ve dünya devrimci güçleri, savaşın hemen ardından çepeçevre kuşatılmıştı.
Bütün diğer örgütlenmeleri ideolojik ve askeri açıdan besleyen ve farklı yollarla onları kendine bağlayan bu emperyalist örgütlenmenin merkezindeki örgüt, NATO’dur. Bu örgüt, burjuvazinin sınıf savaşına ortak müdahale örgütü olmasının ötesinde, ABD hegemonyasının da önemli bir aracıdır. Bu ortak müdahale araçları, ABD’ye NATO kanalıyla özellikle diğer emperyalist ülkeler; İngiltere, Fransa, Japonya, Almanya, İtalya ve diğerleri üzerinde askeri denetim kurma, sistem içinde rakip askeri güç odaklarının oluşmasını önleme ve bu yolla hegemonyasını güven altına alma olanağını da veriyor.
Ayrıca NATO merkezli bu askeri örgütlenme, 1940’dan sonra aşırı bir şekilde gelişen ABD savaş sanayinin bütün diğer ülkelere silah ve askeri donanım satmasının aracı haline dönüşerek ABD savaş sanayinin giderek büyümesine olanak sağlıyordu.
Tablo-1: Ülkelerin savaş harcamaları 1948–1970
Tarih BD SSCB F. Al. Fransa B.K. İtalya Japonya Çin
1948 10.9 13.1 — 0.9 3.4 0.4 — —
1949 13.5 13.4 — 1.2 3.1 0.5 — 2.0
1953 49.6 25.5 — 3.4 4.5 0.7 0.3 2.5
1955 40.5 29.5 1.7 2.9 4.3 0.8 0.4 2.5
1960 45.3 36.9 2.9 3.8 4.6 1.1 0.4 6.7
1965 51.8 62.3 5.0 5.1 5.8 1.9 0.8 13.7
1970 77.8 72.0 6.1 5.9 5.8 2.4 1.3 23.7
Büyük güçlerin yükseliş ve çöküşleri / s. 456 ‘dan özetlenerek alınmıştır.
Yukardaki tablo, ABD’nin başlattığı silahlanma yarışına Sovyetler Birliği’nin de katıldığını; Çin’in başlangıçta oldukça geri kaldığı bu yarışta, 1960 sonrasında dönemde İngiltere ve Fransa’yı geride bırakarak ABD ve Sovyetler birliğinden sonra silahlanmaya en çok pay ayıran ülke sıralamasında üçüncü sıraya oturduğunu gösteriyor. Tablonun en çarpıcı özelliği, ABD silahlanma harcamalarında 50’li yılların başından itibaren görülen büyük artıştır. Bu artış yukarıda özetlenen askeri güç ve hegemonya stratejisinin kararlılıkla yürütüldüğünün rakamsal kanıtıdır. Tabloda dikkati çeken diğer bir unsur da 1953’te SEATO kurulması çalışmalarıyla birlikte Japonya’ya sınırlı askeri güç oluşturma hakkının verilmesidir. Bu hak 1955’te tanınmıştı. Benzer bir durum, F. Almanya için de geçerlidir. Savaş sonrasında askerden arındırılmış olan Almanya NATO kapsamı adı altında kendi ordusuna sahip oldu ve silahlanma yarışına sokuldu. Almanya ve Japonya yeniden anti-komünist, anti Sovyet kampanyanın ileri karakolları olarak örgütlenmeye başlandı.
ABD’nin ikili anlaşmalar ve üslerle kalıcılaşan bu askeri varlığını açıklayacak ve bunu sistemde yeni askeri üstünlüklerin ortaya çıkmasını önleyecek tarzda yeniden örgütlemek için sağlam dayanaklara ihtiyacı vardı. ABD, bu ihtiyacı “Truman Doktrini” ile karşıladı. 1947’de Truman, ABD’nin hegemonik gücü olduğu kapitalist dünya ile Sovyetler birliği ve diğer sosyalist ülkelerin iki ayrı ideolojik kutbu ve iki farklı yaşam biçimini temsil ettiklerini belirterek, kendi ismiyle anılan doktrinini şöyle gerekçelendiriyordu: “… Bu yaşam biçimlerinden biri çoğunluğun iradesine dayanmakta ve özgür kurumlar, temsili hükümet, serbest seçimler ile kişisel özgürlük, konuşma ve din özgürlüğü ve politik baskılardan bağışıklık konularında verilen güvencelerle öbüründen ayrılmaktadır. İkinci yaşam biçimi azınlığın çoğunluğa zorla kabul ettirdiği iradesine dayanır. Terör ve baskıyla, basının denetimiyle, uydurma seçimlerle ve kişisel özgürlüklerin bastırılmasıyla ayakta kalır.” Eisenhower, bu ABD’nin üstlendiği burjuva ideolojik temsiliyeti daha netleştiriyordu. “… İyilik ve şer güçleri tarihte ender görülen bir biçimde yığılmış, silahlanmış ve birbirleriyle karşı karşıya gelmiştir. Özgürlük, tutsaklığın karşısına; aydınlık, karanlığın karşısına dikilmektedir.” (Paul Kennedy – Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü- İş Bankası Yay. –s. 442-443)
Hegemonyanın İdeolojik Ayağı: Anti-Komünizm, Anti-Sovyetizm
Her iki açıklamada da ABD’nin askeri hegemonyasının bir ideolojik temel üzerinde oturtulmaya çalışıldığını ve bu ideolojik temelin iç ve dış düşman yaratılmasına dayandığını görüyoruz. İç ve dış düşmanın varlığına dayalı bir ideolojik birlik arayışı, tarih boyunca bütün egemen sınıfların ortak özelliğidir. Geçmişte egemen güçlerin yürüttüğü bütün fetih ve yağma savaşları “barbarların” düşmanca varlığına dayandırılıyordu ve onların “medenileştirilmesi” demagojisiyle örtülüyordu. Burjuvazi bu ideolojik temeli; güvenli yaşam alanları, rekabet üstünlüğü, yurtseverlik, milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık ve etnik ayrımcılık vb. ile besleyerek genişletti ve güçlendirdi.
Bu ideolojik argümanlar, paylaşım savaşı öncesi güç odaklarına dayalı askeri eylemliliğin ve emperyalist yayılmacılığın ideolojik argümanlarıydı ve ancak sınırlı bir etkiye sahip bölgesel ya da yerel bir güç birikimine olanak veriyordu. 1945 sonrasında ise dünya egemenliğine soyunan ABD için bu sınırlı güç birikimi yeterli değildi. ABD’nin hem ulusal hem de uluslararası bir güç birikimine, kitle desteğine ihtiyacı vardı. Bu da ancak uluslararası bir etkiye sahip ideolojik argümanlar üzerinden sağlanabilirdi. Truman Doktriniyle ABD ideolojik hegemonyasının temel dayanağı olan düşmanı da tanımlıyordu: Komünizm ve Sovyetler Birliği. Bu düşman tanımı ABD’ye sadece dünya burjuvazisini ortak bir cephede birleştirme olanağını değil, aynı zamanda bu güç üzerinde ideolojik hegemonyasını pekiştirme ve ekonomik ve askeri hegemonyayı daha da güçlendirme olanağını veriyordu.
Komünizm ve Sovyetler Birliği düşmanlığı temelindeki bu ideolojik hegemonyanın diğer bir bileşeni ise, ABD’nin ekonomik gücünün sadece burjuvazi için değil, halk kitleleri için de bir çekim merkezi olarak örgütlenmesiydi. Bu örgütlenme; emek-sermaye uzlaşması ve hayallerin satın alınması üzerine kuruluydu ve esas olarak özel mülkiyeti kutsayan aşırı tüketime dayalı bireyci bir yaşam tarzını empoze ediyordu. Bu yaşam tarzının üretimi, savaş sonrası ABD ekonomisinin önemli sanayi dalını oluşturdu. Semboller (kola, McDonalds, popüler müzik, Hollywood, giyim tarzı-moda, vb.) üretiliyor ve bu semboller dünya pazarına sürülüyordu. Öyle ki ABD başkanları ikili anlaşmalar yoluyla bu sembollerin pazarlanmasıyla bizzat ilgileniyordu. Bu semboller girdikleri her ülkede, kültür dokusunu tahrip ederek, mülkiyetin dokunulmazlığı üzerinden kapitalist bencillik ve bireyciliğe evrensel bir boyut kazandırıyordu. Girdiği her ülkede toplumsal yapıyı atomize eden “ABD yaşam tarzı” düzene karşı itirazları, düzen sınırları içine hapsederek burjuvazinin hareket olanaklarını da arttırıyordu.
Kararlılık –Güven Stratejisi: Sosyalist Devletlerin Abluka Altına Alınması
1940’lı yılların sonuna gelindiğinde ABD, emperyalist sistem içinde kurumsal bir hegemonyaya ve bu hegemonyanın ona sağladığı dünya burjuvazisi adına hareket etme olanağına sahipti. Ancak, bu hegemonyanın işlerlik kazanması ABD’nin hegemonyanın içinde yer alan devletlere güven verecek bir kararlılığı ortaya koymasına bağlıydı. Bu kararlılık hem güven tazelemesi yaratacak, hem de, bütün çelişkilerine rağmen hegemonyanın ikna edici özelliğini ve gücünü pekiştirecekti. Kararlılık-güven stratejisinin öncelikli hedefi kuzey Amerika, Kanada ve Avrupa’nın (İngiltere, Fransa, Federal Almanya, İtalya vb.) devrim kuşağının dışına çıkarılmasıydı. Bu strateji “McCarthyizm”le ABD’de başlatıldı. Uygulamadaki aşırı şiddet (ABD toplumunun her hücresinde “komünist ajanlar” yaratılarak bir korku ve sindirme hareketine dönüştürülmesi) kararlılık-güven stratejisinin gereği olan bir meydan okumaydı. Bu meydan okuma Hitler’in 1933’te iktidara geldiğinde Alman işçi sınıfına karşı yürüttüğü savaşın bir benzeriydi ve bütün muhalif güçleri kapsıyordu. Sendikalar, devrimci unsurlardan temizlendi. Devrimci gruplarla birlikte, 1940’ta kendi emperyalist burjuvazisini desteklemek üzere Komünist Enternasyonal’den ayrılan ABD Komünist Partisi de kapatıldı.
Marshall Planı; ABD’deki McCarthyizm’in, sınıf uzlaşmacılığı zemininde Avrupa ekonomilerinin yeniden toparlanmasını öngören ve komünist hareketinin tasfiyesini içeren bir Avrupa versiyonuydu. Bu planla yıkık Avrupa ekonomileri, ABD malî desteğiyle hızlı bir toparlama sürecine girdi. Bu toparlanmayla bir yandan savaşın aşındırdığı ve zayıflattığı sermaye birikimini Keynes’yen yöntemlerle (devlet işletmeciliği ve planlamanın devreye sokulması ) aşılırken, diğer yandan çelişkileri minimalize ederek emek-sermaye uzlaşmasının da zeminini güçlendirdi. Avrupa’nın devrim kuşağının dışına çıkarılmasında önemli bir işlev gören, Avrupa burjuvazisinin dünya burjuvazisine başarılı bir örnek olarak sunduğu “sosyal devlet konsensüsü” bu zemin üzerine oturdu ve düzene karşı tepkileri absorbe eden bir kurumsallık kazandı. “Sosyal devlet”in kurulma süreci, Avrupa’da işçi hareketine, komünistlere karşı bir temizlik hareketiyle birlikte yürüdü.
Avrupa’da savaş sonrası komünist ve işçi hareketinin tasfiye edilmesi apayrı bir yazı konusudur. Burada 1945’lerde devrim arifesindeki üç Avrupa ülkesinde, Fransa, İtalya ve Yunanıstan’da, devrimin nasıl tasfiye edildiğine kısaca değineceğiz.
Savaş sonrası Fransa’da iktidara uzanma noktasındaki devrim, önce Fransa’da işçi hareketinin en güçlü temsilcisi olan Fransız Komünist Partisi tarafından likide edildi. Bu likidasyon da 1935’teki likidasyon gibi aynı temele “faşizme karşı” burjuvaziyle işbirliğine dayanıyordu. Likidasyon iki aşamada gerçekleştirildi. Önce savaş sırasında oluşan ve savaştan sonra Fransa’da söz sahibi olan devrimci silahlı direniş güçleri, “otorite ve istikrarın” sağlanması adına Fransız ordusunun emrine verildi. Ardından işçi sınıfı, Fransız Komünist Partisi lideri Thorez tarafından burjuva Fransa’yı yeniden ayağa kaldırmaya çağrıldı. “Bugün mal üretimimizin miktarı, kalitesi ve dünya pazarındaki yerimiz Fransa’nın büyüklüğünün ölçüsüdür. Halk, kurtuluş savaşı için nasıl seferber olduysa üretim savaşı için de öyle seferber olmalıdır. Görev, büyük Fransa’yı yeniden inşa etmek, Fransa’nın bağımsızlığının maddi koşullarını sözcüklerin ötesinde sağlamaktır.” Thorez’in dudaklarından dökülen “büyük Fransa” ve “bağımsızlık” sözcükleri işçi sınıfını proletarya diktatörlüğü mücadelesinden vazgeçirmek için sadece burjuvazinin değil, kendine komünist diyenler tarafından da nasıl kullanıldığının en tipik örnekleridir. Yine Thorez 1945’te Waziets madencilerinin toplantısında işçilere söyle seslendi: “Merkez Komite adına ve Parti Kongresi’nin kararları adına size dürüstçe söylüyorum ki, en ufak bir grevi bile onaylayamayız, özellikle, bu grev, Bethune madenlerinde geçen hafta yapılan grev gibi, sendikanın çevresinde ve sendikaya muhalefet içinde gerçekleştirilmiş ise.” ( Fernando Claudin –Komintern’den Kominfor’a – Belge Yay. saf.-40-41)
1945’te söylenen bu sözler ne yazık ki Fransız burjuvazisinin temsilcisi De Gaulle’e değil, Fransız işçi sınıfının temsilcisi komünist partinin lideri Thorez’e aitti. Bu likidasyon Thorez’e ancak bir yıl süreyle hükümette yer alma kapısını açtı. Devrimin likidasyonuyla komünist partisinin görevi de sona erdi. Marshall planıyla birlikte komünistler hükümetten kovuldu.
