İleri Doğru Sağlam Bir Adım Atmak İçin Üç Adım Geri
1921 yılı ortalarında 1917’de dünyayı etkisi altına olan fırtına dinmeye başlamıştı. Sovyet devrimi iç savaş ve emperyalist kuşatmadan zaferle çıktı; ancak Alman ve Macar Devrimi’nin yenilgisi ile birlikte Sovyet Devrimi, dışarıda Avrupa proletaryası desteğinden mahrum olarak yoluna devam etmek durumundaydı. Sovyet devrimi kazandığı zaferle iç savaş tehdidini bertaraf etmişti, ama ondan daha büyük bir tehditle karşı karşıyaydı. Ekonomik çöküntüye uğramış, işçi sınıfı hem sayı hem de nitelik olarak gerilemişti; işçi sınıfı ile köylülük arasındaki devrimin dayanağı olan sınıfsal ilişki devrimi tehdit eder boyutlara ulaşmıştı.
Sanayi alanında devrimin hemen ardından uygulanan “kapitalizme cepheden saldırı”, (küçük işletmeler de dahil fabrikaların ve bankaların devletleştirilmesi, işçi çalıştırılmasının yasaklanması, işçi denetimi vb.) politikası beklenen sonuçları vermemişti. Gelişmiş kapitalist ülkelerle kıyaslandığında zaten çok geri olan sanayi altyapısı iç savaş sırasında tümden tahrip olmuş ve kullanılamaz durumdaydı. Sovyet iktidarına karşı uygulanan ekonomik abluka, dumura uğramış sanayinin yeniden düzenlenmesine imkan vermiyordu. Ayrıca yakıt ve hammadde yokluğu sanayii işlemez hale getirmişti. Sanayideki çöküntünün bir diğer boyutu da işçi sınıfının durumu ile ilgiliydi. İç savaş ve açlık nedeniyle işçi sayısı devrimden önceki sayısı olan üç milyondan 1920’de 1,2 milyona) inmişti. Açlık nedeniyle işçilerin bir kısmı kentten köye göç ederken, bir kısmı da geçimini sağlamak için başka işlere (pazarcılık vb.) yönelmişti. İç savaş sırasında işçilerin en ileri unsurları Kızıl Ordu’ya katıldığından, onların yerini yeni işçiler aldı. Fabrikalar bir anlamda iç savaştan kaçışın sığınağı haline geldi. Ayrıca sendikalar ve fabrika komiteleri arasında yaşanan yetki karmaşası, zaten bozulmuş olan iş disiplinini ve işçi denetimini de işlemez hale getirdi. İşçi sınıfının içinde bulunduğu bu durumu Lenin şöyle betimledi; “Deklase olmuş proletaryaya sahip bir ülkede, komünist talimatla üretimin ve paylaşımın meydana geleceğini düşündük. Bunu değiştirmek zorunda kalacağız, yoksa proletaryaya bu geçişi öğretemeyiz. Böyle görevler tarihte daha önce hiç ortaya konmamıştı. Bu görevi doğrudan, deyim yerindeyse cepheden taarruzla çözmeyi denediğimizde başarısızlığa uğradık. Böyle hatalar her savaşta olur ve bunlar hata sayılmaz. Cepheden taarruz başarılı olmadı — o halde bir çevirme harekâtı yapalım, kuşatmaya ve lağım çalışmasına geçelim.” (Lenin Seçme Eserler – İnter Yay. cilt-9 s.-293)
Bütün bunların sonucunda sanayi üretimi 1913’te ki düzeyin bile gerisine düşmüştü.
Tarımsal üretim alanındaki durum çok daha vahimdi. İç savaş sırasında uygulanan tarımsal ürün fazlasının zor alımı, hem kırda sınıfsal güç dengesinin yoksul ve küçük köylülük aleyhine bozulmasına, hem de, tarımsal üretimin gerilemesine yol açtı. Orta ve zengin köylülüğün (kulaklar), tarımsal ürün fazlasının zor alımına karşı, ya ekili alanların bir kısmını ekmekten vazgeçerek, ya da, ürün fazlasını sabit fiyatlarla devlete vermek yerine karaborsaya yönelerek direnişe geçmesi sonucunda Sovyet iktidarı açlık tehdidiyle karşı karşıya kaldı. 1919 yılında ekmeklik buğdayın %50’sinin karaborsadan karşılanıyor olması tarımsal alandaki sorunun boyutlarını ortaya koyuyordu. Ayrıca toprak dağıtımı ile birlikte kırda kır proletaryasının sayısı hızla azalırken, tarımla uğraşan köylü ailelerinin sayısı 1918’de 16,5 milyondan, 1920’de 24 milyona yükseldi. Lenin’in belirttiği gibi, “Köylü ülkesinde proletarya diktatörlüğünden ilk olarak, en çok ve derhal köylüler kârlı çıktı.” (age. Cilt-8-s.24)
Hem sanayideki çöküntü, hem de, tarımsal alanında yaşanan gerileme ve karaborsa kırla kent arasındaki, kırın tarımsal ürün fazlasını kente vermesi, kentin de bunun karşılığında kır’a ihtiyaç duyduğu sanayi ürünlerini vermesi biçimindeki ekonomik ilişkiyi işlemez duruma getirdi. Bu ilişkinin bozulmasının yarattığı sorun sadece bir toplumsal-ekonomik (açlık, hastalık vb.) sorun değil, aynı zamanda işçi sınıfı ile köylülük arasındaki siyasal ilişkiyi dinamitleyen siyasal bir sorundu.
Yeni ekonomik politikaNEP bu koşullarda, Sovyet iktidarının içine düştüğü ekonomik ve politik krizden kurtulmasının bir yolu olarak Bolşevik Parti’nin gündemine girdi. Aslında NEP’in içerdiği birçok husus daha önce, 1917 devriminden hemen sonra, Mart-Nisan 1918’de Lenin’in kaleme aldığı “Sovyet İktidarının en Yakın Görevleri” broşüründe ortaya konulmuştu. Bu broşürde ortaya konan zoralım yerine ayni vergi uygulaması, uzmanlardan yararlanma, yabancı sermayeye imtiyazlar vb. NEP’in temellerini oluşturuyordu. Ancak iç savaş bu programın uygulanmasına olanak vermemişti. 1921 yılının ortalarındaki ulusal ve uluslararası koşullar Lenin’in 1918’de ortaya koyduğu programın daha geniş bir versiyonunu olan NEP’in uygulanması için gerekli ortamı sağlıyordu. Beyaz ordu kalıntıları hâlâ varlığını korusa da, iç savaş yoluyla Sovyet iktidarının yıkılamayacağı ortaya çıkmıştı.Sovyet iktidarını çepeçevre kuşatan emperyalist kuşatmadan da bir sonuç alınamamış, kuşatma dağılmaya başlamıştı. Sovyet Rusya’nın komşu kapitalist devletlerle ilişkileri hızla iyileşiyordu, Polonya, Litvanya, Finlandiya ile barış anlaşmaları İran, Türkiye ve Afganistan ile dostluk ve işbirliği anlaşmaları imzalanmıştı; hatta İngiltere ile başlayan ticari ve diplomatik görüşmeler olumlu bir seyir izliyordu. Bu uygun ulusal ve uluslararası ortam Sovyetlerin yaşanmakta olan ekonomik ve siyasi krizden çıkışı için yeni bir “nefes molası”sağlıyordu.
RKP(B)’nin 8-16 Mart 1921 tarihinde toplanan X. Kongresi Sovyet iktisadını tehdit eden bu sorunu ele alarak tartıştı ve kongre oybirliğiyle NEP uygulanmasına geçilmesinin kararını aldı. Kongrede yaptığı konuşmada Lenin, “ülkenin yıllar boyunca güçlerini sadece savaş görevleriyle harcadığını” “ elindeki son imkanları, kıt rezervleri ve destek araçlarını bu amaç için kullandığını”; kapitalizme cepheden saldırı döneminde “pek çok hata yapıldığını”; bütün bunların işçi sınıfının gerilemesine ve işçi köylü ittifakının dumura uğramasına yol açarak, Sovyet iktidarını tehlikeye düşürdüğünü vurguladıktan sonra NEP’e geçiş zorunluluğunu söyle gerekçelendirdi; “Yoldaşlar, zoralım yerine bir verginin konması sorunu öncelikle ve esas olarak politik bir sorundur, çünkü bu sorunun özü işçi sınıfının köylülükle ilişkisinden ibarettir. Bu sorunun ortaya konmuş olması, birbiriyle mücadele etmesi ya da birbiriyle anlaşması tüm devrimimizin kaderini belirleyen bu iki temel sınıfın ilişkisini yeni ya da daha doğrusu, daha dikkatli ve daha doğru tamamlayıcı bir şekilde gözden geçirmek ve belli bir revizyona tabi tutmak zorunda olduğumuz anlamına gelir…. Bu sorunun teorik önemi ya da teorik ele alınışı üzerine bir çift söz: Nüfusun muazzam çoğunluğunun küçük-köylü üretici olduğu bir ülkede sosyalist devrimin ancak, sanayide ve tarımda ücretli işçilerin büyük çoğunluğu oluşturduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde hiç mi hiç gerekli olmayacak bir dizi özel geçiş önlemleri aracılığıyla gerçekleştirilebileceğine hiç kuşku yoktur. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, on yılların seyri içinde oluşmuş bir tarımsal ücretli işçiler sınıfı vardır. Sadece böyle bir sınıf sosyal, ekonomik ve politik olarak, sosyalizme doğrudan geçişin dayanağı olabilir. Bu sınıfın yeterince gelişmiş olduğu sadece bu tür ülkelerde kapitalizmden sosyalizme doğrudan geçiş mümkündür ve devletin geneli bakımından özel geçiş önlemleri gerektirmez. Bir dizi yazıda, tüm konuşmalarımızda, tüm basında, Rusya’da durumun böyle olmadığını, Rusya’da sanayi işçilerinin azınlıkta ve küçük çiftçilerin muazzam çoğunlukta olduğunu vurguladık. Sosyalist devrim böyle bir ülkede ancak iki koşulla nihai başarı kazanabilir. Birincisi, bir ya da birçok ileri ülkede sosyalist devrim tarafından zamanında desteklenmesi koşuluyla. Bildiğiniz gibi bu koşulun gerçek haline gelmesi için öncesine kıyasla çok daha fazla şey yaptık, fakat bu asla yeterli değildir.
Diğer koşul, diktatörlüğünü uygulamakta olan ya da devlet erkini elinde tutan proletarya ile köylü nüfusun çoğunluğu arasında anlaşmadır. Anlaşma, bir dizi önlem ve geçişleri içinde barındıran çok kapsamlı bir kavramdır.,,,Sınıflar aldatılamaz. Üç yıl içinde kitlelerin politik bilincini yükseltmek için çok şey yaptık. Had safhadaki mücadeleden en çok kitleler öğrendi. Biz -dünya görüşümüze, onlarca yıllık devrimci deneyimimize uygun olarak, devrimimizin derslerine uygun olarak- soruları dolambaçsız ortaya koymak zorundayız: bu iki sınıfın çıkarları farklıdır, küçük çiftçinin istediği, işçinin istediği şeyle aynı değildir.
Diğer ülkelerde devrim başlamadıkça, Rusya’da sosyalist devrimi ancak köylülükle bir anlaşmanın kurtarabileceğini biliyoruz. Tüm toplantılarda, tüm basında da dobra dobra böyle konuşmak gerekir. İşçi sınıfıyla köylülük arasındaki bu anlaşmanın sağlam olmadığını biliyoruz …. ve açıkça konuşmak gerekirse, bu konuda durum önemli ölçüde kötüdür.” ( age cilt-9- s.-133-135)
Lenin, 29 Ekim 1921’de Moskova İl Parti Konferansına sunduğu raporda NEP’e geçiş zorunluluğunu şöyle ortaya koydu; “1921 ilkbaharına doğru, üretim ve paylaşımın sosyalist temellerine “hücumla”, yani en kısa, en hızlı, en doğrudan biçimde geçme denemesinde yenilgiye uğradığımız görüldü. 1921 ilkbaharındaki politik durum, bir dizi ekonomik sorunda kaçınılmaz olarak devlet kapitalizmi mevzilerine geri çekilmek, “hücum”dan “kuşatma”ya geçmek zorunda olduğumuzu gösterdi.