İtalya’da olanlar, Fransa’dan farklı değildi. Orada da “faşizme” karşı birleşik cephe iktidarıyla “devrimin ilk aşaması” gerçekleşiyordu. Ama devrimcileri, devrimci örgütlenmeleri yok ederek. Savaş sonrası Kuzey İtalya, Komünist Partisi’ne bağlı partizan güçlerin elinde kurtarılmış bölge idi. İtalyan Komünist Partisi’nin ilk işi, anti-faşist koalisyonda yer alma adına partizanların silahsızlandırılmasını kabul ederek, Kuzey İtalya’daki kurtarılmış bölgeye son vermek oldu. Togliatti, 1945’te partinin 5. kongresinde delegelere şöyle sesleniyordu: “Partiler arası mücadelede (doğrusu kapitalizme karşı mücadele olmalıydı-y) şiddete başvurmamak için yaptığımız anlaşmada birleşiyoruz. Bu anlaşma hepsinin silahsızlanması çağrısında bulunuyor. Partizan birlikleriyle ilgili önlemler alarak bu kararı ilk uygulayan biz olduk.” (age. / s.80). Sonuç, yine Fransa’daki gibi oldu; 1947’de komünistlerin görevi sona erdi ve onlar da tıpkı Fransa’da ki gibi hükümetten kovuldular.
Yunanistan’daki durum ise, devrimin uluslararası güç ilişkilerine kurban edilmesinin tipik bir örneğiydi. 1944’te ülke, devrimci hareketin kontrolündeydi. Direnişin karşısındaki tek güç Yunanistan’daki İngiliz birlikleriydi. 1944 sonunda İngiliz birlikleriyle direniş güçleri arasında başlayan çatışma 1945’te ateşkesle sonuçlandı. Gerçekte ateşkes, İngiliz birlikleri ve Yunan kraliyet ordusuna yeniden saldırı için bir toparlama zamanı verilmesiydi. 1947 yılında direniş İngiliz ve Yunan ordusunun saldırısıyla kırıldı. Yunanistan Komünist Partisi, direniş sırasında ciddi hatalar yaptığı halde, Fransız ve İtalya’daki örneklerden farklı bir yol izleyerek direnişi sonuna kadar sürdürdü. Yunanistan Komünist Partisi daha sonra özeleştiri yaparak 1945’deki ateşkes anlaşmasını “kabul edilemez bir uzlaşma, temelde İngiliz emperyalistleri ve Yunan gericiliği karşısında bir teslimiyet” olarak değerlendirdi (age. / s. 105).
Yine de devrim, Komünist Partisi’nin hatalarının ve Sovyet-İngiliz pazarlığının kurbanı olmaktan kurtulamadı. Churchill Yunanistan’da varılan ateşkesle ilgili olarak dışişleri bakanı Anthony Eden’e gönderdiği 1944 tarihli emirde şunları yazdı. “ Bence Yunanistan’da eylem özgürlüğü için Rusya’ya ödemek zorunda olduğumuz fiyatı öderken, M. Papandreou yönetimindeki Helenik Kraliyet Ordusu’nu desteklemek için İngiliz birliklerini kullanmakta duraksamamalıyız. (…) EAM’la bir çatışma olacağını kuvvetle tahmin ediyorum; zemin iyi seçilmişse bundan kaçınmamalıyız.” (age.- saf.-105)
Dünya devrimci güçleri bir kez daha, olağanüstü eşitsiz bir savaşla karşı karşıyaydı. Eşitsizliği yaratan sadece dünya burjuvazisinin ABD hegemonyasındaki birliği ve bu birliğin dayandığı büyük askeri ve ekonomik güç değil, Sovyetler Birliği’nin öznel konumu – tek ülkede sosyalizm teori pratiği ve statükoyu koruma adına dünya devrimci sürecinin yönlendirici bileşeni olmaktan çıkması- devrimci hareketin içinde bulunduğu dağınıklık, savrulma; uluslararası devrimci bir örgütlenmeden yoksunluktu.
1948’e gelindiğinde Marshall planıyla Avrupa’da hedeflenen sonuçlar büyük ölçüde sağlanmıştı. Avrupa ekonomileri bir toparlanma dönemine girmiş, Avrupa devrimi 1919’dakinden daha ağır sonuçlarla bir kez daha yenilmiş ve sınıf uzlaşmacılığı temeli güçlendirilmişti. Artık Avrupa’nın bu yeniden tahkimi üzerine kararlılık-güven stratejisinin ikinci aşamasına geçilebilirdi. Kararlılık-güven stratejisinin ikinci aşaması, devrim zonunda olduğu kabul edilen ülkelere yönelikti. Strateji; Mali ve askeri araçlarla yürütüldü. Mali yardımlar, “Truman Doktrini” ile Asya ve Avrupa’da birçok ülkeyi (Filipinler, Endonezya, Malezya, Tayvan, Güney Vietnam, Güney Kore, Türkiye, Yunanistan vb) kapsıyordu ve bu ülkelerin devrim zonunun dışına çıkarılmasını öngörüyordu. Bu ülkeler aynı zamanda askeri yardım ve üslerle tahkim ediliyordu.
Kararlılık-Güven stratejisinin asıl hedefi; kapitalist dünyanın ortak düşmanı Sovyetler Birliği’ni bulunduğu yere kilitleyerek izole etmek, sosyalist kampı abluka altına alarak özellikle genç devrimleri istikrarsızlaştırmak, Sovyetler Birliği ile dünya devrimi arasındaki nesnel bağın kopartılmasıyla dünya devriminin –özellikle de gelişmekte olan kapitalist ülkelerdeki- yükselişinin önünün kesilmesiydi. Bu stratejinin Sovyetler Birliği’ne yönelik kısmının temel dayanağı askeri güç kartı kullanılarak, Sovyetler Birliği’nin her ileri hareketinin “casus belli”- savaş nedeni- sayılmasıydı. Böylece hem Sovyetler Birliği geri adım atmaya zorlanarak bulunduğu noktaya -statükoya- kilitlenecekti, hem de Sovyetler Birliği ve devrimci gelişmeler karşısında gösterilen kararlılıkla dünya burjuvazisinin ABD’ye, dolayısıyla hegemonyaya güveni sağlanmış olacaktı.
Sovyetler Birliğini Kuşatma stratejisi, bu stratejinin baş mimarlarından olan ABD dışişleri bakanlığı strateji uzmanı George Kennan tarafından şöyle özetlendi; “Eğer gezegenin her tarafında olduğu gibi Rus halkının da önüne nezih, umutlu ve ne istediğini bilen bir medeniyetin var olduğu biçimindeki seçenek konulursa, er ya da geç, yavaş yavaş ya da başka biçimde o korkunç sistemin artık fiili bir uygulama değil de, kısmen tarihi kayıtlarda kalan ve kısmen, diğer tezahürleri ne kadar mutsuzluk verirse versin, her büyük insani karışıklığın yapıcı, organik değişiminin tortuları arasında sıkışarak tarihin çöp sepetine atıldığı o gün gelecektir.” (Kees Van Der Pıjl –Küresel Rekabetler- İmge Yayınevi – s. 70)
Bu stratejinin ilk uygulaması, İran’da denendi. Sovyetler Birliği, İran’da bulunan Kızıl Ordu birliklerini geri çekmediği gibi bu birlikler 1946’da İran’ın kuzeyinde Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kurulmasında önemli bir rol oynamıştı. Sovyetler Birliği’nin ABD ve İngiltere’nin sert tepkisiyle birliklerini geri çekmesi, “kararlılık– güven” stratejisinin işlediğini gösterdi. ABD ve İngiliz destekli İran ordusu Mahabad Cumhuriyeti’ni işgal etti. Bu işgal sırasında İran komünist partisi TUDEH de etkisizleştirildi ve İran üzerindeki emperyalist denetim güçlendirildi.
1947’de gerçekleşen ve tarihe “Berlin krizi” olarak geçen ikinci girişim, çok daha etkili oldu. ABD, İngiltere ve Fransa Berlin’de işgalleri altındaki üç bölgeyi birleştirdiklerini ilan ettiler, bununla da yetinmeyip Almanya için yeni bir “deutschemark” oluşturdular. Berlin’in daha önce belirlenmiş olan statüsünü ABD, İngiltere ve Fransa tarafından değiştiren bu duruma Sovyetler Birliği’nin tepkisi sert oldu. Batı Berlin’e giden bütün ulaşım yollarını abluka altına aldı. Tırmanarak süren kriz ve restleşme 1948’de Sovyetler Birliği’nin geri adım atmasıyla sonuçlandı. Sovyetler Birliği, Berlin’deki dörtlü denetim komisyonundan ayrıldığını açıkladı. Sovyetler Birliği’ne bu tarzda geri adım attırılması “casus belli”nin etkili olduğunu gösteren ikinci adım oldu.
Aynı yıl ABD zorunlu askerliği yeniden yürürlüğe koydu ve bir B-29 uçak filosunu İngiltere’ye konuşlandırdı. Bu başarı aynı zamanda ABD ve İngiltere açısından Sovyetler Birliği’nin nasıl “durdurulacağı ve izole edileceğinin” de yanıtıydı. Şifre çözülmüştü. Geriye kalan bu stratejinin ikili ve bölgesel askeri anlaşmalarla sistemin tümüne yayılarak tamamlanmasıydı.
Hegemonya Altında Emperyalist Paylaşım:
Savaş sonrası dünyanın hem Pazar ve hem de egemenlik alanları bakımından emperyalist devletler arasındaki paylaşımı, yeni biçimler ve yeni ilişkiler altında sürdü.
Savaş sonrasında, Almanya, İtalya ve Japonya’nın vesayet altına alınarak ekonomik ve askeri olarak (Almanya’nın ayrıca toprak olarak da) küçültülmeleriyle dünya görünürde, geride kalan üç emperyalist güç (ABD, İngiltere ve Fransa) arasında bölüşülmüştü. Gerçekte ise, bölüşüm ezici bir biçimde ABD egemenliğini yansıtıyordu. İngiltere ve Fransa’nın bırakalım eski sömürgeleri üzerinde denetimlerini sürdürebilmesi, kendileri bile ABD malî yardımlarına muhtaçtı ve bu konumlarıyla belirli ölçüde ABD egemenlik alanı içindeydiler. ABD’nin savaş sonrası ele geçirdiği ekonomik ve askeri güç, onu neredeyse kapitalist dünyanın tek patronu yapan hegemonyanın ana zeminini oluşturuyordu. Savaş sonrası dünyada, hegemonyayı olanaklı kılan ve sağlamlaştıran bir diğer husus da, ABD ile diğer kapitalist devletler -gelişmekte olan ülkeler- arasındaki ilişkilerin eski sömürgecilikten farklı olarak kapitalist bir temel üzerinde kurulmasıdır. Hem emperyalist yayılmanın kendisiyle birlikte kapitalist ilişkileri taşıyan nesnel karakteri ve İngiltere ile Fransa’nın güç kaybına bağlı olarak sömürgeler üzerindeki denetimlerinin zayıflaması hem de anti-sömürgeci mücadelenin genişlemesi ve güçlenmesiyle eski sömürgeciliğin çözülüşü, kapitalist ulus devletlerin ortaya çıkması; sermaye ihracıyla birlikte başlayan emperyalist bağımlılık ilişkilerinin daha “saf” ve sağlam bir zemin üzerine oturmasını sağlıyordu. Bu zemin üzerinde, kapitalist ülke burjuvalarını emperyalizme bağlayan ilişki, sermaye ilişkisinin yanında sınıf mücadelesinin yarattığı tehditti. Bu tehdit, kapitalist ulus devletlerle emperyalizm arasındaki çelişkileri minimalize ederek hegemonyayı sistemin tümüne yaymayı kolaylaştırdı.
Savaş sonrası emperyalist sistem, ABD hegemonyası altında örgütlenirken, bu örgütlenme hem emperyalist devletler arasındaki ilişkileri, hem de emperyalist devletler ile kapitalist ulus devletler arasındaki ilişkileri belirledi.
Ulus devletler, ABD hegemonyasına ekonomik, askeri, politik bağlarla bağlanarak hegemonyanın egemenlik alanını oluşturdular. Emperyalist devletler arasındaki ilişkiye gelince, bu ilişki ABD egemenlik alanının diğer emperyalist ülkeler; yani Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere ve Fransa tarafından kabul edilmesine dayanıyordu. Almanya, İtalya ve Japonya savaşın mağlupları olarak ABD hegemonyasını kabul etmek dışında bir seçeneğe sahip değillerdi. İngiltere ve Fransa ise, hem savaşın galipleri arasındaydı, hem de sömürge sahibi devletlerdi ve sömürgeleri ABD egemenlik alanının tehdidi altındaydı. ABD-İngiltere ilişkileri bu çelişkiyi çözmeye müsaitti. Ama Fransa açısından durum daha karmaşıktı. Bir yandan hem eski sömürgeleri üzerinde söz sahibi olmayı sürdürmek, diğer yandan da Avrupa’da kendine ait bir güç alanı yaratmak amacındaydı. Fransa’nın amaçlarıyla gücü arasındaki oransızlık ABD hegemonyası karşısında bu ülkenin çelişkili konumunu belirliyordu.