Eğer bu geçiş birilerinde yakınmaya, sızlanmaya, cesaretsizliğe, kızgınlığa yol açıyorsa şu söylenmelidir: Yenilgi, yenilgiyi kabul etme korkusu kadar, bundan gerekli sonuçları çıkarma korkusu kadar tehlikeli değildir….Sosyalist ekonominin kapitalist ekonomiye karşı çok daha karmaşık ve zor mücadelesinde de aynen böyle davranılmalıdır. Yenilgileri kabul etmekten korkmamak. Yenilgiden ders çıkarmak. Kötü yapılan şeyi itinayla, dikkatle, sistemli biçimde değiştirmek. Bir yenilgiyi ka¬bul etmenin, tıpkı mevzileri terk etmek gibi mücadelede cesaretsizlik ve enerji azalmasına yol açtığı düşüncesinin doğmasına izin verseydik, böyle devrimcilerin beş paralık değeri olmadığını söylemek gerekirdi….Yeni Ekonomik Politika’ya geçiş görevi de zaten, korkunç ağır koşullar altında, iç savaş koşulları altında, burjuvazinin bize amansız bir savaş dayattığı koşullar altında dolaysız sosyalist inşa denemesinin ardından, 1921 ilkbaharında şu apaçık durumun ortaya çıkmasından ibarettir: dolaysız sosyalist inşa değil, tersine ekonominin bir dizi alanında devlet kapitalizmine geri çekilme, hücum değil, tersine bir dizi geri çekilmeyle bağlantılı, uzun sürecek, son derece ağır, zahmetli ve sıkıcı kuşatma görevi.” (age- s. 314-315)
NEP üç alanda bir geri çekilmeyi öngörüyordu. Bunlardan birincisi, sanayi alanında devrimden hemen sonra devletleştirilen küçük ve kimi orta sanayi işletmelerinin devletleştirilmesinden vazgeçilmesiydi. Bu işletmeler ya eski sahiplerine, ya da, başka özel şahıslara kiralandı. Bu alanda bir diğer önlem de devlet ve özel şahısların yer aldığı karma işletmelerin kurulması, Sovyet Rusya ile iş yapmak isteyen yabancı şirketlere bir takım imtiyazlar verilmesiydi. Lenin bu imtiyazlar hakkında şunları yazdı; “İmtiyazlar biçimindeki devlet kapitalizmi, Sovyet sistemi içinde devlet kapitalizminin başka biçimlerine kıyasla, herhalde en basit, en anlaşılır, en açık, tam olarak çizilmiş biçimdir. Burada kültür seviyesi yüksek, ileri Batı Avrupa kapitalizmiyle doğrudan doğruya resmi, yazılı bir anlaşma yapmış oluyoruz. Kazançlarımızı ve kayıplarımızı, haklarımızı ve yükümlülüklerimizi tam olarak biliyoruz, imtiyazları ne kadar süre için verdiğimizi, eğer anlaşma zamanından önce satın alma hakkını öngörüyorsa, zamanından önce satın almanın şartlarını biliyoruz. Dünya kapitalizmine belli bir “haraç” ödüyoruz, bir bakıma kendimizi “bedel ödeyerek” ondan “kurtarıyoruz” ve buna karşılık belli bir ölçüde Sovyet iktidarının derhal sağlamlaşmasını, ekonomimizin yönetimi için koşulların iyileşmesini elde ediyoruz.” (age. s.cilt-9 -209)
Bu önlemlerin kaçınılmaz devamı, işçi çalıştırmaya getirilen yasağın kaldırılması ve işçi denetiminin mülkiyet ve idari alanları kapsam dışına bırakacak biçimde yeniden düzenlenmesi oldu. NEP’den önce Ocak 1920’de çıkartılan bir VTsIK kararnamesi ile 16-50 yaş arasında çalışabilir herkese çalışma zorunluluğu getirilmişti, NEP’e geçişle birlikte bu zorunluluğa belli koşullar altında işten çıkarmaların yasal hale getirilmesi ve işletmelerin kârlılık esasına göre düzenlenmesi eklendi. Sanayideki bu önlemleri ekonominin yeniden organizasyonunda ve devlet aygıtında uzmanlardan ve teknisyenlerden daha fazla yararlanılması izledi.
İkinci geri adım tarımla ilgiliydi; tarımda ürün fazlasının zoralımı yerine ayni vergi uygulaması getirildi. Buna göre çiftçi toprağını işleyecek, bunun karşılığında miktarı önceden belirlenen bir vergiyi ayni ya da nakdi olarak devlete ödeyecekti. Çiftinin gösterdiği çaba ile uyumlu bir biçimde vergi yükünün azaltılması öngörülüyordu; yani çiftçi daha fazla ürün ürettikçe ödeyeceği vergi oranı da o ölçüde azalacaktı. Ödediği vergiden sonra eline kalan ürünü yerel pazarda satabilecekti.
Üçüncü adım bu iki adımın zorunlu bir gereğiydi ve meta ticaretinin serbest bırakılmasını öngörüyordu. Başlangıçta yerel pazarla sınırlanan ticaret serbestisi, giderek ulusal pazarı kapsadı ve genel bir ticaret serbest haline geldi. Ticaret serbestisinin 1922 yılındaki ilk sonuçları tüm perakende ticaretin 2/3 ünün (%78’i) özel tüccarların (Nepman) eline geçmesi ve Nepman’ların sanayi işletmelerinin acenteleri haline gelmesi oldu.
Bütün bu önlemler iki temel hedefin gerçekleştirilmesi ile bağlantılıydı. Bu hedeflerden birincisi, işçi sınıfı ile köylülük arasında bozulan ilişkinin yeniden kurulması ki, Nep’in tarımsal alanda öngördüğü önlemlerin anlamı buydu. Bu, mevcut koşullar altında proletarya diktatörlüğünü ayakta tutma ve sağlamlaştırmanın tek olanaklı yoluydu. İkincisi, sosyalizmin maddi temeli olan büyük sanayinin kurulmasıydı. Geri bir teknoloji ve sermaye yokluğu koşullarında, büyük sanayi, kapitalizmin yüzlerce yıllık gelişme seyrince de kanıtlandığı gibi, ancak küçük sanayinin serpilip gelişmesi ve büyük sanayi için alanın temizlenmesi ile kurulabilir. Bu özellikleriyle NEP alışılagelmiş türden olmayan bir reformdu. Lenin bunu şöyle açıklıyordu; “Reformla devrim arasındaki ilişki sadece Marksizm tarafından tam ve doğru tanımlanmıştır; ki Marks bu ilişkiyi sadece tek bir yanından, yani proletaryanın tek bir ülkede de olsa, bir ölçüde sağlam, bir ölçüde kalıcı ilk zaferinden önceki koşullar altında görebildi. Bu koşullar altında doğru bir ilişkinin esası şudur:Reformlar proletaryanın devrimci sınıf mücadelesinin yan ürünüdür. Tüm kapitalist dünya için bu ilişki proletaryanın devrimci taktiğinin temelini oluşturur.… Proletaryanın tek bir ülkede de olsa zaferinden sonra reformla devrim arasındaki ilişkide yeni bir şey ortaya çıkar. Prensipte mesele eskisi gibi kalır, fakat biçimde şahsen Marks’in önceden göremeyeceği ve sadece Marksizm’in felsefesi ve politikası zemininde kavranabilecek bir değişiklik olur….Proletaryanın zaferinden önce reformlar devrimci sınıf mücadelesinin yan ürünüdür. Bunun yanı sıra zaferden sonra reformlar (uluslararası çapta eskisi gibi “yan ürün” olarak kalırken) zaferin gerçekleştirildiği ülke için, büyük çabaların ardından şu ya da bu geçişin devrimci uygulanışı için güçlerin açıkça yetmediği durumlarda gerekli ve haklı bir nefes molası olurlar.” (age.cilt-9 s.-330)
Lenin mevcut durumda bir çıkış yolu olarak gördüğü NEP’in kırda ve kentte kapitalizmin gelişmesine yol açacağını vurgulamaktan da geri durmadı. RKP(B)’nin Taktiği Üzerine Komünist Enternasyonalin 3. Kongresi’nde yaptığı konuşmada, NEP ile kapitalizm arasındaki ilişkiye değinerek şunları söyledi; “Ayni vergi elbette ticaret özgürlüğü demektir. Köylü ayni vergi gördükten sonra elinde kalan parayı özgürce mübadele edebilir. Bu mübadele özgürlüğü kapitalizm özgürlüğü demektir. Buna açıkça söylüyoruz ve vurguluyoruz. Bunu kesinlikle gizlemiyoruz. Bunu gizlemek isteseydik halimiz harap olurdu….Bu, devlet kapitalizmidir. Ancak iktidarın sermayenin elinde bulunduğu bir toplumda devlet kapitalizmi ile proleter devlette devlet kapitalizmi iki farklı şeydir.” (age, s. 264)
Lenin bu farkı ise şöyle açıkladı; “Devlet kapitalizmi tüm ekonomik literatüre göre, kapitalist düzende olduğu gibi, devlet iktidarının şu ya da bu kapitalist şirketleri doğrudan kendine tabi kıldığı kapitalizmdir. Oysa bizim devletimiz proleter bir devlettir, proletaryaya dayanır, bütün politik imtiyazları proletaryaya tanır ve proletarya sayesinde köylülüğün alt katmanlarını yanına çeker….bizde olduğu biçimiyle devlet kapitalizmi hiçbir teoride, hiçbir literatürde incelenmemiştir, çünkü bu sözcükle ilişkili olağan kavramların tümü kapitalist toplumdaki burjuva devlet iktidarına uydurulmuştur. Bizim ise kapitalist raydan çıkmış, fakat henüz yeni raya oturmamış bir devletimiz var ve bu devlette burjuvazi değil, proletarya egemen. … Devlet kapitalizmi bizim sınırlayabileceğimiz, sınırlarını bizim tespit edebileceğiniz kapitalizmdir; bu devlet kapitalizmi devletle bağlıdır, devlet ise işçilerindir, işçi sınıfının ileri kesimidir, öncüsüdür, biziz.” (age-s.370)
“Kapitalizm ve komünizm arasındaki umutsuz, çılgın, son değilse de sona yaklaşan bir ölüm kalım mücadelesinde” belirleyici halka komünist partinin, devlet aygıtının sağlamlaştırılmasıydı. Bu nedenle Lenin NEP döneminde sürekli olarak vurguyu, partinin yabancı unsurlardan; “dolandırıcılardan, bürokratlaşmışlardan, dürüst olmayanlardan, kararsız komünistlerden ve “önyüz”lerini yeni boyamış fakat içi Menşevik kalmış olan Menşeviklerden” arındırılması, devlet aygıtının iyileştirilmesi, emeğin toplumsal örgütlenmesinin yükseltilmesi ve emeğin üretkenliğini artırılmasına yaptı. “Zafer kazanabilmek için, sosyalizmi yaratmak ve sağlamlaştırmak için,proletarya çifte ya da ikili bir görevi yerine getirmek zorundadır; birincisi, sermayeye karşı devrimci mücadelede sınırsız kahramanlarıyla tüm emekli ve sömürülen kitleyi peşinden sürüklemek, beraberinde götürmek, onları örgütleyip yöneterek burjuvaziyi yenmek ve onun her türlü direnişini tamamen bastırmak; ikincisi, tüm emekçiler ve sömürülenler kitlesini ve tüm küçük-burjuva katmanları, yeni bir ekonomik inşa yoluna, yeni bir toplumsal bağ, yeni bir çalışma disiplini, bilimin ve kapitalist tekniğinin son sözünü, sosyalist büyük üretimi yaratan hedef bilinçli çalışan insanların kitlesel bir araya gelişiyle birleştiren yola götürmek.