Hegemonya altında uluslararası pazarların sömürüsü, emperyalist güçler arasında çıkar çatışmasını, rekabeti -ortadan kaldırmasa da- önemli ölçüde tolere ediyordu. Özetlersek; hegemonya, egemenlik alanının bölüşümüne değil, ABD’nin denetimindeki egemenlik alanında diğer emperyalist devletlerin de içinde yer aldığı, güç ilişkilerince belirlenen dünya pazarının ekonomik sömürüsüne dayanıyordu. Ve bu sömürü, diğer emperyalist ülkelerin içinde yer aldığı ABD denetimindeki kurumlar aracılığıyla gerçekleşiyordu.
Bu kurumların başında Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (UPF) önemli bir yer tutmaktaydı. Bu Kurumların nasıl örgütlendiğine daha önce değinmiştik; şimdi de bu örgütlülüğün bir sömürü aracı olarak nasıl bir işleve sahip olduğu üzerinde durmalıyız: Somut örgütlenmesi ele alındığında daha net görüleceği gibi bu kurumlar tipik bir anonim şirket görünümündedir. Bu şirketlerde “ortaklık” konulan sermaye miktarı ile, “yönetim” sermaye oranıyla belirlenir. Sermaye katkısı en fazla olan ortak, yönetimde en fazla söz sahibidir. Şirket büyük ölçüde büyük ortağın ortaya koyduğu hedefler doğrultusunda profesyonel kadrolarla yönetilir.
Dünya Bankası; 1945’de ABD, İngiltere, Fransa, F. Almanya, Japonya ve Hindistan’ın katılımıyla kuruldu. Bankanın kuruluş sermayesi 9,1 milyar dolardı ve bunun 3.175 milyar doları, yani % 34.9’u ABD’ye aitti. Bankanın örgütlenmesinin dayandığı oy sistemi, ABD’nin banka üzerindeki sahip olduğu sermaye oranından daha büyük bir denetim kurmasını sağlıyordu. Banka, hem sermaye yapısı hem de yönetim temsili bakımından ABD hegemonyasını yansıtmaktadır. Banka Uluslararası Para Fonu, OECD gibi diğer kurumlarla bağlantılı olmanın yanında, birçok şubeye ve kendi bünyesinde oluşturduğu kurumlara sahiptir. Bankanın 1945’te üye devlet sayısı 44 iken 1972’de bu rakam 117’ye ulaştı. Banka, üye devletlere borç ve kredi verme dışında özel bankaların, finans kurumlarının verdikleri borç ve kredilere garanti vermek ve özel şirketlere kendi tahvillerini satmak gibi yetkilere de sahiptir. Bankanın öz sermayesi dışında 1971’de sahip olduğu menkul değer ve tahvillerinin miktarı 3.718 milyar dolardı ve bu miktarın büyük kısmı (% 60) ABD, Federal Almanya, İngiltere, Kanada, Hollanda, İsveç ve Belçika malî pazarlarında işlem görüyordu.
Bankanın borç ve kredi verme politikası banka belgelerinde şöyle ifade ediliyor: “Bankanın politikası, finansman sağlama koşulu olarak borçlu ülkelerin, kendi ekonomisine istikrar kazandırmayı planlayan tedbirler almasını zorunlu kılar. …bu açık bir şekilde, hükümetin istikrar yaratma doğrultusunda uygun girişimlerde bulunmasını gerektirir… ancak böyle bir açıklık sağlanırsa, banka alınan tedbirlerin uygulanmasına paralel bir şekilde, genellikle istikraz (borç verme) talebini karşılamak arzusu duyar.” (V. Vahruşev – Yeni Sömürgecilik – Konuk Yayınları say.195)
Bu alıntı, bankanın amacını yeterince açıklıyor. Banka, borç alan ülkeyi denetlemekle kalmıyor; aynı zamanda onun ekonomisini de yönlendirme hakkını elde ediyor. Ne var ki kurucu üyeler hiçbir zaman bu amaç kapsamına girmiyor.
Dünya Bankası, 1945-50 yılları arasında özellikle, Avrupa’nın ekonomileri çökmüş ülkelerine borç ve kredi vererek çalışmalarına başladı. Hollanda, Fransa, Danimarka ve F. Almanya bu kredilerden yararlanarak ekonomilerini toparladılar. Banka bu ülkelere kredi verirken ek koşullar ileri sürmedi; bunun yerine ABD bankadaki hegemon konumunu kullanarak verilen kredileri ABD’den yapılacak ithalatla karşılamak üzere kullanılması koşuluna bağlayarak bu kredileri, kendi ülkesine verilen bir kredi haline dönüştürdü. Bu yöntem Dünya Bankası’nın verdiği bütün krediler için de belirli oranda uygulandı.
1950’li yılların başlarında, gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomilerinin istikrara kavuşmasıyla birlikte Dünya Bankası borç ve kredilerinin akış yönünde keskin bir dönüş de başladı. Borç ve krediler yukarda belirtilen amaç doğrultusunda, sınıf mücadelesinin en keskin olduğu devrim zonundaki ülkeler başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelere yöneldi. Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelere borç ve kredi verirken, sadece bu ülkelerin ekonomilerini, denetleme heyetleri göndererek denetlemekle kalmıyor, borç ve krediyi koşullara bağlayarak bu ülke ekonomilerini emperyalist şirketlerin önünü açacak biçimde yönlendiriyordu. Arjantin, Mısır, Cezayir bu yönlendirmelerin en tipik örnekleridir. 1966’da Arjantin’in Dünya Bankası’ndan istediği borç, elektrik işletmesinin özelleştirilmesi koşuluna bağlandı. Mısır’ın, Assuan Barajının yapımında kullanılmak üzere talep ettiği borç ise, devlet işletmesi olduğu gerekçesiyle reddedildi. 1967’de Cezayir’in borç talebi elektrik ve gaz kaynaklarının özelleştirilmesini kabul etmediği için reddedildi. 1949–70 arasında aralarında Türkiye, Uruguay, Seylan, Tayland, Güney Kore, Hindistan, Kamboçya vb. bulunduğu 30’u aşkın ülkeye aynı türden yönlendirmelerde bulunuldu ve bu ülkelerin önemli bir kısmına isteklerini kabul ettirdi. (age. s. 196,197,202)
Dünya Bankası borç ve kredilerinin önemli bir özelliği de, “özel sektörün büyüme ve genişlemesine özel bir dikkat” göstermesidir. Bu hedef desteklenecek projelerin seçiminde, olduğu kadar kredinin yapılandırılmasında da belirleyici koşullardan biridir. Dünya Bankası’nın borç ve kredi vererek desteklediği projelerin yüzde 70’i, kapitalist alt yapının (yollar, limanlar, elektrik santralleri vb.) özel işletmeler eliyle oluşturulmasına yöneliktir. Ayrıca Dünya Bankası, desteklediği projelerin hiç birini tek başına finanse etmez. Tersine finansmanın çok küçük bir bölümünü sağlar; geri kalan bölümü ise, emperyalist tekellerin oluşturdukları konsorsiyumlarla sağlanır. Banka, bu konsorsiyumların karşılaşacakları riskleri de garanti altına aldı. Konsorsiyumlara sağlanan bu risk güvenliği, kredinin açıldığı ülkelerden alınan güvenceyle karşılandı. Böylece Dünya Bankası, emperyalist şirketlerin gelişmekte olan ülkelere güveli bir şekilde nüfuz edebilmelerinin olanaklarını da yarattı.
1964’de Dünya Bankası İran ile % 5.5 faiz ve 20 yıl vadeli 18.5 milyon dolarlık bir kredi anlaşması imzaladı. Bu anlaşmayla Manhattan Bank, City Bank ve National Bank kredinin ana finansörleri oldular. Bu örnek tekil değil, Dünya Bankasının izlediği yolu anlatan tipik bir örnektir. Bu yolla emperyalist ülkelerin banka ve finans kurumları devreye sokulurken, projeler de emperyalist tekeller tarafından gerçekleştirildi.
Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelerdeki operasyonlarını desteklemek üzere ABD’nin girişimiyle 1956’da ‘Uluslararası Finans Korporasyonu’ (UFK) ve ‘Uluslararası Kalkınma Derneği’ (UKD) kurarak devreye sokuldu. ABD bu kurumlar aracılığıyla operasyonlarını çeşitlendirerek daha çekici hale getirdi. Görevini “az gelişmiş ülkeleri özel sermayeye özendirmek” olan UFK’ya üye ülke sayısı 1963’te 75 iken bu rakam 1968’de 87’ye çıktı. UFK Dünya Bankası’ndan farklı olarak sadece özel şirketlere borç ve kredi vermek üzere kurulmuştu. Dünya Bankası’ndan farklılığı sadece bununla sınırlı değildi, borç ve kredi verme koşulları da Dünya Bankası’ndan farklıydı. Dünya Bankası’nın yüksek borç, kredi faizleri (% 5-7 arası) UFK’da yüzde 1-2’ye çekiliyordu. UFK, Dünya Bankası’ndan farklı olarak ülke ekonomileri üzerinde bir denetim koşulu ve borcun ödenmesinde doğrudan devlet güvencesi istemiyordu. Bütün bunlar UFK kredilerinin çekiciliğini arttıran faktörlerdi. Krediler Dünya Bankası güvencesine dayanıyordu. Dünya Bankası da bu güvenceyi 1965’te “devletlerle başka devletlerin vatandaşları arasındaki yatırım anlaşmazlıklarının çözümlenmesiyle ilgili Uluslararası Konvansiyon Anlaşması’ndan alıyordu. Böylesi dolaylı bir dizi tedbirle verilen kredileri güvence altına almaktaydı. (1970’e gelindiğinde bu anlaşma 57 ülke tarafından kabul edilmişti.)
UFK’nın proje finansmanı da Dünya Bankası gibi sembolikti. (proje başına ortalama 1.3 milyon doları geçmiyordu.) Ana işlevi ise, düşük faiz ve UFK güvencesiyle emperyalist tekellerin gelişmekte olan ülkelere girmesini sağlamaktı. Bu faaliyet, ülke bazında oluşturulan korporasyonlar yoluyla yürütülüyordu ve ağırlıklı olarak gelişmekte olan ülkelerde kapitalist sanayinin gelişmesinde özel bir yer tutan finans sektörünün güçlenmesine yönelikti.
1956-63 yılları arasında aralarında Tunus, Türkiye, Şili, Kolombiya, Tayland, Hindistan, İran, Nijerya, Seylan gibi ülkelerin olduğu 24 ülkede bu tür korporasyonlar kurarak borç ve kredi verdi. 1956-70 arasında UFK’nın gelişmekte olan ülkelere verdiği borç ve kredi miktarı 476.5 milyon dolardı. Ama bunun harekete geçirdiği toplam yabancı sermaye ise, 2.5 milyar dolar civarındaydı.
Dünya Bankası’nın diğer bir kuruluşu olan Uluslararası Kalkınma Derneği (UKD) 1959’da ABD hegemonyasının başka bir aracı olarak kuruldu. 50’ye yakın kurucu üyeye sahipti. (1971’de üye ülke sayısı 107 oldu.) Kurucu üyeler iki grup ülkelerden oluşuyordu. 17 üyeyi gelişmiş kapitalist ülkeler oluşuyordu ve bu ülkeler UKD kuruluş sermayesinin % 76’sını elinde tutuyordu. Bunun yüzde 32’si ABD’ye aitti. Bu da UKD üzerinde ABD hegemonyası için yeterliydi. Geri kalan ortaklar diğer kapitalist devletlerden oluşuyordu ve ortaklık oranları % 24’tü. UFK’da faizlerin düşüklüğü ve devlet güvencesi aranmamasıyla sağlanan çekicilik UKD’de ortaklık yapısıyla sağlanıyordu. Dünya Bankası’na üye olmayan devletler, UFK ve UKD’ye de üye olamıyordu. Bu yolla, daha düşük faizli kredi alabilmek için gelişmekte olan ülkeler Dünya Bankası’na üye olmak zorunda bırakıldılar.
Kuruluşundan 31 Mart 1965’e kadar bölgelere göre UKD kredileri:
Milyon Dolar Toplam Yüzdesi
Toplam 1.046.1 100.0
Asya ve Orta Doğu 776.3 74.2
Latin Amerika 100.4 9.6
Avrupa 55.7 5.3
Afrika 113.7 10.9
Kaynak: (V. Vahruşev, Yeni Sömürgecilik, Konuk Yayınları. s. 213)
Tıpkı Dünya Bankası ve UFK kredilerinde olduğu gibi UKD kredilerinin de büyük bölümü (% 75), altyapı yatırımlarına (ulaştırma, haberleşme, enerji, su, kanalizasyon) yöneliktir ve emperyalist tekeller için uygun yatırım alanları yaratmaktadır.
ABD hegemonyasının, önemli kurumlarından bir diğeri Uluslararası Para Fonu (IMF-UPF), Dünya Bankası’yla aynı tarihte ve aynı formatta örgütlendi. Fonun amacı, altına endekslenerek doların tüm parasal işlemlerde tek ölçüt haline getirilmesiydi. Bu amaç, fon sözleşmesinde şöyle ifade ediliyordu: “Fonun esas amaçlarından biri, uluslararası işlemler bakımından çok taraflı bir ödemeler sistemi kurulmasına ve dünya ticaretinin büyümesini engelleyen Kambiyo kayıtlarının kaldırılmasına yardım etmektir.”