Bu ikinci görev birincisinden daha zordur, çünkü tek bir darbenin kahramanlığıyla asla çözülemez, aksine günlük kitle çalışmasının en sürekli, en inançlı, en zor kahramanlığını ister. Fakat bu görev aynı zamanda birincisinden daha da önemlidir, çünkü son tahlilde burjuvazi üzerinde zafer kazanmak, gücünün en derin kaynağı ve bu zaferin kalıcı ve geri bölünmezliğinin biricik garantisi, sadece yeni, daha yüksek bir toplumsal üretim tarzı olabilir, kapitalist küçük-burjuva üretimin yerine sosyalist büyük üretimin korunması olabilir.” (age-s. 472)
Bu bağlamda Lenin “emeğin üretkenliğini geliştirmede, yeni bir çalışma disiplinine geçişte, sosyalist ekonomik koşulları ve yaşam koşullarını yaratmada işçilerin bilinçli ve gönüllü inisiyatifi”ni temsil eden “Komünist Subotnik’lerin büyük tarihsel öneme sahip olduğunu vurguladı.
RKP(B)’nin X. Kongre’sinde temelleri atılan NEP zaman içinde uğradığı değişikliklerle 1928’e kadar sürdürüldü. Bu süre içerisinde NEP aynı zamanda Parti içi tartışmaların da odağında yeraldı.
Halklar hapishanesinden SSCB’ye
İşçi sınıfının ulusal soruna yaklaşımı ulusal mücadelenin şekillenmeye başladığı 1840’lı yıllarla birlikte başladı. İşçi sınıfının henüz kendi bağımsız örgütlenmesini yaratamadığı bu dönemde, Marks ve Engels soruna, tamamen tarihsel ve ekonomik ilerlemenin ve sosyalizmin maddi koşullarının oluşmasının hızlandırılması açısından yaklaştılar. 1855’de Slav halklarının Osmanlı’dan ayrılmasına karşı dururken de, 1848’de Çek ayaklanmasını bir “belâ” olarak nitelerken de, aynı ilkeden hareketle, Rus gericiliğine karşı Avrupa kapitalizminden yana tavır aldılar. Yine aynı şekilde, 1848 Polonya ve Macaristan ayaklanmalarını, Rus gericiliğini zayıflatacağı ve Avrupa’da kapitalist gelişmenin önünü açacağı için desteklediler.
Marks ve Engels ilk kez İrlanda sorununda, işçi sınıfının ulusal soruna yaklaşımının temel ilkelerini ortaya koydular. Sorunu, sadece sosyalizmin genel çıkarları açısından değil, İngiltere’de sosyalist devrimin gerçekleşmesi sorununa bağlı olarak ele aldılar. Marks, Kugelmann’a yazdığı 29 Kasım 1869 tarihli mektubunda, İrlanda sorununun basit bir ekonomik sorun olmadığını, aynı zamanda bir ulusal sorun olduğunu, sorunun çözümünün tek olanaklı yolunun İrlanda’nın bağımsızlığı olduğunu belirterek, ulusal sorunda işçi sınıfı siyasetinin üzerinde yükseleceği temel ilkeyi ortaya koydu. Yine Marks, S.Mayer ve A.Vogt’a yazdığı 9 Nisan 1870 tarihli mektupta, konuyu İngiltere’deki sosyalist devrimin çıkarları açısından ele alarak, aynı ilkeyi tekrarladı. Marks mektubuna, İrlanda’nın İngiliz aristokrasisinin bir kalesi olduğu, bu kale yıkılmadan, İngiliz burjuvazisinin yıkılamayacağını belirterek başlar ve ulusal sorunun burjuvazi tarafından işçi sınıfını alıklaştırmak ve bölmek için nasıl kullandığını, milliyetçilik zehiriyle zehirleyerek, egemenliğinin bir aleti durumuna getirdiğini belirterek, şu değerlendirmeyi yapar:
“İngiltere sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya pazarını yöneten güç, günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir; dahası, bu devrimin maddi koşullarının belli bir olgunluk derecesine eriştiği tek ülkedir. Dolayısıyla, Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal devrimi çabuklaştırmayı amaçlar, çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı bağımsız yapmaktır. Öyleyse Enternasyonal’in ödevi, İngiltere ile İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkarmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan yana olmaktır. Londra’daki Merkez Konseyin özel görevi İngiliz işçi sınıfına, İrlanda’nın kurtuluşunun onlar için soyut adalet ya da insancıl duygular sorunu olmadığı, ama kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşulu olduğu bilincini yaratmaktır.” (K. Marx –F. Engels, Sömürgecilik üzerine –Sol Yay. s. 359.)
Marks’ın bu değerlendirmesi ulusal sorunda iki temel ilkeye dayanıyor. Birincisi ayrılma, ayrı bir devlet kurma hakkının tanınması, ikincisi ise, bunun, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirilmesi.
Bu tarihten itibaren ulusal sorun komünist hareket içinde, bugün de süren, bitmez tükenmez bir tartışmanın kaynağı oldu.
Ulusal sorun, II. Enternasyonal içinde, iki çok uluslu devletin (Avusturya ve Rusya ) sosyal demokratlarını doğrudan ilgilendiren bir sorundu ve tartışma da esas olarak, bu iki parti arasında sürdü. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi için sorun, hayati bir öneme sahipti. Çünkü Rusya, başka hiçbir ülkede eşine rastlanamayacak ölçüde bir “halklar hapishanesi” ve “köylü deniziydi”. Böyle bir devlette, ulusal sorun atlanarak, devrim sorunu ele alınamazdı.
RSDİP’in programında ulusal sorun, II. Enternasyonal’in 1896 Londra Kongresi’nden esinlenerek, üç temel ilke üzerine oturtulmuştu. Birincisi, her türlü ulusal baskı ve ayrıcalığın reddedilmesi, ikincisi, ulusal sorunun, siyasal bir sorun olduğundan hareketle, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkının -UKKTH- ayrı bir devlet kurma hakkı olarak tanınması, üçüncüsü ise, burjuva egemenlik ve feodal gericiliğe karşı ezen ve ezilen ülke işçilerinin sıkı birliğinin oluşturulması.
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin soruna yaklaşımı ise RSDİP’nin yaklaşımının tam zıddıydı. ASDP, sorunu siyasal bir sorun olarak değil de, kültürel bir sorun olarak ele aldığı için, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma olarak değil, kültürel özerklik olarak tanımlanıyordu. ASDP’nin önde gelen teorisyenlerinden Otto Bauer ulusun oluşumunda toplumsal–ekonomik etkenlerin rolünü kabul etmekle birlikte, ulusu “ortak kültürel bağlar üzerine kurulu bir topluluk” (kulturgemeinschaft) olarak tanımlıyordu. Bir başka ‘Marksist’ Kautsky ise, dili, ulusu oluşturan temel öğe olarak betimleyerek, eleştirdiği Otto Bauer’le aynı noktada birleşiyordu.
Rosa Luxemburg bu tartışmaya Otto Bauer ve Kautsky’den farklı bir noktadan katılmasına rağmen, sonuçta ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddederek, onlarla aynı noktada buluştu. Rosa, 1908’de kaleme aldığı, Türkçe’ye Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik olarak çevrilen kitabında, ulusal sorunu Marks ve Engels’e dayanarak tarihsel gelişim içinde ele aldı. Tarihe yaptığı bu yolculukta, somut koşulları ve bu koşullardaki değişimin ulusal sorun üzerindeki etkilerini dikkate almadığı gibi, Marks ve Engels’in konuya ilişkin yazılarına da son derece seçmeci yaklaştı. Marks ve Engels’in karşı çıktığı örnekleri, (Slav halkların, Çek’lerin, İsviçre’nin vb.) birbiri ardına sıraladı, ancak İrlanda sorununa sıra geldiğinde Marks ve Engels’in yazdıklarını görmezlikten geldi. Kitabında bu konuya tek bir satır bile değinmedi. Ulusal sorun konusundaki tartışmada ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını “bir ütopya” , “burjuva milliyetçi bir slogan” olarak nitelendirerek, kültürel özerklikten yana tavrını şu sözlerle dile getirdi : “Avusturya’da mülkiyet ve dil sorununun eşitlik ve mantık temelinde nihai çözümü, asıl olarak kültürel bir istem olduğundan proletaryanın yaşamsal çıkarlarından birisidir.” (1-Rosa Luxemburg, Ulusların kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, Belge Yayınları, birinci baskı, Ocak 2010.2-A.g.e., s. 122, 3-A.g.e., s. 101, 4-A.g.e., s. 127.)
Lenin’in deyimiyle Rosa’da kafa karışıklığına yol açan, siyasal bir sorun olan ulusal sorunu salt ekonomik bir soruna indirgemesi, çözümü ekonomik bağımsızlığın kazanılmasında görmesi ve buradan kalkarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bir “ütopya” olarak nitelemesidir. Bu kafa karışıklığı Rosa’yı şu sonuca ulaştırır :
“Önemi kapitalizmin ilerlemesiyle birlikte artan ve çağımızın karakteristik özelliklerinden olan dünya devletlerinin gelişmesi, bütün küçük ulusları daha en başından politik güçsüzlüğe mahkûm eder. Politik ve ekonomik bağımsızlıklarını korumada gerekli ruhsal ve maddi kaynaklara sahip en güçlü bir avuç ulus, yani kapitalist gelişmenin liderleri dışında, “ulusların kendi yazgılarını belirlemesi” dar ve küçük ulusların bağımsız varlıkları bir yanılsamadan öteye gitmez ve hep böyle kalacaktır.”
Böylece Rosa, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak değil de, gelişmiş devletlere tarih tarafından bahşedilmiş bir lütuf olarak görür. Bu önermede küçük uluslara düşen ise, sosyalizme kadar, ulusal baskıya ve aşağılanmaya katlanmadır. Rosa UKKTH yerine, “proletaryanın kendi kaderini tayin hakkını” koyarak, ulusal baskı altındaki “küçük uluslara”, ekonomik bağımsızlığı elde etme uğruna, siyasal bağımsızlıktan vazgeçmeye çağırır. Ulusların siyasal iradesi (aynı devlet içinde kalmaya karar verme iradesi) olmadan, sosyalizmin vaat ettiği ekonomik bağımsızlığı, nasıl sağlayacağına ise, hiç değinmez.
Özetlersek, ulusal sorun, sonuçta ekonomik bağımlılığa yol açsa da, ekonomik değil, siyasal bir sorundur. Çözümü de ulusların kendi kaderlerini tayin etme, ayrı bir devlet kurma hakkıdır. Çözümün yeni bir ekonomik bağımsızlığa yol açıp açmayacağı sorunu ise, ulusal mücadelenin sınıfsal önderliğiyle, bu önderliğe bağlı olarak kurulan yeni düzenin, devletin niteliğiyle ilgilidir ve bu da, doğrudan sınıf mücadelesi tarafından belirlenir. (5-308) ( konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız, Marksizm ve Ulusal Sorun- Söz ve Eylem kitap dizisi – 1)
Lenin, işçi sınıfının ulusal soruna yaklaşımını, en özlü biçimde, şöyle formüle etti : “Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi – Marksizmin ulusal programının, bütün ülkelerin deneyiminin ve Rusya’nın deneyiminin işçilere öğrettiği işte budur !” (Lenin, UKKTH- Sol Yay.s.-117)
Alıntılardan da açıkça anlaşılacağı gibi, işçi sınıfının ulusal programı üç temel ilkeye dayanır.
Birincisi; uluslar, ulusal azınlıklar ve diller için her türlü eşitsizliğin ve ayrıcalığın ortadan kaldırılması, ikincisi ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının, ayrı bir devlet kurma hakkı olarak kabul edilmesi, üçüncüsü ise bütün ülkelerin işçilerinin her türlü baskıya, eşitsizliğe, ayrıcalığa karşı burjuvaziyi devirmek, kapitalizmi yıkmak için birleşmesi.
Kendi çıkarlarını ulusal çıkar olarak tanımlayarak, başka uluslara karşı ayrıcalık ve üstünlük peşinde koşmak burjuvazinin, burjuva milliyetçiliğinin temel özelliğidir. İşçi sınıfı burjuva milliyetçiliğin karşısına proletarya enternasyonalizmi silahıyla çıkar. Hangi ulus ve dil için olursa olsun, her türlü ayrıcalık ve üstünlüğü reddeder. Ulusların ve dillerin eşitliği ilkesini savunur.
Proletarya enternasyonalizminin zorunlu bir gereği olan bu ilke, aynı zamanda, ulussuz ve sınıfsız bir toplum kurulmasında, işçi sınıfının her türlü ulusal önyargıya karşı savaşımının da, temel ilkesidir. “…Proletarya “kendi” ulusu tarafından ezilen sömürgelerin ve ulusların politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır. Aksi takdirde, proletaryanın enternasyonalizmi boş sözlerden ibaret kalacaktır; aksi takdirde, ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında ne güven ne de sınıf dayanışması mümkündür; aksi takdirde, kendi kaderini tayin hakkının “kendi ulusu” tarafından ezilen ve “kendi” devleti içinde zorla tutulan uluslardan söz etmeyen reformist ve Kautskyci temsilcilerinin ikiyüzlülüğü hep deşifre edilmemiş olarak kalır.” (Lenin –Seçme Eserler-5-İnter Yay. s. -309)
Lenin, ulusal sorun konusunda komünistlerin programının yalın ve açık olması gerektiğinin altını çizerek şunları yazdı; “…açık ve tam bir ifade ile kaleme alınmış bir programda, ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş laf ebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana “erteleyerek” olmamalıdır. Nasıl ki, insanlık sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.” (Lenin, UKKTH- Sol Yay.s.-117)
Yine Lenin bir devlete karşı yürütülen ulusal mücadelenin başka bir emperyalist devlet tarafından kendi amacı doğrultusunda desteklenmesinden hareketle UKKTH’nı inkar etmenin şovenizmin başka bir biçimi olduğunu vurguladı;
“Emperyalist bir hükümete karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinden, belli koşullar altında, bir başka “büyük devlet” tarafından onun hakeza emperyalist amaçları için yararlanılabileceği gerçeği, tıpkı Latin ülkelerinde burjuvazinin politik yalanları ve mali haydutluğu için cumhuriyetçi şiarları sık sık kullanması sosyal-demokrasiyi cumhuriyetçilikten vazgeçiremeyeceği gibi, sosyal-demokrasiyi ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan vazgeçiremez.” (Lenin Seçme Eserler-5- İnter yay. s.-309)
Lenin UKKTH’nın özünde ayrılma, ayrı bir devlet kurma hakkı olduğunu, ayrılma hakkının her koşulda ayrı bir devlet kurma anlamına gelmediğini, ancak ayrılma hakkı olmadan UKKTH’nın şovenizmi örten bir incir yaprağından başka bir şey olmadığını vurguladıktan sonra devrimci işçi partisinin UKKTH konusunda göz önünde bulundurması gereken hususları şöyle sıraladı; “1) bu talebin emperyalizmin egemenliği altında özellikle kaçınılmaz olduğuna; 2) bu talep de dahil siyasi demokrasinin tüm taleplerinin tarihsel koşulluluğu ve sınıf karakterine; 3) ezen uluslar sosyal-demokrasisinin görevleriyle, ezilen uluslar sosyal-demokrasisinin somut görevlerini birbirinden ayırma zorunluluğuna; 4) ulusların kendi kaderini tayin hakkının oportünistler ve Kautskyciler tarafından kabul edilmesinin tutarsızlığına, tamamen göstermelik olduğuna ve dolayısıyla da politik anlamda ikiyüzlülüğüne; 5) “kendi” ulusları tarafından ezilen sömürgelerin ve ulusların ayrılma özgürlüğünde ısrar etmeyen, özellikle “büyük güç” (Büyük Rus, Anglo-Amerikan, Alman, Fransız, İtalyan, Japon vs.) uluslarının sosyal-demokratlarının şovenizmle gerçekten benzerliğine; 6) bu talep gibi siyasi demokrasinin tüm temel talepleri için mücadeleyi, kapitalist düzenin yıkılması ve sosyalizmin gerçekleştirilmesi için mücadeleye tabi kılma zorunluluğuna dikkat çekerek tamamlanmalıdır.” (age. -318)
Lenin’den yaptığımız bu uzun alıntı Bolşeviklerin ulusal soruna yaklaşımını bir bütünsellik içinde kapsadığı gibi, bu konudaki sağ- kültürel özerklik- ve sorunu tarihsel toplumsal boyutta ele almayan, UKKTH’nı işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkı olarak ele alan sol argümanlara karşı da bir cevap niteliğindedir.
1917 Devrimi ve Ulusal Sorun
Bu kısa belirlemelerden sonra ulusal sorunun çözümünün Ekim devriminden sonra Rusyadaki gelişme çizgilerini ele alırsak:
1900’lerin başında Rusya hem ekonomik gelişmişlik, hem de ulusal bileşim bakımından büyük bir çeşitliliğe sahipti. Avrupa’dan Asya’ya uzanan geniş topraklar üzerinde kapitalizm öncesi ekonomik biçimleriyle kapitalist ekonominin biçimleri aynı anda varlığını sürdürüyordu. Batıda, Avrupa Rusya’sında küçük ve büyük kapitalist meta üretimi hızla gelişirken, doğuya doğru gidildiğinde kapitalizm öncesi üretim biçimleri, ilkel komünal, ataerkil köy ekonomisi, egemen durumdaydı.
Bu çok çeşitli ekonomik yapı aynı zamanda bir dilsel ve ırksal çeşitlilikle bir aradaydı. 200’e yakın dil ve lehçenin konuşulduğu bu geniş coğrafyada 1897 sayımına göre 140 milyon olan nüfusun % 43’ünü Ruslar oluşturuyordu. Rusları 30 milyon nüfusuyla Ukraynalılar ve 5 milyon nüfusla Belaruslar izliyordu. Slav ırkına mensup olan bu üç grup dil ve kültür bakımından birbirlerine yakındı. Hatta Ukraynalılar arasında gerçek Rusların kendileri olduğu kanısı yaygındı. Geri kalan 30 milyon nüfus içerisinde en kalabalık grubu Türkistanlılar (Türkmenler, Özbekler, Kırgızlar) oluşturuyordu. Bu 30 milyonun 8-10 milyonluk kısmını oluşturan diğer halklar arasında bir dil ve ırk birliği olmadığı gibi, hâlâ kabile toplumu aşamasında ve göçebe bir hayata sahiplerdi. Bütün bu çeşitliliği bir arada tutan Çarlık despotizmiydi.
Çarlık despotizmi ilk ciddi darbeyi 1905 devrimiyle aldı. Rusya’da kurulu dengeleri altüst eden 1905 devrimi, hem Rusya, hem de dünya sınıf hareketinde önemli sonuçlar yarattı. En başta dünya devriminin yeni merkezinin Rusya olduğu fiilen kanıtlandı. Devrim, 1848 devrimlerinin batı Avrupa’da oynadığı rolle kıyaslanmasa da, benzer bir rolü Doğu’da oynadı. Sömürge ve yarı sömürge ülkeleri devrim dalgasının içine çekti. 1906 İran, 1908 Türk, Afganistan ve Çin devrimlerini tetikledi. 1905 devrimi bir yandan Rusya’da ezilen halkların uyanışını hızlandırırken öte yandan, ezilen hakların yönetici sınıflarıyla Çarlık monarşisi arasındaki ittifakı da güçlendirdi. İşçi-köylü devriminin korkusuyla ezilen halkların egemen çevreleri, büyük toprak sahipleri, burjuvalar, emirler, hanlar ve dini liderler- mollalar- Çarlık rejimine daha fazla bağlandılar.
Çarlık monarşisini yıkarak ezilen haklarının kurtuluşunun önündeki en önemli engeli ortadan kaldıran 1917 Şubat devrimi, ulusal mücadelelerde de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Devrimin hemen ardından ulusal mücadele, bu mücadelelerin en gelişmiş olduğu Rusya Avrupa’sından başlayarak Rusya topraklarının tümüne yayıldı.
Emperyalist işgal, iç savaş ve Sovyet iktidarlarının kuruluşu koşullarında sömürge siyaseti ve sömürgecilikten kurtuluş mücadelesi önemli bir değişime uğradı. Her şeyden önce sömürge ülkelerle emperyalist devletler arasındaki eski ilişki köklü bir biçimde değişti. Sömürgeci ülkelerin sömürgelerdeki doğrudan yönetiminin yerini, emperyalist ülke burjuvazisi ile sömürge ülke genç burjuvazisi arasında gelişen ilişkilere dayalı yeni bir bağımlılık ilişkisi aldı. İkinci olarak, bu değişime bağlı olarak ulusal sorun emperyalist paylaşımın bir aracına dönüştü. Sömürgelerin siyasal bağımsızlığa dayalı, kapitalist temelde gelişen yeni bir bağımlılık ilişkisi kuruldu. Üçüncüsü ise, tarihin olağanüstü hızlı akışı içinde Rusya’nın çeşitli bölgelerinde burjuva iktidarların yerini Sovyet iktidarlarının almasıyla UKKKTH sorunun çözümünde yeni bir safha açıldı; ulusal sorunun çözümü doğrudan kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması sorunuyla birleşti.
1917- 23 yıllarını kapsayan bu mücadele eski Rusya’nın geniş toprakları üzerinde bağımlı burjuva ulus devletler ve sosyalist cumhuriyetlerin kurulması ile sonuçlandı.
Batı Rusya
Bir dizi tarihsel ve toplumsal nedenle burjuva milliyetçiliği ve bağımsızlık hareketlerinin en gelişmiş olduğu Polonya, 1917 Şubat Devrimi’nin hemen ardından, Alman işgal güçlerine dayanarak bağımsızlığını ilan etti. Şubat devriminde Çarlık monarşisinde yerini alan burjuva geçici hükümet, Polonya’nın bağımsızlığını, nihai kararı kurucu meclise bırakarak tanımak zorunda kaldı. Ekim devriminden sonra Bolşevikler kurucu meclisin toplanmasını beklemeden Polonya’nın bağımsızlığını kayıtsız şartsız tanıdılar. Polonya’da Alman denetiminde kurulan burjuva hükümet Kasım 1918’de Almanya’nın yenilgiyi kabul etmesinden sonra İngiltere ve Fransa’nın denetiminde varlığını sürdürdü. Polonya bu değişimin ardından İngiliz ve Fransız denetiminde Sovyet Rusya’ya karşı bir saldırı üssü olarak kullanıldı.
İşçi hareketinin görece daha gelişmiş olduğu Finlandiya’da mücadele Polonya’dan farklı bir yol izledi. Polonya gibi Finlandiya da Şubat Devrimi’nin ardından bağımsızlığını ilan etti Bolşevikler Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıdılar. Ocak 1918’de Finlandiya işçi sınıfı Finlandiya sosyal Demokrat Partisi önderliğinde ayaklandı. Bolşevik Partinin maddi ve manevi olarak desteklediği ayaklanma sonunda Finlandiya’da “Fin İşçilerinin Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan edildi. Böylece Finlandiya’da biri burjuva diğeri işçi olmak üzere iki iktidar odağı oluştu. Bu ikili iktidar Almanya’nın Finlandiya’yı işgal etmesine kadar sürdü. Alman işgali ile “Finlandiya İşçilerinin Sosyalist Cumhuriyeti” yıkıldı ve Alman desteğini alan burjuva hükümet yeniden Finlandiya’da egemenliği ele geçirdi. Finlandiya’daki burjuva iktidarının Polonya’dakinden tek farkı, Sovyet Rusya’ya karşı düşmanca bir tutum izlenmemesi oldu.
İşçi sınıfı hareketinin çok güçsüz olduğu Baltık ülkelerinden, Estonya ve Letonya’da Ekim devriminden sonra Sovyet iktidarları kuruldu. Estonya ve Letonya’da kurulan Sovyet iktidarları Şubat 1917’de Alman birliklerinin bu iki ülkeyi işgali ile yıkıldı. Kasım 1918’de Almanya’nın birliklerini bu ülkelerden geri çekmesinin ardından 8 Aralık 1918’de Estonya, 2 Aralık 1918’de de Litvanya Sovyet Cumhuriyetleri kuruldu. Sovyet Rusya’nın tanıdığı bu iki cumhuriyet 1919’da İngiltere deniz kuvvetlerinin bu iki ülkeyi işgal etmesiyle yıkıldı ve Estonya ve Letonya’da iktidar yeniden burjuvazinin eline geçti. Sovyet Rusya tarafsızlığını ilan eden bu iki burjuva cumhuriyeti 1920’de tanımak durumunda kaldı.