Üye ülkelerden hiç biri, fonun izni olmadan kendi parasının paritesini altın ya da dolara karşı değiştirme hakkına sahip değildi. Fonun örgütlenmesi Dünya Bankası örgütlenişinin bir benzeriydi. Beş kurucu üyeye (ABD, İngiltere, Fransa, F. Almanya, Hindistan) sahipti. (1971’de Japonya’ya kurucu ülke statüsü verildi) Fon, Dünya Bankası gibi atanmış ve seçilmiş müdürlerce yönetiliyordu. Kuruluş sermayesi 8,8 milyar dolardı ve bunun 2.750 milyar doları (% 31) ABD’ye aitti. ABD bu paya karşılık oyların % 37,9’una sahipti. Fon sermayesi Dünya Bankası ve bağlı örgütlerde olduğu gibi birkaç kez artırıldı. Bu sermaye artışlarıyla sermaye birleşimi, her seferinde ABD ve diğer emperyalist ülkeler lehine değiştirildi. 1965’te fon sermayesi 13.942 milyar dolara çıkarıldı. Bunun içinde ABD’nin payı 5,160 milyar dolarla % 40,2’ye çıktı. ABD’den sonra en büyük pay 2.440 milyar dolar ve yüzde 16 ile İngiltere’ye aitti. Bu da Sterlin’e dolardan sonra 2. sırada para statüsü verilmesi anlamına geliyordu.
Tıpkı Dünya Bankası gibi IMF** de çalışmalarına 1945’te Avrupa ekonomilerine yardımla başladı. İngiltere ve Fransa fondan en fazla desteği gören Avrupa ülkeleri arasında ilk sıradaydı. 1965’te fonun üyelerine sağladığı kaynaklar 10,8 milyar dolardı. Bunun 4,8 milyar (% 44) dolarını İngiltere kullanmıştı. Fondan İngiltere’ye ve çok daha az miktarda olmak üzere Fransa’ya para akışı daha sonraki yıllarda da sürdü. Ama bunlar Sterlini ve Frank’ı devalüe olmaktan kurtaramadı. 1967’de Sterlin, dolar karşısında %14,3 oranında devalüe edildi. (dolar karşısındaki değeri 2.80’den 2.40’a indi.) Bu devalüasyonla da Sterlin artık güvenilir para olma özelliğini kaybetmeye başladı.
1968’de ise, İngiltere yeniden IMF’nin kapısını çaldığında bir sürprizle karşılaştı. IMF, bağımlı ülkelere uyguladığı prosedürü bu kez İngiltere’ye uyguladı. 1,4 milyar dolarlık yeni desteği İngiltere’nin bütçe açığını azaltması ve ödemeler dengesinin düzeltilmesi koşuluna bağladı. İngiliz Muhafazakâr Partisi bunu “küçültücü bir anlaşma” olarak nitelendirdi. Bu, bir anlamda savaş sonrası dünya ticaretinin % 40’ının üzerinden gerçekleştirdiği Sterlinin defterinin dürülmesiydi.
IMF ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişki; bir borç sarmalı döngüsünde ifadesini bulan, bağımlılık ilişkilerinin çeşitlenmesi ve bağımlılığın derinleşmesidir. Tıpkı Dünya Bankası gibi IMF borç ve kredileri de ulusal ekonomilerin denetimi amacını güder ve koşullara bağlıdır. Bu koşulların en başında para reformu yer alır ki bu ulusal paranın IMF denetimine geçmesi demektir. Ulusal paranın IMF denetimine geçmesi, IMF ile yapılan anlaşmaların tek koşulu değildir. Bunun yanında ücretlerin dondurulması, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, sosyal güvenlik kurumlarına ve tarıma yapılan sübvansiyonların kaldırılması vb. bir dizi dayatma IMF anlaşmalarının ülkeden ülkeye değişmeyen koşullarıdır.
Gelişmekte olan 97 ülkenin IMF borçları 1967–1968 (milyar$)
Ülke Grupları Borç Miktarı Borç karşılığı
(vadesi gelen) Ödenen
1967 1968 1967 1968
Latin Amerika Ülkeleri 14,708 12,045 2,160 2,298
Güney Asya Ülkeleri 10,766 16,731 514 540
Doğu Asya Ülkeleri 5,480 5,950 273 310
Afrika Ülkeleri 8,058 8,719 472 625
Orta Doğu Ülkeleri 3,866 4,456 315 411
Toplam 42,878 47,901 3,724 4,184
V. Vahruşev – Yeni Sömürgecilik: Konuk Yay. s. 289’dan derlenmiştir.
1956’da gelişmekte olan ülkelerin IMF’ye olan toplam borçları, 9 milyar dolar civarındaydı; bu rakam 1965’de büyük bir artış göstererek (4 kat artarak) 36,4 milyar dolara yükseldi. Tablodan da anlaşılacağı gibi 1967’de 42,878 milyar dolara ulaştı. 1968’de ise, toplam borçlar 47,901 milyar dolardı. Borç karşılığı ödemeler ise, 4 milyar doları aşmıştı. Vadesi gelmiş borçlar ve borç karşılığı ödemeler dikkate alındığında, % 8,3 gibi çok yüksek bir faiz getirisinin elde edildiği görülecektir.
Bir yandan Dünya Bankası, IMF ve diğer emperyalist örgütlenmelere olan borç yükü, diğer yandan eşitsiz ticaret ve devalüasyonların yarattığı ek yükler, gelişmekte olan ülkelerde ödemeler dengesi açıklarını büyüterek, ekonomilerin borç ve kredi ihtiyaçlarını her seferinde daha da artıran bir kısır döngüye yol açtı. Gelişmekte olan ekonomiler borç ve kredisiz yaşayamaz hele geldikçe emperyalist finans kurumları ve tekeller bu ülkelere istedikleri koşullarda yatırım yapma olanağını elde etti. Yani emperyalizm, malî sermaye operasyonlarıyla egemenliğini sağlamlaştırırken, sömürü alanlarını da geliştiriyor. Hemen her emperyalist devlet ve tüm tekeller gelişen bu sömürü alanlarından kendi sermayesi oranında payını alıyordu. Sömürüden en büyük payı doğal olarak malî açıdan en güçlü olan aldı; yanı ABD.
Cari ödemeler dengesi özeti (1967-69) / milyar dolar – (age)
1967 1968 1969
Afrika -800 -500 —-
Asya -3,200 3,200 -2,800
Orta Doğu -400 -800 -1,100
Latin Amerika -1,800 -2,400 -2,300
*Yabancı özel sermaye akışı sayılmadan
Borçlanmaların yeni borçlanmalara araç olduğu borç sarmalı, süreç içinde gelişmekte olan ülkeleri, sırf mevcut borçların ertelenmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın kapısını çalmalarına yol açıyor. Bu kez ise “hiçbir şey vermeden” yeni tavizler ve ayrıcalıklar koparılıyor. 1882’de İngiltere’nin Mısır’da geliştirdiği bağımlılık biçimi (“emir kipinin yerine dilek kipiyle” işlerin yürütülmesi) bir anlamda tersine dönüyor, borçlar arttıkça emir kipi dilek kipiyle yer değiştiriyor.
Gelişmekte olan ülkeler, IMF ile girdikleri her borç alma ilişkisinde ileri sürülen koşullar; petrol başta olmak üzere hammadde kaynakları üzerinde devlet tekelinin kaldırılması, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve bürokratik mevzuatın sadeleştirilmesi, emperyalist tekellere güvenli bir sermaye ihraç olanağıyla birlikte ülke sanayilerinde tekelci konumlar sağlamaya yöneliktir. Sürekli artan borçlandırma stratejisiyle bu istemlerin elde edilmesi arasındaki bağ Brezilya, Arjantin, Mısır, Türkiye vb. örneklerinde son derece açıktır. Bu ülkeler sürekli borçlanmayla baştan reddettikleri birçok tavizi süreç içinde vermek zorunda kalmıştır.
IMF politikalarının en ayırt edici özelliği ise, borçlanmayı sürekli hale getirecek ulusal paraların devalüe edilmesidir. Brezilya, Arjantin, Uruguay, Şili, Venezuela, Kolombiya, Peru, Kosta Rika, Ekvator, Seylan, Malezya, Bolivya, Mısır, Türkiye ve pek çok ülke IMF ile yaptıkları üst üste anlaşmalarla ulusal paralarından üç ya da altı sıfır atmak zorunda kaldılar. Sonuç; artan enflasyonla, işsizlikle birlikte sanayi temelinin zayıflaması, ithalat-ihracat dengesizliğinin daha da artması, ulusal para rezervlerinin erimesi ve ülkelerin emperyalist operasyonlara daha açık hale getirilmesidir.
Bu süreçte dikkati çeken bir önemli nokta da; ABD, savaş sonrası emperyalist dünyanın hemen hemen tek borç ve kredi (hem devlet ve hem de özel sektör aracılığıyla) veren ülkesi iken 1960’lı yılların ortasından itibaren bunun değişmeye başlaması, Almanya ve Japonya’nın bu alanda önemli bir rol oynamaya başlamalarıdır. Bu, aynı zamanda güç değişiminin rol değişimini koşullandırdığı ve sömürü pazarında pazar payının yeniden belirlendiği bir süreçtir.
Bazı gelişmekte olan ülkelerin para rezervleri 1955–57 ve 1965–67
(ithalat değerleri yüzdesi olarak) – (age)
1955–57 (ortalama) 1965–67 (ortalama)
Brezilya 39,2 26,1
Kolombiya 22,8 15,8
Meksika 37,7 25,5
Fas 39,4 15,7
Tunus 43,7 13,6
Mısır 99,6 19,5
Hindistan 79,6 26,0
Pakistan 80,5 19,3
Bu tablo, 40 yıllık sürede gelinen noktayı net olarak göstermektedir. Bu nokta, bu ülkelerin zorunlu ithal girdilerini karşılamak için dahi dış yardıma muhtaç olduklarıdır.
Savaş sonrası emperyalist genişleme; Dünya Bankası, IMF, AET, OECD ve bunlara bağlı yüzlerce sivil ve resmi örgütlenmelerle; dünya adeta bir örümcek ağıyla sarılmıştır. Sırf OECD bünyesinde 20’yi aşkın örgütlenme vardır.
1960–68 dönemi belli başlı OECD üyesi ülkelerden gelişmekte olan ülkelere özel ve resmi malî sermaye akışı (milyon dolar) – (age)
1960 1962 1963 1964 1965 1966 1967 1968
ABD 3,818 4,355 4,579 4,771 5,524 5,020 5,647 5,509
Fransa 1,325 1,395 1,242 1,360 1,244 1,320 1,341 1,483
İngiltere 881 744 721 919 1,028 939 841 769
FAC 628 609 621 706 724 792 1.140 1,663
Japonya 246 286 267 290 486 625 798 1,049
Tablo, gelişmekte olan ülkelere gittikçe artan ve bu ülkelerin de bağımlılık ilişkilerini güçlendiren bir sermaye akışının olduğunu göstermekle kalmıyor; bunun yanında ABD’nin emperyalist kampta hegemonik gücünün devam etmesiyle birlikte, Almanya ve Japonya’nın sermaye ihracında artan bir yoğunlukla öne fırlatıldığını da ortaya koyuyor.
Gelişmekte olan ülkelere 1968–70 arasında yapılan devlet yardımları (milyon dolar) – (age)
1967 1968 1969 1970
ABD 2,495 3,324 3,250 3,000
Fransa 628 855 860 800
FAC 1,109 554 594 700
İngiltere 341 428 450 480
Japonya 1,094 355 408 470
Bu iki tablonun 1968 değerleri karşılaştırıldığında bu beş ülkeden gelişmekte olan ülkelere 1968 yılında özel sermaye akışında ABD kökenli özel sermayenin 2,495 milyar dolarla ilk sırayı korurken hemen arkasından 1,109 milyar dolarla FAC ve 1.094 milyar dolarla Japonya gelmektedir. Bu iki tablo, 1945 sonrasında sistemde, ekonomik alanda bir yer değişimin yaşandığı; Almanya ve Japonya yeniden öne çıkarken Fransa ve İngiltere’nin gerilediğini göstermektedir.
Gelişmekte olan ülkelere, emperyalist ülkelerden akan mali kaynakların önemli bir bölümü doğrudan petrol tröstlerinin yatırımlarından oluşmaktadır. Petrol kaynaklarının ele geçirilmesi çerçevesinde süren bu savaşta ABD şirketleri yine ön sırada yer tutmaktadır.
1962-68 arasında ABD dış yatırımı – (age)
Yıl Toplam Petrol sanayine ayrılan miktar
1962 3,57 1,63
1963 4,04 1,89
1964 4,55 1,93
1965 5,97 2,36
1966 7,09 2,17
1967 7,90 3,26
1968 7,08 3,00
Tablodan da görüleceği gibi ABD dış yardımlarının yıllara göre ortalamasının %50’si petrol sektörüne akmaktadır. İngiliz şirketleri, bu alanda ABD şirketlerinin neredeyse tek ortağıdır. Ortadoğu Latin Amerika ve Afrika’da ABD petrol şirketleri başta olmak üzere İngiliz ve Japon şirketlerinin içinde yer aldığı birçok petrol konsorsiyumu oluşturuldu. Bu konsorsiyumlar, sadece var olan petrol yataklarını paylaşmakla kalmadılar, aynı zamanda muhtemel kaynaklar üzerinde de petrol arama izinlerini elde ettiler. Kolombiya petrolleri için ABD petrol şirketleri Tropical Oil, Texas Petroleum, Standart Oil ve İngiliz Royal Dutch ve Shell bir konsorsiyum oluşturdular. Güney Afrika’da on altı şirket petrol arama hakkını elde etti. Güney Vietnam’da yeni petrol yatakları aramak için ABD şirketleriyle Japon şirketleri ortak bir korporasyon oluşturdular. (Korporasyon; 9 Japon şirketinin oluşturduğu Ocean Oil’le Amerikan Gulf Oil arasında kuruldu)
Latin Amerika, petrol ve hammadde kaynakları bakımından ABD’nin kapalı alanı gibidir. 60’lı yıllarda Latin Amerika’da üretilen petrolde tek söz sahibiydi. “Demir yataklarının %80’den fazlasını, Boksit yataklarının %70’ini, çinko ve bakır yataklarının aşağı yukarı %90’ını ve kurşunun%80’ini ele geçirmişlerdi.”