Alman işgali altında başka bir Baltık ülkesi olan Litvanya’da 1917 sonunda kurulan burjuva “milli konsey” (Tariba) iktidarı ele geçirerek bağımsızlığını ilan etti. Almanya’nın teslim olmasından sonra Litvanya’da kısa süreli bir Sovyet iktidarı kurulsa da, Sovyet iktidarı 1919 Nisan’ında Polonya ordusu tarafından Litvanya’nın işgal edilmesiyle ortadan kaldırıldı. Bu tarihten itibaren Litvanya, Polonya ile Rusya arasında tarafsız bir devlet olarak varlığını sürdürdü.
Rusya’nın tahıl deposu ve yakıt kaynağı olan Ukrayna hem emperyalist güçlerin Almanya Fransa ve İngiltere’nin hedefindeydi, hem de ekonomisi çöken açlık ve yakıtsızlık ile boğuşan Sovyet iktidarı açısından vazgeçilmez önemliydi. Bu yüzden Ukrayna’da emperyalist güçler ve işbirlikçileriyle Sovyet güçleri arasındaki mücadele çok daha çetin geçti.
Ukrayna’da bağımsızlık mücadelesi Mart 1917’de milliyetçi aydınlar (Vinnçenko, Hruşevski) Sosyalist Devrimciler, Sosyal Federatifçiler ve Menşeviklerin çoğunlukta olduğu sosyal demokratların Ukrayna “Rada”sının (hükümeti) kurulması ile başladı. Ukrayna tarihinde önemli bir yer tutan Vinnçenko Rada’nın başkanlığına, sosyal demokrat Petliyura ise askeri komite başkanlığına getirildi. Rada, Haziran 1917’de özerk Ukrayna Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti. Sovyet iktidarı başlangıçta Ukrayna Rada’sı ile iyi ilişkiler kurmayı denediyse de Rada ile Sovyet iktidarı arasındaki ilişkiler Rada’nın Ukrayna’nın çeşitli bölgelerinde kurulan işçi, köylü sovyetlerine karşı düşmanca bir tutum takınması, kızıl muhafızları silahsızlandırmaya çalışması, beyaz ordulara (Kornilov ve Kaledin birliklerine) yardım etmesi ve Kızıl Ordu’nun Ukrayna topraklarını kullanmasını engellemesi yüzünden gerginleşti. Sovyet Rusya’nın, bu düşmanca tutumu nedeniyle Rada’yı uyarması karşısında Rada’nın Fransızlardan yardım talep etmesi ilişkilerin tümden kopmasına yol açtı. Rada’nın Sovyetlere karşı bu düşmanca tutumu nedeniyle Kiev İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri, Kiev’i terk ederek işçi sınıfının daha güçlü olduğu Harkov’a yerleşmek zorunda kaldı. Sol SD ve Bolşeviklerden oluşan Harkov İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin Ukrayna yönetimini ele aldığını açıklamasına, Kiev’de iktidarı elinde tutan Rada Ukrayna’nın bağımsızlığını ilan ederek karşılık verdi. Öteden beri Ukrayna’nın tarımsal ve yeraltı zenginliklerine (demir, kömür, vb.) gözünü diken Almanya vakit geçirmeden Ukrayna’nın bağımsızlığını tanıdığını açıkladı. Almanya’dan sonra İngiltere de Ukrayna’nın bağımsızlığını tanıdı. Rada’nın bağımsızlık ilanı karşısında harekete geçen Kızıl Ordu birlikleri Harkov İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetinin de desteğiyle Kiev’i ele geçirdi, Rada’yı devirerek 26 Ocak/8 Şubat 1917’de Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan etti. İktidarı kaybeden Rada Almanya’dan yardım istedi ve Alman birlikleri Ukrayna işgal etti. İşgalle birlikte Rada yeniden iktidarı ele geçirdi, ancak Rada’nın bu ikinci iktidarının ömrü uzun olmadı. Alman işgal güçleri Rada’yı feshederek tamamen kendilerine bağımlı bir hükümet oluşturdu. Almanya’nın Kasım 1918’de yenilgiyi kabul edip askerlerini Ukrayna’dan geri çekmesinin ardından Rada yeniden iktidar oldu. Rada’nın bu üçüncü iktidarı Sovyet birliklerinin Şubat 1919’da Kiev’i ele geçirmesine kadar sürdü. Ekim 1919’da Kiev’de kurulan Sovyet iktidarı Aralık 1919’da İngiltere ve Fransa tarafından desteklenen Denikin kuvvetlerinin Kiev’i ele geçirmesiyle yıkıldı. Denikin birliklerinin yenilgisinden sonra Rada bu kez Polonya’dan yardım talebinde bulundu ve Polonya birlikleri Ukrayna’yı işgal etti. Rada’nın Ukrayna’daki bu son iktidarı Mayıs-Haziran 1920 Kızıl Ordunun Polonya birliklerini Ukrayna topraklarından atmasına kadar sürdü. Ukrayna’da emperyalist devletler, anti-Bolşevik güçler ile Sovyet iktidarı arasında dört yılı aşkın süren bu mücadele Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin kurulmasıyla sonuçlandı.
Ukrayna’daki sürecin bir benzeri Belarus ve Kırım’da yaşandı. Mart 1917’de Belarus Milli Kongresi Rusya’da federatif bir sistemden yana olduğunu açıklayarak Belarus Rada’sının kurulduğunu ilan etti. Ekim devriminden sonra Rada devrilerek Belarus’ta Sovyet iktidarı kuruldu. Belarus Sovyet’i Şubat 1918’de Almanya’nın işgali ile devrildi ve Belarus’ta Ukrayna’daki gibi Alman destekli bir burjuva hükümet, Rada, kuruldu. Almanya’nın Belarus’tan geri çekilmesinin ardından Belarus’da iktidar yeniden Sovyetlerin eline geçti. Nisan 1919’da Belarus tıpkı Ukrayna’daki gibi Polonya birliklerinin işgaline uğradı. Kızıl Ordu’nun Polonya birliklerini Belarus’tan sürmesinin ardından Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kalıcılaştı. Kırım’da da benzer bir süreç yaşandı. Kırım’da Şubat devriminden sonra Tatar Milli Meclisi tarafından bir burjuva hükümet (direkteur) kuruldu. Direkteur Ocak 1818 de Bolşevikler tarafından devrilerek yerine Kırım Tatar Sovyet Cumhuriyeti kuruldu; bu Cumhuriyet 1818 Şubat’ında başlayan Alman işgali ile yıkıldı. Almanlar tıpkı Ukrayna’daki gibi Kırım’da da kukla bir hükümet kurdular. Almanların kurduğu bu hükümet 1918 Kasım yenilgisiyle son buldu. Kırım’da Almanların yerini İngiliz ve Fransız destekli Denikin birlikleri aldı. 1919 yazında Denikin birliklerinin yenilerek Kırım’ı terk etmesinden sonra Kırım, Wrangel güçleri tarafından işgal edildi. Kasım 1921’de Wrangel birlikleri Kırım’dan çıkartıldı ve Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu.
Kazaklar, Başkırtlar ve Kuzey Kafkasya Halkları
Milliyetçi hareketlerin çok daha zayıf olduğu Doğu-Rusya, Sibirya ve Kafkaslar’da ulusların kendi kaderlerini belirleme mücadelesi batıdaki gibi emperyalist devletler, beyaz ordular, yerel yönetici çevreler (toprak sahipleri, ticaret burjuvazisi, Hanlar, Emirler ve mollalar) ile işçi köylü Sovyetleri ve Kızıl Ordu arasında geçen sert mücadelelerle belirlendi
Kazaklar, Tatarlar ve Başkırtlar arasında milliyetçi hareketlerin gelişimi 1905 devriminden sonra başladı. 1905 devrimden sonra Çarlık despotizmi ile birlikte hareket eden yerel egemen güçlere karşı, Türkistan’da ve Kazakların yaşadığı bölgelerde köylü ayaklanmaları baş gösterdi, bu ayaklanmalar Çarlık birlikleri ile işbirliği yapan yerel yöneticiler tarafından bastırıldı.
Bu bölgede de, batıda olduğu gibi Şubat devriminden sonra ulusların kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi hız kazandı. UKKTH sorununda milliyetçiliğin yanında özellikle Müslüman halklarda din farkları önemli bir rol oynadı.
Mayıs 1917’de Petersburg’da 1. Tüm Rusya Müslümanları Kongresi toplandı, kongre, Federatif bir Rusya Demokratik Cumhuriyeti kurulması ve kültürel özellik sorununu tartıştı. Tüm Rusya Müslümanları Kongresi’nin ikincisi Temmuz 1917 de Kazan’da yapıldı, kongre Tatarların üstünlüğü altında geçti. Aynı tarihte Alaş-Orda (Kazakların efsanevi atası Alaş’ın adına izafeten) Kazaklar özerklik talebiyle kendi kongrelerini topladı ve Kazak Milli Konseyi kuruldu. Kongre’de Rusya Federatif Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulması ve Kazakların da bu federasyon içinde özerk bir Cumhuriyet olarak yer alması kararı alındı. Özerklik talebi ile yapılan kongreler giderek yaygınlık kazandı, Mariler,Votyaklar, Çavuşlar, Kuzey Kafkasya halkları, Dağlılar, Dağıstanlılar, Çeçenler vb. kendi kongreleri düzenleyerek özellik taleplerini dile getirdi. Bu kongrelerde öne çıkan dini liderler, mollalar oldu.
1917 devriminden sonra Bolşevik Parti Emekçi Halkların Hakları Bildirisi’ne ek bir bildirge yayınladı. Bildirgede Doğu halklarına şu çağrı yapıldı: “Rusya Müslümanları,Volga ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kırgız (Kazaklar ) ve Sartları, Trans Kafkasyalı Türkler ve Tatarlar, Kafkasya Çeçenleri ve Dağlıları ve Çarlar tarafından Rusya’nın müstebitleri tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları, töreleri ayaklar altına alınmış olan herkes! İnanç, örf ve adetleriniz, milli ve kültürel kurumlarınız şu andan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi milli hayatınızı tam bir özgürlük için de düzenleyin. Bu sizin hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetlerinin güçlü koruması altındadır. Bu devrimi ve onun hükümetini destekleyin.”
Bu bölgede Sovyet iktidarının karşısındaki en büyük sorun köylü kitlelerinin beyaz orduların denetiminden kurtarılarak Sovyetlerden yana kazanılmalarıydı. Bunun için yoğun bir örgütlenme ve ajitasyon- propaganda faaliyeti yürütüldü.
Komiserliğini Stalin’in üstlendiği Milliyetler Halk Komiserliği, Ocak 1918 tarihli kararnamesi ile Müslüman halkların içişlerinden sorumlu bir komiserlik kurdu. Kasım 1918’de Bolşevik Partisi önderliğinde Moskova’da ilk Komünist Müslüman Örgütler Kongresi toplandı. Kongre’de Komünist Müslüman Örgütleri Merkez Bürosu kuruldu ve Türkçe bir günlük gazete çıkarma kararı alındı. Türkiye Komünist Teşkilatı bu kongreye Mustafa Suphi başkanlığında beş kişilik bir heyetle katıldı. Komünist Müslüman Örgütler Kongresi’nin ikincisi, Lenin ve Stalin’in katılımıyla Kasım 1919 tarihinde yapıldı.
İç savaş sırasında Sovyet iktidarının Doğu Rusya ile ilişkileri kesildiği için doğudaki süreçlere müdahale neredeyse hiç yapılamadı. 1918 yılı içinde doğuda küçük bir topluluk olan Volga Almanların kurduğu “İşçi Komünü” dışında Sovyet iktidarı oluşmadı.