Aşağıdaki tablo Afrika’da da ABD yatırımlarının petrol ve hammaddeler üzerinde yoğunlaştığını gösteriyor:
Afrika’da dolaysız özel ABD yatırımları (milyon dolar) – (age)
Yatırım alanı 1961 % 1967 % 1968 % 1969 %
Petrol 496 46,8 1,219 53,6 1,555 58,6 1,756 59
Maden ve
Dökümcülük 283 26,6 400 17,6 403 14,5 427 14,2
Sanayi 122 11,5 370 16,3 395 15,0 454 15,6
Ticaret 57 5,4 151 6,6 163 6,1 183 6,2
Hükümet
hizmetleri 6 0,6 3 — — — — —
Öteki alanlar 98 9,2 131 5,8 156 5,65 146 4,83
Toplam 1,064 2,274 2,676 2,971
Gelişmekte olan ülkelerde emperyalist bağımlılık ilişkilerinin oluşması ve güçlenmesinde özel mali sermayenin (bankalar, sigorta kuruluşları, finans korporasyonları, çeşitli adlar altındaki fonlar v.b.) rolü, sadece Dünya Bankası, Uluslararası Finans Korporasyonu (UFK), Uluslararası Kalkınma Derneği (UKD), Kalkınma Yardım Komitesi ve çeşitli adlarla örgütlenen uluslararası ve bölgesel “yardım ve kalkınma” örgütlerinin yürüttüğü projelere mali destek vermekle kalmıyor; buna paralel olarak gelişmekte olan ülkelerin mali yapılarında egemen konumlar elde ederek bu ülkelerin ekonomileri üzerinde tam bir denetim ağı kuruyor. Emperyalist mali sermaye; mali sermayenin kapitalizmin tekelci aşamaya yükselmesindeki rolün bir benzerini bu ülkelerde oynuyor. Yatırım alanlarını belirlemede ve sermayenin yapısını değiştirmede yol gösteriyor.
Dünya Bankası, IMF ve diğer emperyalist örgütlenmelerin özelleştirme dayatmalarıyla mali sermayenin operasyonları birleşerek gelişmekte olan ülkelerde ekonominin (bankacılık, sanayi, tarım v.b.) sermaye yapısı, emperyalist tekellerin egemenliğini sağlayacak biçimde değiştirildi. Bu süreç emperyalist mali sermayenin gelişmekte olan ülkelere doğrudan yerleşmesiyle atbaşı gidiyor. 1969’da iki İngiliz bankasının (Standart Bank ve Chartered Bank) gelişmekte olan ülkelerdeki şube sayısı 1.300’den fazlaydı. Aynı şekilde, Amerikan Manhattan Bank ve City Bank bu sürece katılmıştır. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde (Venezuella, Arjantin, Bolivya, Ekvator, Şili, Meksika vb.) ulusal bankaları ele geçirerek ya da doğrudan kendi şubelerini açarak, mali sektör üzerinde denetimlerini pekiştiriyor. Avrupa emperyalist devletleri, AET şemsiyesi altında faaliyetlerini özellikle Avrupa kıtası ile Afrika üzerine yoğunlaştırıyor. 4 Avrupa bankasının (Amsterdam-Rotterdam Bank, Deutsche Bank, Midland Bank ve Belgion Bank) bu aynı süreci Afrika kıtasında sürdürüyor.
Emperyalist sömürü ve bağımlılığın önemli unsurlarından bir diğeri de eşitsiz ticari ilişkileridir. Ticari ilişkilerde eşitsizliğin temeli eşitsiz gelişmeye ve bunun üzerine oturan emperyalist bağımlılık ilişkilerine dayanır. Bu ilişkiler eşitsizliği daha da büyüterek sonuçta bağımlılık ilişkilerini yeniden üretir.
963-1980: Değişen Dengeler ve Hegemonyadaki Çatlaklar
ABD, savaş sonrasında kapitalist dünyadaki hegemonyasını, devrimci gelişmeleri (Çin, Küba Vietnam, Kuzey Kore) ve Sovyet tehdidini kullanarak güçlendirdi. Bu tehdidi stratejisinin merkezine oturtarak, savaş sonrası elde ettiği ekonomik ve askeri üstünlüğü harekete geçirerek dünya burjuvazisini hegemonyası altında birleştirme olanağını elde etti. Bu, aynı zamanda emperyalist devletlerle diğer kapitalist devletler arasındaki çelişkilerin de minimalize edilmesi anlamına geliyordu. 1960’lı yılların başında Avrupa’da istikrarın sağlanması; sınıf mücadelesi baskısının ortadan kaldırılması ve Avrupa ekonomilerinin kendilerini toparlamasıyla birlikte minimalize edilen çelişkiler, hegemonyanın yarattığı yeni çelişkilerle birlikte su yüzüne çıkmaya ve hegemonyada çatlaklar oluşmaya başladı. Hegemonyada çatlakları ortaya çıkaran bir diğer olgu ise, bizzat bu hegemonyanın üzerine oturduğu, “Sovyet yayılmacılığı”nın abartılı bir ABD manipülasyonu olduğunun açığa çıkmasıydı.
Gerçekte ise Sovyetler Birliği, savaş yıllarında İngiltere ve ABD ile olan ilişkilerini, savaş sonrası oluşan statükonun korunması üzerinden sürdürmek niyetindeydi. Buna olanak tanımayan ve “Sovyet yayılmacılığı”nı stratejisinin temeli haline getiren ABD idi. Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası nasıl bir strateji izleyeceğini de ABD’nin izlediği bu strateji belirliyordu. Sovyetler Birliği savaş öncesi anti-Hitler (faşist) cephe yerine bu kez anti-ABD cepheyi geçirerek ve bunu dünya barışının korunmasıyla birleştirerek, stratejisini burjuva cephede çatlak yaratma (ya da barışsever halkları arkasına alarak, burjuva hükümetler üzerinde baskı yaratmak) üzerine oturttu. Özellikle Stalin’in ölümünden sonra su yüzüne çıkan Sovyet Çin anlaşmazlığı, Tito’nun başını çektiği bağlantısızlar hareketi ve Khrushchev’in Avrupa ülkeleriyle ilişkileri geliştiren “buzların erimesi” girişimi ABD hegemonyasının temeli olan anti-komünizm çimentosunu gevşetiyordu. Ancak, çelişkileri su yüzüne çıkaran esas olgu, sistemde ekonomik güç dengesindeki değişimlerdi.
Hegemonya içinde Fransa’nın konumu baştan beri çelişkiliydi. Hegemonya; Fransa’ya devrimci durumdan kurtulması için destek ve ekonomisini düzeltmesi için mali yardım sunuyordu ama, ondan eski sömürgeleri üzerinde denetimden ve Avrupa’da tek güç olma hayallerinden vazgeçmesini istiyordu. Bu ikilemde Fransa, hegemonyanın yumuşak karnıydı. Hegemonyada ilk çatlağı da Fransa açtı.
De Gaulle; ABD hegemonyasını Avrupa’nın boyun eğişi olarak görüyordu ve Fransa’yı bu boyun eğişin dışında tutmak için hem ekonomik ve hem de askerî açıdan kendi alternatiflerini yaratmaya çalıştı. 1958’de AET’nın kuruluşu, bu yolda Fransa’nın attığı adımlardan biridir; bir diğeri ise, bir yandan kendi askeri gücünü geliştirirken (1960’da ilk atom bombası denemesini yaptı. Bu denemeyi De Gaulle “Yaşasın Fransa! Çünkü bu sabah daha güçlü ve daha gururlu o!” sözleriyle alkışladı. – Paul Kennedy – Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü- İş Bankası Yay. –s.475) diğer yandan askeri açıdan ABD dayatmalarına karşı direndi.
Fransa-ABD ilişkilerinde asıl gerginlik, 1956’da Mısır’ın; İngiltere ile Fransa’nın kontrolünde olan Süveyş kanalını millîleştirmesi sırasında ortaya çıktı. Mısır’ın bu girişimine karşı İngiltere ve Fransa, İsrail’i de yanlarına alarak Mısır’a askeri müdahalede bulundu. İsrail, Sina yarımadasını işgal etti. İngiliz ve Fransız hava kuvvetlerinin bombardımanı ardından, kara birlikleri Mısır’a girdi. Savaş, ABD ve Sovyetler Birliği’nin karşı durmasıyla önlendi. Bu olay Fransa’nın harekete geçmesi için yeterli oldu. Fransa, ABD’nin İngiltere’de kurduğu Polaris füze sistemini Fransa’da kurma istemini reddetti. Bununla da yetinmeyerek NATO’nun askeri kanadından ayrıldı ve 1966’da da NATO genel merkezini Paris’ten çıkardı; Fransa’daki bütün ABD üslerini kapattı. Bu hegemonyadaki ilk çatlaktı.
1957’de AET’nin kuruluşu, hegemonyadaki çatlağın bir başka boyutuydu. AET, altı Avrupa ülkesini -Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg- bir araya getiriyordu. Afrika’daki eski Fransız, Belçika ve İtalya sömürgeleri AET’in kuruluş aşamasındaki aday üyeleriydi.*** Bu aday üyeler, aslında AET’in kuruluş amacını yeterince açıkladığı gibi, kuruluş üzerindeki Fransız etkisinin de göstergesiydi. Aday ülkelerin büyük çoğunluğu eski Fransız sömürgeleriydi ve Fransa’nın amacı bu ülkeler üzerindeki bağımlılık ilişkilerinin pekiştirilmesiydi. Almanya içinse AET, hem Avrupa pazarının genişlemesi hem de eski sömürge pazarlarına sızma dayanağının artmasıydı.
AET’ın amacı metinlerde şöyle belirtiliyordu; “anlaşma kapsadığı sınırlar içinde hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmaksızın sermaye, iş gücü ve metaların serbest dolaşımı, ticarette gümrük tarifeleri ve kotaların süreç içinde kaldırılması, ortak bir ticaret ve tarım politikası oluşturulması ve üye ülke ekonomilerinin birbiriyle uyumlaştırılması.” (Yeni Sömürgecilik: Konuk Yay. s.366)
Emperyalist amaçlı bütün ekonomik, politik ve askeri antlaşma metinlerinin ortak özelliği olan kalkınma, işbirliği, serbest ticaret gibi sihirli formüllerin ardındaki gerçek ise, kısa sürede ortaya çıkıyordu; ama bu süre zaten gelişmekte olan ülkeler açısından “iş işten” geçtiği bir nokta oluyordu. Bağımlılık ilişkileri üst üste binerek yeni bağımlılık ilişkilerine yol açıyordu.
Eski sömürgeleri üzerindeki denetimi, ABD ve İngiltere’ye kaptırmama girişimi Fransa ile İngiltere’yi elli yıllık bir kader birliğinin ardından neredeyse karşı karşıya getirirken (Fransa, İngiltere’nin AET’ye üye olmasına 1963 yılına kadar direndi.) Almanya’yla arasındaki yüz yılı aşkın bir düşmanlığın dağılmaya başladığının da işaretlerini veriyordu. 1947’de Almanya’ya karşı İngiltere’yle “Dunkirk Anlaşması”nı imzalayan Fransa (daha sonra bu anlaşma Benelux devletlerini kapsayacak biçimde genişletildi), 1963’te Almanya ile bir anlaşma imzalamak gereğini duyuyordu. 1963’te Fransa, Almanya ile bu barışmayı aceleci bir coşkuyla “Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durması, süper güçlerin egemenliğinden kurtulması, kendi şanlı geçmişini hatırlayıp aynı ölçüde şanlı bir kader arayışı için işbirliği yapma” olarak nitelendirdi.( Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü- İş Bankası Yay. –s.276)
AET, amaçları doğrultusunda topluluk bünyesinde üç birim oluşturarak çalışmalarına başladı. Avrupa Yatırım Bankası (AYB), Avrupa Sosyal Fonu (ASF) ve deniz aşırı aday ülkeler ve bölgeler için kalkınma fonu (DÜKF) oluşturulması ve deniz aşırı aday ülkeler ve bölgelerde bu kalkınma fonunun yatırımları, Fransa’nın AET’yi oluşturmadaki temel saikini yeterince açıklamaktadır. Bu fondan ilk beş yıl (1958–1963) içinde eski sömürgelere aktarılan kaynak şöyledir.
Ülkeler ve Bölgeler Tahsil edilen fonlar (toplamın yüzdesi olarak)
Frank alanındaki ülkeler ve bölgeler 88
Eski Belçika sömürgeleri 5
Eski İtalya sömürgeleri 1
Eski Hollanda sömürgeleri 6
(Yeni Sömürgecilik: Konuk Yay. s.371)
Tablodan da görüleceği gibi Fransa fonun %90’ına yakın bir kaynağı (F. Almanya’nın da desteğiyle) kendi bölgesine aktardı. Fondan aday ülkelere aktarılan kaynağın %40’ı tıpkı Dünya Bankası ve öteki emperyalist örgütlenmelerde olduğu gibi tekelci yatırımları teşvik edici alt yapı yatırımlarına (yollar, okullar, enerji kaynakları v.b.) yönelikti. Yine bu beş yıl içinde aday ülkelere karşılıksız yardım biçiminde 63 milyon dolar aktarıldı. Koşulu ise, bu yardımın kullanılacağı projelerin AET ülkeleri firmaları tarafından üstlenilmesiydi. AET, aday ülkelere yönelik olarak Avrupa kalkınma fonu (AKF) adında yeni bir örgütlenmeyi devreye soktu. Bu fondan 1963-68 yılları arasında aday ülkelere 379 milyon 150 bin dolar aktarıldı. Bu miktarın büyük bir bölümü aşağıdaki tabloda da görüleceği gibi alt yapı yatırımları, sağlık ve eğitimde kullanıldı.