Ekim devriminden sonra Başkırdistan’da Velidov* önderliğinde milliyetçi bir hükümet kuruldu bu hükümet doğudaki ilk milliyetçi burjuva oluşumdu. Velidov önderliğinde kurulan Başkırt hükümeti, başlangıçta Sovyet iktidarına karşı düşmanca bir tutum izlese de Kolçak saldırısı karşısında bu tutumundan vazgeçerek RSFSC ile bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı.
Bu bölgede yaşanan en önemli sorunlardan bir diğeri de Kazaklar, Başkırtlar, Tatarlar ve Kuzey Kafkasyalı halkların kendi aralarındaki sınır sorunları ve Rus kolonilerinin topak yağmalamalarıydı. Bu sorun özerk cumhuriyetler ve özer bölgelerin belirlenmesi ve Rusların toprak işgallerinin yasaklanmasıyla aşıldı.
İç savaşta kararsız kalan Kazakların kazanılması için Kazakistan’ın başkenti Alaş- Orda ikiye ayrıldı ve Kazaklar ve Bolşeviklerden oluşan bir Devrimci Komite kuruldu. Rus kolonilerinin Kazak topraklarını yağmalaması yasaklandı. Benzer bir çözüm küçük bir Moğol topluluğu olan Kalmuk’lar için sağlandı.
Dinin toplumsal hayatın düzenlenmesinde önemli bir etken olduğu Kuzey Kafkasya’nın Müslüman halklarını Sovyet iktidarından yana kazanmanın önündeki en önemli engellerden biri milliyetçiliğin yanında dinsel gericilikti. İç savaşın zaferle sonuçlanması Rusya’nın hemen her köşesinde olduğu gibi Başkırtlar, Kazaklar, Tatarlar ve Kafkas halkları nezdinde Sovyetlerin çekiciliğini artırdı. Ayrıca bu halklar beyaz orduların işgali sırasında milliyetçi ve dini çevrelerin toprak sahiplerinden yana olduklarını, beyaz orduların eski düzeni kurmaya çalıştıklarını yaşayarak öğrendiler.
İç savaş sırasında olgu haline gelen bu değişim kendini açıkça ortaya koydu. 1918-19 yılları arasında Sovyet iktidarına karşı tutum takınan ezilen köylüler savaşın bitimiyle birlikte Sovyet iktidarına hayırhah bir tarafsızlıkla yaklaştı. Bu değişimle birlikte Sovyet iktidarı bu bölgede güçlenmeye başladı.
Mayıs 1920’de VTsIK kararnamesiyle Başkırt ve Tatar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile Tatar Özerk Cumhuriyeti içerisinde Çavuş özerk bölge kuruldu. Bunu aynı yıl içinde Kazakistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin ve bu cumhuriyet içinde Kalmuk Özerk bölgesinin kuruluşu izledi. Ancak Sovyet Cumhuriyetlerinin kuruluşu, mücadelenin bittiği anlamına gelmedi. Başkırt Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eski Başkırt milliyetçi hükümeti başkanı Velidov Sovyet iktidarına karşı ayaklandı. Başarılı olamayınca kaçarak Türkiye’ye sığındı. Kuzey Kafkasya’dakine benzer bir ayaklanma Dağıstan’da yaşandı. Dağıstanlı milliyetçiler Sovyet iktidarına karşı ayaklandı, ayaklanma ezildi.
Eylül 1920 yılında Bakü’de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın ikincisi gerçekleşmemiş olsa da, doğuda Sovyet iktidarlarının yerleşmesinde önemli bir rol oynadı. Rusya’da yaşayan halkların dışında İran, Türkiye, Afganistan ve Hindistan’dan temsilcilerin katıldığı kurultay bünyesinde Doğu Halkları Harekat ve Propaganda Sovyet’ini kurarak doğu halklarına yönelik örgütlenme ve propaganda çalışmalarını hızlandırıldı.
Kasım 1920’de Milliyetler Halk Komiseri Stalin, Dağlılar ve Dağıstanlılar arasında yaşanan sorunları çözmek için Kuzey Kafkasya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Dağlılar ve Dağıstanlılar arasındaki sorunlar Dağlılar ve Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin kurulmasıyla çözüldü.
Türkistan
Türkistan, Hazar Denizi’nin doğusundan İran, Afganistan, Hindistan ve Çin sınırına kadar uzanan geniş bir alanı kapsıyordu ve Rusya’nın en geri bölgelerinden biriydi. Ama buna rağmen bu bölge Taşkent, Semerkant, Kokand, Buhara, Hiva ve Merv gibi tarihi şehirleriyle öne çıkıyordu. 1870’li yıllarda Rus İmparatorluğunca ilhak edilen Türkistan’da İrani bir halk olan Tacikler dışında Türkler yaşıyordu ve dil olarak da Türkçe lehçeleri konuşuluyordu. Ancak Türkistan’daki bu Türki halklar Hanlar, Emirler ve Mollalar yönetimi altında birbirlerinden ayrılmışlardı. Bölgenin merkezi olan Taşkent aynı zamanda Rusların ve Rus demiryolu işçilerinin en yoğun olarak yaşadığı yerdi.
Şubat devriminden sonra Taşkent’te geçici hükümete bağlı bir Türkistan Komitesi ile aynı anda Bolşeviklerin denetiminde İşçi ve Köylü temsilcileri Sovyeti kuruldu. Eylül 1917’de İşçi ve Köylü temsilcileri Sovyet’i Türkistan geçici hükümetine bağlı Türkistan komitesini dağıtarak yönetimi bütünüyle ele geçirdi.
1918 yılı içinde Türkistan’ının diğer önemli şehirlerinde, Kokand’da , Buhara’da ve Hiva’da dinci ve milliyetçilerin liderliğinde hükümetler kuruldu. Merv’de ise işgalci İngiliz birliklerinin desteğiyle bir burjuva hükümet kuruldu. İç savaş boyunca Taşkent ile merkezi Sovyet iktidarı arasında ilişki kurulamadı. Taşkent Sovyeti kendi kaderine terk edilmiş ve milliyetçi hükümetler tarafından kuşatılmış bir halde varlığını sürdürdü. Bu süre boyunca Türkistan’da mücadele Emirler, Hanlar, Mollalar ile Sovyetler arasında sürdü. Kokand’da dini liderlerin önderliğinde kurulan Özerk Türkistan Cumhuriyeti Taşkent Sovyeti tarafından dağıtıldı.
Taşkent Sovyeti Buhara’ da kurulan milliyetçi hükümete karşı yürüttüğü mücadeleden bir sonuç alamayınca Mart 1918’de Buhara Emirliğini tanımak zorunda kaldı. Hiva ve Merv’de kurulan milliyetçi iktidarlar da iç savaşın bitimine kadar varlıklarını sürdürdüler . Bu süre içerisinde Taşkent Sovyet’i hem Basmacılar olarak adlandırılan eşkıyaların saldırıları, hem de, iç isyanlarla mücadele etmek zorunda kaldı.
Merkezi Sovyet iktidarı ancak iç savaşın kazanıldığının kesinleştiği 1919 yılı sonunda Türkistan’la ilgilenme olanağını elde etti. Taşkent Sovyetinin en büyük zaafı bir avuç Rus demiryolu işçisine dayanması ve Sovyet yöneticilerinin ağırlıklı olarak Ruslardan oluşması oldu. Milliyetçi hareketlerin daha da gelişmesine yol açan bu durumun yol açtığı olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak için Ekim 1991’da VTsIK Türkistan ile ilgili bir bildiri yayınladı. Bildiride, milli eşitsizliğe ve ayrıcalığa tamamen son verilmesinin Rusya Sovyet Cumhuriyeti’nin politikasının temelini oluşturduğu, Türkistan’da Çarlık Rusya’sından kalan güvensizliğin ancak bu yolla aşılabileceği vurgulandı. Lenin,“Türkistanlı Komünist Yoldaşlara” yazdığı mektupta Türkmenistan halkıyla yoldaşlık ilişkilerinin kurulmasını ve büyük Rus şovenizminin izlerinin silinmesini istedi.
Ocak 1920’de Kızıl tren propaganda malzemeleri ile Taşkent’e hareket etti, Taşkent’teki Kızıl Ordu birlikleri yerel birliklerle takviye edildi. Kızıl Ordu birlikleri Buhara, Hiva, ve Merv’deki milliyetçi hükümetleri ortadan kaldırdı. Nisan 1921’de Özerk Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin kuruluşu ilan edildi.
İşçi, Dehgan, Köylü, Kızıl Ordu ve Kazak Temsilcileri Sovyet’i, Hazarın doğusundan İran, Afganistan, Hindistan ve doğuda Çin sınırına kadar uzanan bölgeyi kapsayan Özerk Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin en üst organı olarak örgütlendi.
Özerk Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra bile Türkistan’daki mücadele devam etti. “Genç Buhara Hareketi ve dağlarda eşkıyalık yaparak yaşamını sürdüren Basmacıları etrafında toplayan Enver Paşa 1921Sonbaharında Buhara’da yeni bir isyan başlattı. İsyan aylarca süren çatışmalardan sonra bastırıldı. Enver Paşa’nın 4 Ağustos 1922’de öldürülmesiyle Türkistan sorunu önemli ölçüde çözüme kavuştu.
Lenin’in ölümünden sonra Türkistan 4 ayrı cumhuriyete bölündü, Kazakistan Türkmenistan Özbekistan ve Tacikistan Özerk Cumhuriyetleri kuruldu.
Sibirya
İlkel ve yerli kabilelerin yaşadığı Sibirya’da milli hareket hemen hemen yok gibiydi. İç savaş sırasında emperyalist devletlerin, İngiltere, Fransa, Japonya, ABD ve beyaz orduların işgali altındaki Sibirya’da yerel Sovyetler kurulsa da, kalıcı olamadı. Nisan 1918’de Vladivastok’a çıkartma yapan Japonlar, Trans-Sibirya demiryolu boyunca Baykal Gölü’ne kadar ilerledi. Çek Kolordusu’nun aynı demiryolu hattı boyunca güneybatıdan ilerlemesiyle Sibirya bir bütün olarak Sovyet iktidarından yalıtıldı.
Temmuz 1818 de Çek Kolordusu’nun desteğiyle Samara’da sağ SD ve Menşeviklerden oluşan geçici bir hükümet kuruldu; Omsk’ta ise Fransız ve Japonların desteğiyle bir “Sibirya hükümeti” kuruldu. Sibirya Kazakları Çita’ya yerleşti. Böylece Sibirya’nın tamamı işgal güçleriyle işbirliği halindeki beyaz orduların ve anti Bolşevik güçlerin denetimine girdi. Sibirya’da kurulan bu anti-Bolşevik hükümetler Eylül 1918’de Ufa’da bir konferans düzenleyerek geçici bir “ Rusya Hükümeti” kurma kararı aldı, ancak Kızıl Ordu’nun Çek Kolordusu’nu yenilgiye uğratması ve Samara’nın düşmesi ile geçici hükümet kurulmadan dağıldı. Bu tarihten sonra Sibirya’da Kolçak’ın orduları faaliyetlerini artırdı.
Kolçak emperyalist devletler ve Rusya’daki bütün anti-Bolşevik güçler tarafından Rusya’nın defakto başkanı olarak kabul edildi. Bu durum Kızıl Ordu’nun Kolçak’ı yendiği Ocak 1920’ye kadar sürdü. Kolçak’ın yenilgisinin ardından İngiliz, Fransız ve ABD birlikleri de Sibirya’dan geri çekilmek zorunda kaldı. Bu tarihten sonra Sibirya’da savaş işgalci Japonya ve işbirlikçileri ile yerel Sovyetler ve Kızıl Ordu arasında devam etti.
Sibirya’da ABD arabuluculuğunda Japonya ile RSFSC arasında Uzakdoğu Cumhuriyeti adıyla tampon bir devlet oluşturuldu. SD, Menşevik ve Bolşeviklerin de içinde yer aldığı Uzakdoğu Cumhuriyeti’nde Ocak 1920’de yapılan kurucu meclis seçimlerinde Köylü Partisi ile ittifak halinde Bolşevikler çoğunluğu ele geçirdi. Bolşevikler ve Köylü Partisinden oluşan yeni bir hükümet kuruldu. Japonlar bu duruma işgalleri altındaki Vladivostok’ta kendi denetimlerinde bir hükümet kurarak karşılık verdi. Japon’lar ve yerli destekçileriyle Sovyetler ve Kızıl Ordu arasındaki savaş Japonların Sibirya’dan tamamen çekilmesiyle sonuçlandı.