Fon kaynaklarının tümünün hangi alanlarda kullanıldığını aşağıdaki tablo göstermektedir.
Tarım 44,9
Altyapı 37,7
Eğitim 10,0
Sağlık kolaylıkları 4,6
Sanayi 1,3
Çeşitli 1,5
Yeni Sömürgecilik: Konuk Yay. s. 375
AET bünyesindeki Avrupa Yatırım Bankası 1968’de aynı amaç ve biçimde kullanılmak üzere aday ülkelerden Moritanya’ya 11, Senegal’e 2,4, Fildişi Kıyısı’na 10,9, Kamerun’a 8,5, Goban’a 3,2, Kenya’ya 9 milyon dolar aktarıldı. Aynı yıl içinde AYB ve AKF’dan sağlanan özel amaçlı borçların dağılımı ise şöyleydi: Moritanya 2,8, Fildişi Kıyısı 9,6, Kamerun 14,5, Çad 1,2, Merkezi Afrika Cumhuriyeti 0,2 milyon dolar.
Bütün bu dönem boyunca AET üyeleri ile aday ülkeler arasındaki ticaret, doğal olarak aday üyelerin aleyhine işledi. Aday ülkelerin ana ihraç malları olan tarımsal ürünlerin fiyatları düşerken ya da Almanya, Fransa ve İtalya’daki gibi yüksek oranda vergilendirme yoluyla aday ülkelerin ihracatı engellenirken, (aday ülkelerden ithal edilen kahveye, Almanya %108, kakao ‘ya %40, Fransa %36-%105, İtalya her ikisine %148 vergi uygulanıyordu) bu ülkelerin AET’den ithal ettikleri sanayi ürün fiyatları ya sabit kalıyor ya da yükseliyordu.
1964’de aday ülkelerin dış ticareti (milyon dolar) (age-381)
Ülkeler İthalat İhracat Denge
Moritonya 15,7 45,6 +29,9
Mali 36,6 16,6 -20,0
Yukarı Volta 37,0 9,3 -25,7
Nijerya 33,5 21,3 -12,2
Çad 34,6 26,5 -8,1
Senegal 171,6 122,5 49,1
Fildişi Kıyısı 245,0 302,1 +57,1
Togo 41,7 30,2 -11,5
Dahomey 31,4 13,2 -18,2
Kamerun 115,8 121,7 +5,9
Merkezi
Afrika Cumhuriyeti 29,8 28,9 -0,9
Gabon 55,7 90,1 +34,4
Kongo 64,8 47,4 -17,4
Zaire 285,0 346,1 +61,1
Uganda 4,8 3,6 -1,2
Somali 44,7 31,8 -12,9
Madagaskar 135,5 91,8 -43,7
1964’teki bu rakamlar, ticaretteki dengesizliği çok fazla değiştirmeyen bir eğilim olarak ortaya koymaktadır. Bu eşitsizlikten asıl payı toplayan ise, F. Almanya olmuştur. (Fransa’nın aday ülkelere ihracatı %41 artarken Almanya’nın ihracatı %72 artış gösterdi.)
AET’nin kuruluşundan bu yana AET ülkelerine yapılan toplam ihracat hacminde üçüncü ülkelerin payı 1965 rakamlarına göre %65’den (1958) %58’e düşmüştür. Fakat aynı zamanda, aday ülkelerin ihracat paylarında %25’den %19’a bir düşüş gözlenmiş ve bu düşüş en çok tarımsal ürünlerde kendini göstermiştir.
AET, Akdeniz bölgesinde bir egemenlik alanı yaratmak amacıyla, sürekli olarak genişleme yönünde çaba sarf etti. 1968’de Tanzanya, Uganda ve Kenya; 1969 yılında Fas ve Tunus AET aday üyeliğine dahil edildi. Ayrıca Arjantin, Türkiye, Yunanistan, Uruguay, İspanya, Avusturya ve İsrail ile “tercihli ticaret” anlaşmaları yaparak hareket alanını genişletmeye çalıştı. AET’nin hem kuruluş süreci hem de Afrika’daki genişleme faaliyeti dikkate alındığında bunun özellikle Fransa’nın bir egemenlik alanı yaratma yolunda atılmış bir adım olduğu gözden kaçmaz. Fransa’nın eksik güçle (ekonomik ve askeri güç bakımından zayıflığı kastediliyor) attığı bu adım, Almanya’nın artan ekonomik gücüne karşılık politik çekingenliğiyle dengelenmiş ve İngiltere’nin yüz yıllık dünya egemenliğinden “egemenliğinin bir bölümünü alacaklılarına (ABD) devretme” noktasına gelmesiyle engellenmeye çalışılmış olsa da yine de ABD hegemonyasında açılmış önemli bir çatlaktır. ABD’nin; Fransa’nın girişimlerine karşı gösterdiği tepki bu gerçeğin kabulünden başka bir şey değildir. ABD, bu çatlağı kapatmak, en azından büyümesini önlemek için İngiltere’yi devreye sokmuş; 1977’de İrlanda ve İngiliz Commonwealth’in üyelerini AET’ye sokma sürecini başlatarak en azından Fransa karşısında bir denge yaratmaya çalışmıştır. ABD ile Fransa arasında bu türden bir gerilim OECD’nin 1973 tarım bakanları toplantısında da yaşandı. ABD, Avusturalya ve Kanada tarım piyasalarının liberalleşmesini isterken, Fransa ve Japonya, buna karşı çıkarak fiyatların önceden kabul edilen düzeyde tutacak bir mekanizmanın kurulmasında direttiler. Tarım alanında bu çatışma uzun yıllar varlığını sürdürmüş, bugün bile halledilememiş bir sorun olarak durmaktadır.
Fransa’nın hem NATO’nun askeri kanadından ayrılması hem de AET’nin kuruluşuna öncülük etmesi ABD’yı rahatsız etse de hiçbir zaman ilişkilerde bir kopma anlamına gelmedi. Fransa NATO’nun askeri kanadından ayrıldığı halde, NATO Fransız hava sahasını ve Fransa’dan geçen sıvı yakıt boru hatlarını kullanabiliyordu. Fransa, İngiltere ve F. Almanya arasında SB ve Demokratik Almanya’yı hedef alan askeri anlaşmalar geçerliliğini koruyordu. Ayrıca ABD’nin karşı olduğu AET fikri değildi; çünkü AET henüz ABD hegemonyasına tehdit oluşturabilecek bir güce sahip değildi. Tersine, Avrupa’nın ekonomik olarak birleşmesi, güçlenerek, doğu Avrupa’nın sosyalist devletleri için bir çekim merkezi olması, ABD’nin de istediği bir şeydi. ABD’nin karşı olduğu, AET’nin hegemonyayı zayıflatma, onun dışına çıkma ihtimaliydi ki İngiltere’yi devreye sokmasının nedeni de bu ihtimalin önlenmesiydi.
Değişmeye başlayan güç dengeleri
ve Çatlakların büyümesi:
Savaş sonrasında oluşan ABD hegemonyasını yıpratan ve çatlakların büyümesine yol açan önemli bir diğer olgu, 1950’li yılların ortasında başlayarak, emperyalist sistemde farklı ekonomik güç odaklarının oluşumunu sağlayan gelişmelerdir. Bu döneme ait ekonomik veriler, yukarıdaki yargıyı doğrulayan bir eğilime işaret etmektedir. Her şeyden önce, savaş sonrası dönem dünya kapitalist ekonomisi tarihinin hiçbir döneminde olmadığı denli bir gelişme trendini yakaladığı dönemdir. Aşağıdaki tablolar bu büyümeyi çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır:
Dünya imalat sanayi üretimi 1830–1890 (1900:100) TABLO –A
Yıllar Toplam üretim Yıllık büyüme oranı
1900 100,0 2,6
1913 172,4 4,3
1928 250,8 2,5
1938 311,4 2,2
1953 567,7 4,1
1963 950,1 5,3
1973 1736,6 6,2
1980 3041,6 2,4
Dünya Ticaret Hacmi 1850–1971 (1913:100) TABLO -B
1913 100
1921–25 82
1930 113
1931–35 93
1938 103
1948 103
1953 142
1963 269
1968 407
1971 520
Dünya Üretiminde % artışları (1948–1968) TABLO -C
1848–1958 1958–1968
Tarımsal mallar %32 %30
Mineraller %40 %58
Mamul mallar %60 %100
Tablolar Paul Kennedy -Büyük güçlerin yükseliş ve çöküşü –İş Bankası yayınları -kitabından alınmıştır. Saf.-490-491
Tablo A; eşitsiz gelişim altında ve devrevî krizlerle kesintiye uğrayan kapitalist gelişim eğrisinin daima yukarıya doğru olduğunu göstermektedir. Tabloda görüleceği gibi dünya sanayi üretimi 1953-73 yılları arasında ortalama %5,75 gibi yüksek bir gelişme hızı yakalayarak gelişimini sürdürdü. Kapitalist gelişmenin 20 yılını temsil eden bu yüksek gelişme oranı, kapitalizmin bundan önceki 123 yıllık dönemindeki büyüme oranının 3,2 katıdır. Kapitalizmin bu hızlı gelişimini koşullayan etkenlerin başında, 1950’li yılların ortasında ortaya çıkan dev teknolojik gelişmeler ve emperyalist ülkeler dışındaki dünyanın sisteme tam entegrasyonu yatmaktadır. Bunlara savaşın yıktığı, ekonomilerin yeniden toparlanmasının yarattığı olanaklar eklendiğinde, kapitalizm dünya çapında genişlemesine olduğu kadar, derinlemesine bir büyüme yakalanmıştır. Bu büyüme dünya ticaret hacmindeki büyümede de görülmektedir. 1953-71 yılları arasında dünya ticaret hacmi 3,7 kat artmıştır. Tablo C büyümenin temel sektörler arasındaki dağılımını göstermektedir. Tabloda ilk göze çarpan tarımsal mal üretiminin düşme eğilimini koruması, buna karşın hammadde ve mamul meta üretimi artarken, mamul meta üretimindeki artışın, hammadde ve tarımsal mal üretimindeki artış toplamından daha yüksek olduğudur.
Bu aynı dönemde, gelişmekte olan ülkelerde kapitalist büyüme son derece eşitsiz de olsa, bu genel büyüme eğilimine uygun düşmektedir. Bu ülkelerin dünya imalat sanayi içindeki payları 1953’de % 6,5’tan 1963’te %8,5’e, 1973’te %9,9’a 1980’de ise, %12’ye çıkmıştır.
Savaş sonrası bu hızlı ekonomik büyümeye daha yakından bakıldığında görülen, sistem içinde yeni ekonomik güç odaklarının şekillenmeye başlamasıdır.
Güçlerin 1950’deki toplam GSMH’ları ve kişi başına GSMH’ları (1964 doları olarak) TABLO –D (age- saf-439)
Toplam GSMH Kişi başına GSMH
Birleşik devletler 381 2,356
SSCB 126 699
İngiltere 71 1,396 (1951)
Fransa 50 1,172
Batı Almanya 48 1,001
Japonya 32 382
İtalya 29 626 (1951)
TABLO E- 1980 (age-saf.-515)
Nüfus Kişi başına
(milyon) GSMH (dolar) GSMH
(milyon dolar)
Birleşik devletler 228 11,360 2,590
SSCB 265 4,550 1,205
Japonya 117 9.890 1,157
AEK (on iki devlet) 317 — 2,907
Batı Almanya 61 13,590 828
Fransa 54 11,730 633
İngiltere 56 7,920 443
İtalya 57 6,480 369
Çin 980 290 (450) 284 (441)
1945’te ABD, hem askerî hem de ekonomik olarak kapitalist dünyada büyük bir üstünlüğe sahipti. Bu üstünlük, kısmen kendi sanayi veriminden kısmen de diğer ülkelerin savaş sırasında sanayi temellerindeki zayıflamadan kaynaklanan nisbi bir üstünlüğe dayanıyordu. 1950’li yılların ortalarından itibaren ABD’nin bu üstünlüğü başta Japonya ve Almanya olmak üzere diğer emperyalist devletlerin ekonomilerinin toparlanmasıyla birlikte yıllar içinde yavaş ama sürekli bir düşüş gösterdi. 1945’te dünya imalat sanayi üretiminin yarısından fazlasına sahip olan ABD’nin payı 1953’te %47,7’ye 1980’de ise, %31,5’e düştü. Başka bir deyişle dünya imalat sanayi yukarı doğru bir çizgi çizerken ABD imalat sanayi yıllar içinde bir eğik düzlem içinde aşağı doğru hareket etti ve ediyor. Aynı şekilde dünya GSMH içindeki payı da 1960’da %25,9 iken %21,5’e geriledi.
Gayri Safi Dünya Hâsıla Payları 1960–1980 (yüzde olarak)
TABLO –F (age-saf.-514)
1960 1970 1980
Az gelişmiş ülkeler 11,1 12,3 14,8
Japonya 4,5 7,7 9,0
Çin 3,1 3,4 4,5
AET 26,0 24,7 22,5
ABD 25,9 23,0 21,5
Öbür gelişmiş ülkeler 10,1 10,3 9,7
SSCB 12,5 12,4 11,4
Öbür sosyalist ülkeler 6,8 6,2 6,1
Kişi Başına Yıllık Ortalama Verim Büyümesi Oranları (1948–1962)
TABLO –G (age-saf.-511)
1913–50 1948–62
ABD 1,7 1,6
İngiltere 1,3 2,4
Belçika 0,7 2,2
Fransa 0,7 3,4
Almanya/FAC 0,4 6,8
İtalya 0,6 5,6
1950–1980 yılları arasında ABD, GSMH (1950’de 381 milyar dolardan 1980’de 2,590 milyar dolara) 6,8 kat artarken, Japonya’nın GSMH’sı 36 kat arttı. ABD, GSMH artışı bakımından belli başlı emperyalist devletler içinde sadece İngiltere’nin (6,2 kat) biraz üstündeydi. En ileri teknolojiye ve en büyük araştırma-geliştirme yatırımlarına sahip olmasına rağmen kişi başına verimlilik artışından da ABD aynı eğik düzlem üzerinde aşağı doğru bir hat izledi.
ABD, ekonominin bütün göstergelerindeki bu aşağı doğru hareketlerine karşın Japonya, bütün olumsuz koşulları arkasında bırakarak hızlı bir ekonomik büyümeyi gerçekleştirdi. 1945’te Japonya sadece vesayet altında bir ülke değildi. Geleneksel pazarlarını, ekonomisinin temel gereksinimlerini (hammadde) karşılayan egemenlik alanlarını da kaybetmişti. Savaş bittiğinde, viran bir ülke olarak ABD yardımına bağımlıydı. 1950’li yılların ortalarından itibaren ortada bambaşka bir Japonya vardı. Vesayetten kurtulmuş değildi, ülkenin her yerinde ABD üsleri vardı; ama ekonomik açıdan sadece ABD’yi değil, diğer emperyalist ülkeleri de geride bırakan bir performans yakalamıştı. Tıpkı bir zamanlar ABD’nin, İngiltere’den aldığı teknolojiyi geliştirerek kendi ekonomik gücünü yarattığı gibi bu kez Japonya aynı yolu izleyerek ABD’den aldığı üretim teknolojilerini geliştirerek kendi “mucizesini” yaratıyordu. 1950–80 arasında Japon GSMH 32 milyondan 1.157 milyar dolara yükselerek tam 36 kat büyüdü. GSMH’da ulaştığı miktar, Fransa ve İngiltere’nin toplamından, ABD’nin GSMH’nın yarısından büyüktü. Dünya GSMH’daki payı ise, % 4,5’ dan (1960), % 9,0 (1980) çıkmıştı. Ekonominin ulaştığı teknolojik düzeyin ve genel verimliliğin önemli bir göstergesi olan emek üretkenliğindeki artışta Japonya’nın sağladığı büyük üstünlük ise, aşağıdaki tabloda görülmektedir. 1955–70 yılları arasında Japonya sanayinde emek verimliliği, diğer hiç bir ülkede görülmedik ölçüde dört kat artmıştı.
Başka Kapitalist Ülkelerin Sanayilerinde Emeğin Üretkenliğinin Artış Hızları (işçi başına: 1950:100) TABLO –H (age)
1955 1960 1965 1970
ABD 118 134 166 183
İngiltere 111 122 143 172
Fransa 126 159 197 279
F. Almanya 127 153 192 251
İtalya 145 215 290 380
Japonya 177 299 433 716
Japon ekonomisinin diğer bir özelliği ise, sürekli düşük teknolojinin yüksek teknolojisiyle yer değiştirmesidir. Bu yolla Japonya kendi sanayi ürünlerinin (bilgisayar, telekomünikasyon, uzay sanayi, robot yapımı, biyoteknoloji, fotoğraf makineleri, mutfak eşyaları, elektrikli aletler, müzik setleri v.b.) dünya pazarında çekiciliğini arttırırken, bunlara dayalı bir ticaret fazlasını da süreklileştiriyordu. Japon sanayi, birçok üründe dünya liderliğini ele geçirdi. İsveçlilerin saat, Almanya’nın optik ve İngiltere ve ABD’nin motosiklet alanlarındaki üstünlüğünü ele geçirdi. 1960–81 yılları arasında dünya otomobil üretiminde payını %1’den %23’e çıkararak olağanüstü bir sıçramayı gerçekleştirdi.
Japonya’dan sonra kapitalist ekonomide en hızlı gelişmenin olduğu diğer bir alan Avrupa’dır. Avrupa, 30 yıllık bir süre içinde ikinci kez savaşın yıkıntıları üzerinde yeniden bir ekonomik güç olma sorunuyla boğuşmak zorunda kaldı. Savaş sonrasında özellikle ABD hegemonyası altında ABD mali yardımlarıyla toparlanan Avrupa, 1950’li yılların ortasından itibaren eşitsiz ama hızlı gelişme trendi yakaladı. 1950–70 dönemi arasındaki dünya GSMH içindeki payı % 37’den % 41’e sanayi üretimindeki payı ise, % 39’dan % 48’e yükseldi.
Tek tek Avrupa devletleri dikkate alındığında, İngiltere ekonomisinin 20 yy. başlarında içinde girdiği gerileme sürecinin devam ettiği, buna karşılık, özellikle Almanya’nın ekonomik gelişme bakımından Fransa’yı da geride bırakarak tekrar ön sıraya oturduğu görülmektedir.
Aslında İngiltere, savaştan en az zararla çıkan Avrupa ülkesiydi. Eski sömürgelerinin bir kısmını ABD’ye kaptırsa da hâlâ dünyanın alan paylaşımı bakımından önemli bir egemenlik alanına sahipti ve sanayi temeli diğer Avrupalı rakiplerine göre daha sağlamdı. Savaş sırasında bile İngiliz sanayisi, özellikle savaş malzemesi üretimini aralıksız sürdürebilmişti. Ama yine de enflasyon, işsizlik ve Sterlindeki aşınma İngiliz ekonomisinin ayrılmaz özellikleri olarak kalıyordu. ABD’den en çok malî destek alan ülke olmasına rağmen, bir anlamda ABD’nin kaderini paylaşıyordu. Ekonominin gelişme çizgisi, sürekli aşağıya doğruydu. Bir farkla ki ABD ekonomisi gerileme içinde büyüklüğünü korurken İngiltere ekonomisi sürekli küçülüyordu. İngiliz sanayi ürünleri, Alman ve Japon sanayi ürünleri karşısında pazar bulmakta zorlanıyordu. Dünya imalat üretimindeki payı 1953’te 8,6 iken, 1980’de %4’e geriledi. Aynı gerileme İngiltere’nin dünya ticaretindeki payında da söz konusuydu. 1955’te 19,8’den 1976’da % 8,7’ye düştü. 1950–80 yılları arasında İngiltere, GSMH gelişim bakımından 6,2’lik bir artışla emperyalist devletler arasında en alt sıradaydı. Miktar açısından ise 1950’de ABD’den sonra ikinci sırada iken 1980’de ancak az bir farkla İtalya’nın üstünde yer alabilmişti. Kişi başına düşen GSMH bakımından ve sanayi verimliliği açısından da alt sıralardaydı. Askerî açıdan da İngiltere’nin kendi başına hareket edeceği günler çok geride kalmıştı. 1956 Süveyş müdahalesi, İngiltere’nin ABD’ye rağmen hareket edemeyeceğini gösteriyordu. Kısacası İngiltere, gerileyen ekonomisiyle ve bağımsız karar verme gücünü yitiren bir ülke olarak ABD’nin bir peyki gibiydi.
Fransa; 1920’li yılların başında İngiltere’yle birlikte girdiği nispi ekonomik gerileme ve istikrarsızlıktan kurtularak, 1950’li yılların sonunda yeniden ekonomik büyüme ve istikrar dönemine girdi. Savaş sonrasında ekonomisini, ABD mali desteği ve devletleştirmeler yoluyla güçlendirdi. 1958’de De Gaulle’ün iktidarı altında Fransız Komünist Partisi’nin de desteğiyle sağlanan emek-sermaye uzlaşması ortamında ekonomisini daha da sağlamlaştırdı. Tarımsal üretimin Fransız ekonomisi içinde önemli bir yer tutması nedeniyle düşük olan kişi başına sanayileşme düzeyini 1955’te 127 (1950:100)’den 1973’e 279’a (Tablo H) yükselterek sanayi temelini güçlendirdi. 1948-62 yılları arasında ortalama % 3,4 oranında bir büyümeyi gerçekleştirdi. Fransa’nın GSMH’ı 1950-80 arasındaki otuz yıllık sürede tam 12,6 kat arttı. (Tablo A-B) GSMH’daki bu artış, aynı dönemdeki ABD, GSMH artışının neredeyse iki katı kadardır. Bu hızlı büyüme, geleneksel Fransız ihraç ürünlerine, (giysi, ayakkabı, şarap, mücevher v.b.) yenilerini ekledi. “1949-69 yılları arasında otomobil üretimi on kat, alüminyum 6 kat, traktör ve çimento 4 kat, demir ve çelik 2,5 kat arttı.” İngiltere’yle kıyaslandığında Fransa’yı öne çıkaran bu ekonomik gelişme, Almanya ile kıyaslandığında ise, tersi bir görünüme sahipti. Fransız ekonomisi; hem ekonomik büyümenin farklı göstergeleri açısından ve hem de sermaye yoğunluğu, meta üretim düzeyi ve ürün fiyatları bakımından Almanya’yla kıyas kabul edemez geri bir düzeydeydi. Bu yüzden Fransa’nın Almanya ile olan ticareti yıllar boyu hep Fransa aleyhine açık verdi.
Fransa, bu yıllar içinde ekonomik güçlenme çabasıyla birlikte Avrupa’da politik bir güç olma peşinden koştu. Avrupa’nın diğer iki emperyalist devleti olan İngiltere’nin ABD’nin Avrupa’daki kolu olması ve Almanya’nın boyun eğmişliği karşısında Fransa, Avrupa’da bir güç bloğu yaratarak, Avrupa’nın “sesi” olma olanağını kullanmaya çalıştı. 1960’da AET’nin kurulmasına öncülük etti. AET ile, Alman ekonomik gücünü yanına alarak bir yandan Afrika’daki eski sömürgeleri üzerinde kaybetmeye başladığı denetimi yeniden kurarken, diğer yandan tarımsal üretimini koruma ve sanayi ürün pazarını genişletme olanağını elde etti.
Fransa’nın “Avrupa adına” dünya sahnesinde yer alma girişimi, ABD bağımlılığından kurtulmak isteyen Almanya’nın pasif de olsa desteğini aldı. Almanya, kendine yeni Pazar olanakları sağlayan AET’nin bir anlamda ana finansörü oldu. Almanya’nın pasif desteğine dayanan Fransa’nın bu girişimleri İngiltere ve Danimarka’nın AET’ye üye olarak girmeleriyle dengelemeye çalışılsa da (Fransa’nın arzuladığı Avrupa’nın kendi güvenliğini oluşturması yolundaki adımları engellendi, tarım politikaları Brüksel’de rahatsızlıklara yol açtı vb.) Fransa Avrupa’nın “sesi” olma çizgisini çok başarılı olmasa da hep sürdürdü.
Almanya, 1945’ten egemenlik haklarından bir kısmını kaybetmiş bir devlet, ikiye bölünmüş bir ülke, tahrip olmuş bir sanayi ile çıktı. Bu olumsuz koşullar altında ekonomisini yeniden toparlayabilmesi için ABD malî yardımlarına bağımlılığı hem Fransa’dan daha fazla ve hem de daha yakıcıydı. Çünkü; Almanya sadece ekonomisini düzeltmek ve kapitalist istikrarı sağlamakla karşı karşıya değildi; aynı zamanda Demokratik Almanya’nın batıda yaşayan işçi sınıfı için bir çekim merkezi olamaması için de gereken her şeyi yapmak zorundaydı. Bu Almanya için dahi hızlı bir sanayi büyümesi ve daha reformist bir “sosyal devlet” örgütlenmesi demekti. Bu iki unsur da ancak Almanya’nın geleneksel (bir dünya gücü olma) politikasından ödün vermesiyle gerçekleşebilirdi. O artık Avrupa’nın “asi çocuğu” değil, “uslu çocuğu” rolündeydi ve ancak ABD politik yörüngesinde bu hedeflerine ulaşabilirdi.
Bu haliyle F. Almanya, Avrupa’da İngiltere ve ABD ile Fransa arasındaki güç oyununun bir denge unsuruydu. Bu durum, Almanya’nın Avrupa’da bir güç odağı olma hedefinden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Tersine 1945’lerin koşullarında bir güç odağı olmanın başka yolunun görünmemesi yüzünden böyleydi. 1960’lardaki gelişmede (1960’ta Fransa ile F. Almanya’nın AET’yi örgütlemeleri yüzyıllık Alman-Fransız düşmanlığına 1963’te son veren Alman-Fransız ittifakı v.b.) F. Almanya ile Fransa arasında Avrupa’da yeniden bir güç odağı yaratılması doğrultusunda zımni bir işbirliğinin kanıtları olarak görülebilir.
F. Almanya, Avrupa’da politik olarak öne çıkmamakla birlikte, ekonomik açıdan ABD’den sonra emperyalist dünyanın yeniden ikinci büyük ekonomisine de sahipti. Savaşın yıkıntıları üzerinde, kısa sürede kimya, demir-çelik, elektrik, otomobil sanayi v.b. temel sanayi dallarında ve mali alanda büyük ilerlemeler göstererek Avrupa’da ekonomik güç odağı haline geldi. “1948–52 yılları arasındaki sanayi üretimi % 110, gerçek GSMH’si ise, %67 oranında yükseldi. 1950’de 48 milyar dolar olan Alman GSMH’sı 1980’de 828 milyar dolara yükseldi; yani tam 17 kat artış gösterdi. Bu Japonya’dan sonra en yüksek artıştı ve ABD’deki artışın 2 katından daha fazlaydı. Almanya, 1980’de kişi başına GSMH bakımından ise, birinci sıradaydı. (Tablo D-E) Bu yıllarda Alman ticareti sürekli olarak fazla verdi. Dolar da dahil diğer ulusal paralar değer kaybederken Almanya Mark’ı sürekli olarak revalüe etmek zorunda kaldı. Mark, Sterlin’in yerini alarak dünya çapında ikinci rezerv para kurumuna yükseldi.
Avrupa’da büyük ölçüde Alman ekonomisine dayalı güç odaklaşması AET bütünlüğü içinde ele alındığında daha da çarpıcıdır. 1960’lı ve 79’li yıllarda AET dünyanın en büyük ihracatçısı ve ithalatçısıydı. (bu ticaretin büyük bölümü Avrupa içinde olsa da) 1983’e gelindiğinde dünyanın en geniş altın ve döviz rezervlerine sahipti. Dünya GSMH’sinin 1960’da %26 1970’de %24,7 ve 1980’de %22,5 sahipti. (1980’de ki bu düşüş büyük ölçüde İngiltere’nin GSMH’da ki düşüşten kaynaklanmaktaydı.) aynı yıllarda ABD’nin GSMH payları ise, sırasıyla %25,9, %23 ve %21,5 ‘di. Bazı sanayi dallarında (otomobil, çimento ve demir-çelik) kapitalist dünyada birinci sırada yer alıyordu.1950-70 arasında oluşan bu yeni güç dengeleri 1973 yılında Kissinger’i şu yargıya vardırıyordu: “ekonomik açıdan en az beş önemli grup var, politik açıdansa, çok daha fazla etki merkezi belirdi… ABD, Sovyetler Birliği, Çin, Japonya ve Batı Almanya.” (age-saf.-484)
1960’lı yılların sonunda yaşanan dolar krizi, bu güç bloklaşmasını daha da belirgin hale getirdi. 1960’lı yılların ortalarından başlayarak ABD’nin ülke içi yatırımları düştü, ticaret ve bütçe açıkları artarak büyüdü ve dünya altın rezervlerindeki payı 1950’de % 67’den 1973’te %27’ye düştü. 1969’da kapitalist dünyanın toplam para rezervleri 75 milyar dolarken bunun ancak 39,1 milyar doları altın karşılığıydı. Bu durum para krizinin başladığının ilk işaretleriydi. Özellikle Fransa ve ABD arasında karşılıklı hamlelerin ardından 1969’da “kâğıt altın” planının kabul edilmesi, sorunu çözmeye yetmedi. Frank ve Sterlin devalüe olmaktan kurtulamadığı gibi ABD ve İngiltere’nin ticaret ve bütçe açıkları artmaya devam etti. 1950–71 yılları arasında ABD ödemeler dengesi açığı 60 milyar dolar ulaştı. 1971’de ABD altın rezervlerindeki açık ise, 10,3 milyar dolardı. Buna karşılık, Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın elinde dolar miktarı 50 milyara ulaşmıştı. Doların altın karşılığı ilkesi fiili olarak işlemez durumdaydı ve Avrupa’da altın karşılığı olmayan muazzam bir kâğıt dolar (Euro dolar) piyasası oluşmuştu. Başta F. Almanya, İsviçre olmak üzere birçok Avrupa ülkesi ve Japonya, dolar alımını durduklarını açıkladı. Bu gelişmeler altın fiyatlarında keskin bir artışla birlikte doların değişim değerinin de düşmesine yol açtı. Birçok Avrupa ülkesi (F. Almanya, Hollanda, İsviçre, Avusturya) paralarını dolar karşısında revelüe etti. Doların Mark karşısındaki değişim kuru 3,64/3,68 bandından 3,30/3,35 bandına geriledi.
1970’lı yılların başında F. Almanya ve Japonya’nın büyüme hızlarında bir yavaşlama olsa da büyüme eğilimlerini korumaları, dünya sanayi üretimi ve ticaretindeki paylarını artırmaları karşısında sürekli olarak gerileyen ABD ekonomisi için “hoşgörü” sınırları zorlanıyordu. ABD, ekonomideki kötüye gidiş ve bunun hegemonyada yaratacağı çatlakların büyümesini engellemek için sürece siyasi müdahale yolunu seçti. Serbest piyasanın “kutsal değerleri” hegemonyanın ayakları altına serildi. ABD, hegemonyanın kendine tanıdığı olanakları kullanarak faturayı Almanya ve Japonya’ya ödetmek için düğmeye bastı. 1971’de doların altın karşılığı ilkesini kaldırdığını açıkladı. Altın karşılığında dolar değişimini durdurdu. 1973’te ise sabit kur sistemini terk ederek doların değerini dalgalanmaya bıraktı. Artık dolar, kapitalist dünyanın egemen değişim aracı olmaktan çıkarak gerektiğinde devalüe ve revalüe edilebilen herhangi bir paraydı. Bu Bretton Woods’da kurulan ABD hegemonyasının bir ayağının topallanmaya başlaması anlamına geliyordu. Bu önlemlerle dolar birbiri ardından gelen devalüasyonlarla değer kaybederken Mark ve Yen’in dolar karşısındaki değerleri yükseldi. Bu yolla ABD kendi ekonomisinin “yüksek maliyet, düşük kâr” sorununu “ötekilerin” sorunu haline getirdi. Aslında doların dalgalanmaya bırakılması, on yıllardır sürmekte olan dolara bağlı sermaye birikiminin yeniden bölüşümü anlamına geliyordu. Bu da en büyük dolar rezervlerini elinde bulunduran Almanya ve Japonya aleyhine bir bölüşümdü. Bu aynı zamanda doların devalüe edilmesiyle ABD ekonomisinin güç kaybının tescil edilmesiydi; ancak kaybeden sadece ABD ekonomisi değildi, on yıllardır dolar biriktiren devletler ve şirketler de kaybediyordu. Bu devletler ve şirketlerin varlıklarının bir bölümü, dolardaki düşüş oranında ABD ekonomisine akıyordu. ABD’nin bu girişimleri Almanya, Fransa ve Japonya tarafından tepkiyle karşılandı.
Ama bu ülkelerin yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktu. ABD’yi yeniden sabit kur sistemine geri dönmek ve sermaye hareketleri üzerindeki kontrolü gevşetmeye ikna etmek için yoğun çaba gösterdiler. Çabalar sonuç vermedi, ABD hegemonyasını devam ettirebilmek için geri adım atmadığı gibi, birbiri peşi sıra önlemler almayı sürdürdü. Hegemonyanın sorunsuz işlediği yıllarda Londra’da oluşan Euro-dolar piyasasına büyük bir destek vermişti, 1974’te bu desteği malî piyasalar üzerindeki denetimi tümüyle ortadan kaldırarak bir anlamda geri çekmiş oldu. IMF’nin, petro-dolar piyasalarını denetim altına alma girişimlerini engelledi. Böylece gelişmekte olan ülkeler için borç krizine uzanan yol da açılmış oldu. Ardından ABD hegemonyasının önemli araçlarından biri olan GATT’ı açıkça ihlal ederek, çok taraflı (aslında tek taraflı) elyaf anlaşmasıyla tekstil ve hazır giyim ithalatına kısıtlamalar getirdi. Bunu 1974’te yürürlüğe giren “ticaret yasası” izledi. Bu yasa ile ABD hükümeti “ticaretin adil olmayan biçimde yapıldığına kanaat getirirse cezai yaptırım uygulama yetkisi” ile donatıldı. Yasa, uygulamada “gönüllü” ticari kısıtlama olarak işlem gördü. ABD’ye ihracat yapan birçok şirket (özellikle Japon çelik ve otomotiv tekelleri) yasa kapsamından kurtulmak için ihracatlarını “gönüllü” olarak kıstılar. Bu müdahaleler doların devalüe edilmesi, ucuz kredi yoluyla talebin canlandırılması ve kamu borçlarının artırılmasıyla birlikte yürütüldü. Sonuçta ABD ekonomisi toparlanmaya başladı, tekellerin kâr hadleri yükselerek 1960’lı yılların başındaki düzeyi yakaladı ve böylelikle de ekonomide genel bir canlanmayla birlikte önemli bir ticaret artışı sağlandı.
Ağustos 1971’de doların altın karşılığı ilkesinin terkedilmesi, baştan beri doların devalüe edilmesini ısrarla savunan Fransa’nın zaferiydi. Fransa, Almanya ve Japonya bu zaferin bedelini, ABD’nin doların devalüe edilmesini kabul etmesiyle birlikte uygulamaya başladığı % 10 ithalat sürsajını (ilave bedel-fiat ayarlaması) kaldırması karşılığında, baştan reddettikleri kendi paralarını revalüe ederek ve ABD’ye bir takım ticari kolaylıklar (tarımsal ürünlerin ticareti) sağlayarak ödediler. Bu karşılıklı hamleler ABD ticaret ve bütçe açıklarının büyümesini önleyemedi. ABD doları 1973’te yeniden devalüe etmek zorunda kaldı.
Doların aldığı bu darbeler, AET devletlerinin ortak bir para sistemi yaratma olanaklarını arttırdı. 1973’te AET’nin ortak bir para sistemi yaratma girişimi, AET içinde oluşan çatlağın su yüzüne çıkmasına yol açtı. F. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka ve Lüksemburg % 2,5 oranındaki dalgalanma sınırları içinde sabit kurla ticari işlem yürütme kararı aldı. Başını İngiltere’nin çektiği bu girişim sürecinde İtalya ve İrlanda da kendi paralarını dolar karşısında dalgalanmaya bırakma kararı aldı. Ayrıca Japonya ve Kanada da aynı yolu izleyerek İngiltere’ye destek verdi. Bu durum AET’nin bir zaafı olduğu kadar, gerek AET içinde ve gerekse Japonya üzerindeki ABD hegemonik gücünün de bir göstergesiydi.
Bu, emperyalist sistemde güç savaşlarının ilk raunduydu. İkinci raunt, ABD’nin dolarda kaybettiği itibarı geri kazandırma girişimiyle başladı. ABD 1975’te kendi egemenlik alanında egemenlik ilişkilerini kullanarak OPEC’le petrolün dolar karşılığında satılmasını öngören bir anlaşma imzaladı. Bunu, petrol fiyatlarının ani ve keskin artışı izledi. Bu yolla ABD hem Avrupa’daki Euro-doların bir kısmını geri çekme olanağını elde etti, hem de AET devletleri ve Japonya’yı ellerinde dolar rezervi tutmaya zorlayarak doların hâlâ uluslararası değişim aracı olma özelliğini korumaya çalıştı. Ancak, bütün bu girişimler, dolara eski konumunu sağlayamadığı gibi ABD hegemonyasının zayıflamakta olduğu gerçeğini de gizleyemiyordu.
1970’lerin sonuna gelindiğinde kapitalist dünyada güç dengelerindeki değişim iyice belirginleşti. 1945’de ABD’nin dünya sanayi üretimi ve ticaretindeki payı %50’lerdeyken 1970lerin sonunda bu oran yarı yarıya düşmüştü. ABD tek borç veren devlet olmaktan çıkarak, borç alan devlet haline gelmişti. Bu süre içinde İngiltere ve Fransa orta boy ekonomiler olarak kalırken, Almanya ve Japonya büyük bir gelişme göstererek dünya sanayi üretimi ve ticaretindeki paylarını sürekli olarak artırdı. ABD ‘de dahil diğer ülkeler ticaret açığı verirken Almanya ve Japonya ticaret fazlası olan iki ülke oldu.
Ancak, nispi gerilemesine rağmen ABD, 1980’lerde dahi dünyanın en büyük ekonomisi olmayı sürdürüyordu. Doların altın karşılığının bozulduğu 1973’den sonra bile, ABD Doları bir numaralı rezerv para olma özelliğini korudu, ikinci sıraya, Sterlini tahtından eden Mark yerleşti.
ABD nispi ekonomik gerilemesi ile bozulan dengeyi elinde tuttuğu hegemonya kurumlarını (IMF, DB, GATT vb.) ve askeri üstünlüğünü kullanarak kendi lehine dönüştürmeye çalışsa da, eldeki bu silahın ABD hegemonyasını korumak için yeterli olmadığı özellikle 1990 sonrasındaki gelişmeler tarafından teyit edilecekti.
Notlar:
* Emperyalist politikanın ilk uygulamaları 1923’te ABD’nin Monroe Doktriniyle -“Amerika, Amerikalılar için” sloganıyla- başlamıştı. Daha sonra bu sloganın aslında “Amerika, Amerika Birleşik Devletleri için” olduğu görüldü.
**: Uluslararası Para Fonu’nda örgütlenme modeli şöyledir: Banka, müdürler kurulunca yönetilir. Müdürlerin 6’sı kurucu üyeler tarafından atanır. Geri kalan 15 üye guvenörler kurulu tarafından seçilir. Guvenörler kurulu da her üye ülkenin atadığı yöneticilerden oluşur ve üyelerin bankada sahip oldukları sermaye oranında oy hakkını temsil eder.
***Aday üyeler: Dahomey, Fildişi Kıyısı, Yukarı Volta, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Kongo, Nijer, Çad, Senegal, Moritanya, Gabon, Kamerun, Malagası Cumhuriyeti, Togo, Mali, Somali, Zaire, Raunda, Burundi, Nijerya – bu ülkelerin 14’ü eski Fransız sömürgesiydi.
Yararlanılan Kaynaklar:
-Lenin – Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Sol Yay. 1969
-Paul Kennedy – Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü – İşBankası Yayınları
-Davit Fromkin – Barışa Son Veren Barış- Sabah Kitapları
-V. Vahruşev – Yöntemleriyle ve Manevralarıyla Yeni Sömürgecilik Konuk Yayınları
-Fernando Claudin – Komintern’den Kominform’a – Belge Yayınları
-G. Dimitrov – Düşüncelern Aforizmalar – Yeni Dünya Yayınları
-Zbigniev Brzezinski – Büyük Santranç Tahtası – Sabah Kitapları
-Kees Van Der Pijl – Küresel Rekabetler İmge Yayınevi