Uzakdoğu Cumhuriyeti Kurucu Meclisi Kasım 1921’de aldığı kararla kendi varlığına son vererek RSFSC’ne katıldığını ilan etti. Ayrıca Sibirya’da 1922’de Moğol ve Yakut özerk bölgeleri oluşturuldu. 1923’te Moğol Özerk Bölgesi özerk cumhuriyet olarak yeniden örgütlendi.
Transkafkasya
Transkafkasya emperyalist işgalci güçler, beyaz ordular ve anti Bolşevik gruplar (Menşevikler, SD’ler) ile Sovyet iktidarı arasındaki mücadelenin en sert geçtiği bölgelerden bir diğeriydi. Nüfusça küçük yerli halkların yanında üç büyük halk grubunun, – Gürcüler, Azeriler ve Ermeniler – yaşadığı bu bölgede feodal yapı egemendi. Gürcistan’da Gürcü prensler, Azerbaycan’da Müslüman beyler söz sahibiydi. Ermeniler ise bölgenin en dağınık halk grubunu oluşturuyordu. Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te Ermeni nüfus, Gürcü nüfustan daha fazlaydı. Aynı şekilde petrol sanayinin gelişmiş olduğu Bakü’de Ermeni ve Rus işçiler nüfusun önemli bir kesimini oluşturuyordu.
Bölgede halkların bu iç içe geçmişliği ulusların kendi kaderini tayin hakkının önündeki en önemli engellerden bir diğeriydi. Çünkü Gürcüler, Ruslardan çok Ermeni ve Azerilere tepkiliydi. Bölgede adeta Rus milliyetçiliği yerini Azeri ve Ermenileri hedef alan bir Gürcü milliyetçiliğine bırakmıştı. Stalin Transkafkasya’daki bu durumu 1912’de şöyle betimlemişti; “Eğer Gürcistan’da ciddi bir Rus taraftarı milliyetçilik yoksa, bu her şeyden önce kitlelerde böyle bir milliyetçiliği körükleyecek Rus toprak beyleri ya da Rus büyük burjuvazisi olmadığı içindir. Gürcistan’da Ermeni aleyhtarı milliyetçilik vardır, çünkü orada, küçük ve henüz güçlenmemiş Gürcü burjuvaziyi ezerek onu Ermeni taraftarı milliyetçiliğe iten bir Ermeni büyük burjuvazisi bulunmaktadır.” (H. Carr- Bolşevik Devrimi cilt:I -311)
Şubat devriminden sonra Transkafkasya’nın her üç ülkesinde iktidar burjuva-sosyalist (Menşevik – SD) ve burjuva milliyetçi partilerin eline geçti. Gürcistan’da Menşevikler, Ermenistan’da burjuva Taşnak Partisi ve Azerbaycan’da milliyetçi Müsavat (Eşitlik Partisi) iktidarı ele geçirdi. Eylül 1917’de Tiflis’te bu üç partinin temsilcilerinden oluşan Transkafkasya meclisi ve komiserliği kuruldu. Bu komiserliğin yanında Tiflis’te Menşevik Jordanya’nın başkanlığını yaptığı bir işçi köylü ve asker temsilcileri Sovyet’i oluştu. Hem Sovyetler, hem de Transkafkasya komiserliğinde ağırlık Menşeviklerdeydi. Bu durum Komiserlik ve Sovyet’in uyumlu hareket etmesini sağlıyordu.
Kasım 1918’de Sovyet iktidarının Kurucu Meclisi dağıtmasından sonra Transkafkasya komitesiyle Sovyet iktidarı arasındaki ilişkiler iyice gerginleşti. Nisan 1918’de Almanya ile Sovyet iktidarı arasında imzalanan ve Batum, Kars ve Ardahan’ı Türklere bırakan, Brest Litovsk antlaşmasının ardından Türk birlikleri Nisan 1918’de Batum’u işgal etti Azerilerin Türkleri desteklemesi ile Transkafkasya komiserliği dağılmaya başladı. Mayıs 1918’de toplanan Transkafkasya Meclisi, Transkafkasya Cumhuriyeti’nin feshi kararını aldı. Bu kararla birlikte, Gürcüler, Azeriler ve Ermeniler bağımsızlıklarını ilan etti.
Türk birlikleri Batum’dan sonra Azerbaycan ve Ermenistan’ın da önemli bir bölümünü işgal edince, Ermenistan’ın bağımsızlığı kağıt üzerinde kaldı. Azerbaycan ise bir Türk vasal devletine dönüştü. Türk birlikleri’nin ilerleyişi karşısında Menşevik Gürcü hükümeti Almanya’ya başvurarak koruma talep etti, Alman birlikleri Gürcistan’a girdi, Tiflis’te bir Alman garnizonu kuruldu. Böylece Almanya, Bakü petrolünün Karadeniz’e çıkış noktasıyla birlikte, Gürcistan’ın zengin manganez kaynaklarını da denetim altına aldı. Almanya ile Gürcistan arasındaki Brest Litovsk antlaşmasının koşullarını tanıyan ve Gürcistan’ı Alman koruması altına alan bir antlaşma imzalandı. Menşevik Jordanya Gürcü hükümetinin başına geçti, bu hamle Tiflis Sovyet’inin de sonu oldu.
Türk birlikleri’nin Ermenistan ve Azerbaycan’ın büyük bir bölümünü işgal etmesi ve Almanya’nın Gürcistan’a girmesi ile Transkafkasya’nın Almanya ile Türkiye arasında ilk paylaşımı gerçekleşti. Bu paylaşımda tek istisnayı Bakü oluşturdu. Şubat Devrimi’nin ardından Tiflis gibi Bakü’de de bir İşçi Köylü ve Asker Sovyeti kuruldu. Bolşevik, Menşevik ve SD’lerin yer aldığı Bakü Sovyet’inin başkanlığını Bolşeviklerin başlangıçtan beri Transkafkasya’daki faaliyetlerini yöneten Şaumyan üstlendi. Transkafkasya’nın Türkiye ve Almanya arasında bölüşülmesi, Bakü Sovyet’inin konumunu önemli ölçüde sarstı, Bakü Sovyet’i içindeki bölünme hızlandı. Temmuz 1918’de Bakü Sovyet’i Türk birliklerinin ilerleyişine karşı, Menşevik ve SD temsilcilerin oylarıyla İngiliz birliklerinin Bakü’ye davet edilmesi kararını aldı. Kararı protesto eden Bolşevikler Bakü Sovyet’lerindeki görevlerinden çekildiler. Stalin bu çekilişi, “siyasal düşmanlara yol açmak” olarak nitelendirerek eleştirdi. Şaumyan ve 25 komünist, Batum’dan gemiyle en yakın Sovyet iktidar alanı olan Astrahan’a geçmeye çalışırken önce Menşevik Gürcü hükümeti tarafından tutuklandılar, sonra serbest bırakıldılar ve 20 Eylül 1918’de İngiliz Menşevik ortak komplosuyla kurşuna dizildiler.
Bu “davet” öteden beri gözünü Bakü petrolüne diken İngilizlerin bir başarısıydı ve İngiliz birlikleri Ağustos 1918’de Bakü’ye girdi, Türk birlikleri’nin ilerleyişi karşısında bir süreliğine geri çekilmek zorunda kalan İngiliz birlikleri. Aralık 1918’de Bakü’ye yerleşti.
Almanya’nın Kasım 1918’de yenilgiyi kabul edip geri çekilmesinden sonra Transkafkasya’nın emperyalist paylaşımında Almanya’dan boşalan yeri İngiltere doldurdu. Gürcistan da İngiliz denetimine girdi.
İngiltere hükümeti Transkafkasya’nın kaderini belirlemek üzere Aralık 1918’de Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan temsilcilerini Paris’te bir toplantıya davet etti. Toplantının amacı bu ülkenin bağımsızlığını tanımaktı. Ancak Rusya’nın yeni lideri olarak tanınan ve iç savaşı kazanacağına kesin gözüyle bakılan Kolçak’ın itirazı üzerine toplantı bir sonuç alamadan dağıldı. Anlaşılan, İngilizler Kolçak’ın iç savaşı kazanacağı ve Rusya’nın yeniden bir burjuva devlet olarak örgütlenebileceğine dair inançlarını hâlâ koruyordu. İngiltere’nin Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıma planı Kolçak’ın iç savaşta yenilgisinin ardından yeniden devreye sokuldu. İngiltere ve Fransa Ocak 1920’de Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın bağımsızlığını defakto olarak tanıdı.
İngiltere ve Fransa’nın tümüyle iç gelişmeler ve ordudaki isyanlar nedeniyle birliklerini Batum limanı, hariç Transkafkaslardan geri çekmek zorunda kalmasından sonra Transkafkasya’daki durum da hızla Bolşeviklerin lehine değişmeye başladı. Nisan 1920’de Bolşevikler Bakü’de bir ayaklanma ile iktidarı ele geçirdiler. Kızıl Ordunun da yardımıyla Azerbaycan S. S. Cumhuriyetinin kuruluşu ilan edildi. Böylece Sovyet Rusya ile Transkafkasya arasında iç savaş boyunca süren iletişimsizlik de ortadan kalkmış oldu.
Bolşevik Parti Transkafkasya’nın sovyetleştirilmesi için bir Rus, bir Gürcü ve bir Ermeni’den oluşan (Kirov, Ordjenikidze ve Mikoyan) bir komiteyi görevlendirdi. Bu komitenin çalışmaları ayni tarihte başlayan Sovyet Rusya – Polonya savaşı nedeniyle sekteye uğradı. Polonya savaşı sırasında Sovyet Rusya, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerini tanıması karşılığında, Gürcistan hükümeti ile Gürcistan’ın bağımsızlığını tanıyan bir anlaşma imzaladı.
Azerbaycan’daki ayaklanmayı Ermenistan ayaklanması izledi. Ermenistan ayaklanması Taşnak Partisi’nin müdahalesiyle bastırıldıktan sonra Ekim 1920’de Ermenistan yeniden Türk Birlikleri’nin istilasına uğradı. Türk birlikleri Kars ve Gümrü’yü işgal ederek Ermenistan içlerine doğru ilerledi. Türk ordusunun bu ilerleyişi Kızıl Ordu’nun müdahalesi ile sonlandı ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kuruldu.
Azerbaycan ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin kuruluşu sıranın Gürcistan’a geldiğinin işaretiydi. Mayıs 1922’de Sovyet Rusya ile Gürcistan Menşevik hükümeti arasında yapılan ve Gürcistan’ın bağımsızlığını tanıyan anlaşmaya rağmen, Gürcü hükümeti anti Bolşevik eylemlerini sürdürdü, Gürcistan Komünist Partisini ve komünist yayınları yasakladı, komünistlerin tutuklanması devam etti. Gürcistan sınırları içindeki azınlıklara Osetler ve Abhazlar’a baskıyı artırdı. Bunlarla yetinmeyen Menşevik Gürcü Hükümeti, Eylül 1920’de 2. Enternasyonalin anti- Bolşevik liderlerini, Kautsky, Vandervalde ve Ramsey McDonald’ı Gürcistan’a davet ederek Gürcistan’ı anti Bolşevik propagandanın merkezi haline getirdi. Bu durum Sovyet Rusya ile Gürcü hükümeti arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. İngiltere’nin Batum’da bir garnizon bırakılan Transkafkasya’dan çekilmesinden sonra, 1921 yılı başında Tiflis’te bir komünist ayaklanma gerçekleşti, Kızıl Ordu Lenin ve RKP Politbürosu kararıyla ayaklanmacıları desteklemek üzere Tiflis’e girdi. Şubat 1921’de Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edildi.
Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin kuruluşu Transkafkasya’da sorunun bittiği anlamına gelmiyordu; bölgede halkların iç içe geçmişliği ve Ermeni ve Azeri karşıtı Gürcü milliyetçiliği sorunun çözümünü zorlaştıran bir faktör olarak varlığını sürdürdü.
Yukarıda özet olarak anlatılanlardan hareketle UKKTH sorununun çözümünde üç dönemi birbirinden ayırmak mümkündür. Çarlığın yıkılışından Ekim devrimine kadar geçen süreyi kapsayan birinci dönemde UKKTH bazı istisnalar dışında Rusya’nın hemen her yerinde burjuva hükümetlerin kurulması ile belirlendi. Bu süreçte Batı Rusya’da bağımsız burjuva cumhuriyetler ortaya çıktı. Bu alanda tek istisnayı özerklik talebi ile kurulan Ukrayna Rada’sı oluşturdu. Doğuda ise, UKKTH “Rusya Demokratik Federasyonu” içinde özerklik talebinin öne çıkartılması ile belirginleşti. Sürecin başında Finlandiya ve Polonya bağımsız burjuva devletler olarak Rusya’dan koptu. Bunları daha sonra üç Baltık ülkesi, Litvanya, Estonya, Letonya izledi. Finlandiya ve Polonya’nın emperyalist devletlerin işgali ve dayanışması altında Rusya’dan koparak siyasal bağımsızlığa kavuşmaları eski sömürge siyasetinde bir değişimi de beraberinde getirdi ve eski sömürgecilik ilişkilerinin yerini siyasal bağımsızlık altında, kapitalizmin karakterine uygun bağımlılık ilişkilerine aldı. Bu, sömürge siyasetinde yeni bir dönüm noktası oldu.
2. dönem, 1917 Ekim devrimi ile 1921 iç savaşın bitimini kapsayan dönemdir. Dört devrim yılı süren bu dönem, birinci dönemde kurulan burjuva hükümetler ve onları destekleyen, donatan emperyalist devletler ile İşçi, Köylü ve Asker Temsilcileri Sovyetleri ve Kızıl Ordu arasındaki mücadele ile belirlendi. Bu dönemin hemen başında, Ocak 1918’de 20 kadar özerk bölgeyi kapsayan Rusya Sovyet Sosyalist Federasyonları Cumhuriyeti (RSSFC) kuruldu. Bunu iç savaş sürecinde, farklı tarihlerde kurulan Sovyet Cumhuriyetleri ve Özerk Cumhuriyetler ile RSSFC arasında yapılan anlaşmalar izledi.
İkinci dönemin en önemli özelliği, birinci dönemde kurulan burjuva iktidarlarının yerini Sovyet iktidarlarının alması oldu. Beş devrim yılını kapsayan bu hızlı değişim iki ana etken tarafından belirlendi. Birincisi; Bolşevik partinin daha kuruluşundan itibaren UKKTH’nı ikirciksiz savunması, bu ilkeye bağlı kalmasıdır. Bu bağlılık, büyük Rus şovenizminin ezilen halkların üzerinde yarattığı korku ve güvensizliğin aşılmasına olanak sağlayarak ezilen halkların işçi ve köylü kitleleri ile Sovyet iktidarının arasında ezgi ve baskıyı dışlayan yeni bir ilişkinin yeşermesine olanak sağladı. İkincisi ise; Çarlığın yıkılmasının ardından kurulan burjuva hükümetlerin emperyalist işgal güçleri, yerli toprak sahipleri ve burjuvalarla birlikte hareket etmesi oldu. Hem işgalci emperyalistler, hem de beyaz ordular ve yerli yöneticilerin iç savaş süresi boyunca eski düzeni sürdürme gayretleri, işçi ve köylülerin Sovyet iktidarından yana tavır almasına yol açarak, UKKTH’nın Sovyet iktidarı altında gerçekleşmesini kolaylaştırdı.
İç Savaş’ın bitimiyle başlayan 3. dönemde, RSSFC ile diğer Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri arasındaki önceki dönemde oluşturulan gevşek birlik, ekonomik, politik askeri ve diplomatik alanları kapsayan gelişmiş bir birliğe doğru evrildi. Birlik süreci adım adım ilerledi. Önce 1918’de kurulan RSSFC yeni kurulan Özerk Sovyet Sosyalist cumhuriyetlerinin, (Başkırt, Tatar, Kalmuk, Kazak) katılımıyla genişledi. Daha sonra kurulan Uzakdoğu Cumhuriyeti de RSSFC’ye dahil oldu.
İç savaşın farklı tarihlerinde kurulan bağımsız Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri, Ukrayna Belarus, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile RSSFC arasında imzalanan anlaşmalarla daha gelişmiş bir bilgiye doğru yol alındı. Bu türden anlaşmaların ilki Nisan 1920’de Azerbaycan S.S.C ile imzalandı; bunu Ukrayna, Belarus, Ermenistan ve Gürcistan’la benzer anlaşmaların imzalanması izledi. Bu cumhuriyetlerin Sovyet kurumları ile RSSFC Sovyet kurumları arasında ilişkiler kuruldu, cumhuriyetler Tüm Rusya Sovyet Kongresi ve bunun yürütme kurulu olan VTsIK’da temsil edildiler. Henüz Sosyalist olarak nitelenmeyen Harezm ve Buhara Sovyet Cumhuriyetleri ile RSSFC arasında ilişkiler yapılan farklı nitelikli anlaşmalarla düzenlendi.
1921’de Transkafkasya’yı ziyaret eden Stalin bu bölgedeki üç büyük devletin, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın Transkafkasya Sovyet Sosyalist Federasyonu Cumhuriyeti (TSSFC) adı altında birleştirilmesi görüşünü ileri sürüldü. Daha sonra bu görüş Lenin ve Merkez Komitesi plenumu tarafından benimsenince Transkafkasya Federasyonu’nu oluşturma çalışması hız kazandı. Bu çalışmanın başına kendisi de bir Gürcü olan Ordjenikidze getirildi. Azerbaycan ve Ermenistan KP’leri tarafından benimsenen TSSFC fikri, Gürcistan KP’sinin muhalefeti ile karşılaştı. Gürcistan’ın birliğe bağımsız bir cumhuriyet olarak katılmasını savunan Gürcistan KP liderleri Mdivani ve Maleharadze’nin Transkafkasya Federasyonu’na karşı çıkışları ekonomik ve demografik nedenlere dayanıyordu. Gürcistan KP yöneticileri ekonomik bakımdan daha geri olan komşularıyla bir federasyon içinde olmayı uygun görmüyorlardı. Federasyona karşı çıkışın en önemli nedenlerinden bir diğeri de, Gürcistan’ının başkenti Tiflis’te Ermeni nüfusun Gürcü nüfustan daha kalabalık olması, federasyonun kurulması halinde bu nüfusun daha da artacağı endişesiydi. Görüldüğü gibi, Gürcistan KP’sinin Transkafkasya Federasyonu’na karşı çıkışının ana nedeni büyük Rus şovenizmine karşıtlıktan ziyade Gürcistan’da güçlenen yeni tip milliyetçilikti. Gürcistan’da dört yıllık Menşevik iktidar döneminde güçlenen bu milliyetçilik, KP’yi de etkisi altında almıştı.
Gürcistan KP’si içinde federasyon ile ilgili tartışmalar boyunca güç kaybeden Mdivani ve Makharadze tartışmanın eksenini yerel milliyetçilikten büyük Rus şovenizmine kaydırınca tartışma Bolşevik Parti’yi de kapsayan bir tartışmaya dönüştü. Sonuçta sorun, Mdivani başta olmak üzere Gürcistan Komünist Partisinin 11 yöneticisinden dokuzunun istifa etmesi ve Parti Merkez Komitesinin yeniden oluşturulması ile bir sonuca bağlandı. 13 Aralık 1922’de Transkafkasya Sovyet Sosyalist Federatif Cumhuriyetinin kuruluşu onaylandı; Abhazya, Osetya ve Acaristan Gürcistan içindeki özerk bölgeler olarak düzenlendi.
Aralık 1922’de üç Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ,Ukrayna, Belarus ve Transkafkasya Federasyonu ile RSSFC, bir biri ardına aldıkları kararlarla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) kuruluş sürecini başlattı. Harezm ve Buhara Cumhuriyetleri henüz sosyalist bir yapıda olmadıkları için geçici olarak birliğin dışında bırakıldı.
SSCB’nin kuruluşu Ocak 1923’te toplanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1. Kongresi’nde onaylandı; aynı kongrede yeni birliğin anayasasını oluşturmak için cumhuriyetlerin temsilcilerinden oluşan bir anayasa komisyonu kuruldu. Anayasa çalışmaları sırasında birçok öneri tartışıldı. Yeni anayasa tasarısında birliği oluşturan cumhuriyetlerin ve özerk cumhuriyetlerin birlikten ayrılma ve her cumhuriyet ve özerk cumhuriyetin kendi dilini birinci dil olarak kullanma hakkı garanti altına alındı.
Hazırlanan tasarıda , iktidar organı SSCB kongresi olarak belirlendi, iki kongre arasında iktidar, kongrede seçilecek Merkez Yürütme Kurulu (VTsIK) tarafından yürütülecekti, VTsIK Birlik Yüksek Konseyi ve Milliyetler Konseyi olmak üzere iki meclisten oluşacak, kararlar her iki mecliste onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek, anlaşmazlık sorunu SSCB kongresi çözecekti.
Tasarıda Komiserlikler üç ana kategoriye göre düzenlendi. Dışişleri, savunma, dış ticaret ulaştırma ve posta-telgraf komiserlikleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin tümünü kapsayan komiserliklerdi. Cumhuriyetlerde bir benzeri olmayacak olan bu komiserlikler VTsIK tarafından seçilecekti. İkinci kategorideki komiserlikler, Milli Ekonomi Yüksek Konseyi, iaşe, çalışma, maliye ve işçi köylü denetimini kapsayan “Birleşik Komiserlikler”di. Bu komiserlikler hem SSCB, hem de cumhuriyetlerde var olacak ve merkezi komiserliklerle eşgüdüm içinde çalışacaktı. ÇEKA’nın yerini alan ve kısa adı OGPU olan Siyasal, Ekonomik ve Karşı devrimci Faaliyetlerle Mücadele Komiserliği de bu ikinci tür komiserliklere dahildi.
Üçüncü kategorideki komiserlikler, İçişleri, Adalet, Eğitim, Sağlık, Sosyal Refah ve Milliyetler Komiserlikleri, sadece cumhuriyetlerde var olacaktı. Ancak bu komiserliklerle ilgili genel kuralları belirleme hakkı SSCB Konseyi’nindi. Komiserlikler bu kurallara uygun olarak kendi faaliyetlerini bağımsız biçimde yürütebileceklerdi. Ayrıca, tasarıda karşı devrimci faaliyetlerle mücadele için SSBB Merkez Yürütme Kurulu’na bağlı Yargıtay kurulması öngörülüyordu. Anayasanın temel maddelerini değiştirme hakkı sadece SSCB Kongresine aitti. Bu tasarı, 6 Temmuz 1923’te VTsIK tarafından onaylandı. 31 Ocak 1924’te SSCB Kongresince onaylanarak yürürlüğe girdi ve SSCB’nin kuruluş süreci tamamlanmış oldu.
Ulusal Sorun Konusunda Parti İçi Tartışmalar
Ulusal sorunun çözümü ve SSCB’nin kurulması süreci parti içinde tartışmalı bir süreç oldu. UKKTH’nın yerine işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkının geçirilmesi, bölgesel özerkliğe karşı kültürel özelliğin savunulması, dillerin eşitliği yerine cumhuriyetlerin dillerinin ikinci dil olması vb. argümanlar başlangıçtan beri Bolşevik Parti’nin reddettiği argümanlar olduğu için kolaylıkla aşıldı. Tartışma boyunca en ciddi sorunu büyük Rus şovenizmi ve buna karşı yürütülecek mücadele oluşturdu. Büyük Rus şovenizmi Ekim devrimi ile birlikte hemen ortadan kaldırılması mümkün olmayan köklü bir sorundu. Kökleri yüzyıllara dayanıyordu ve ezilen halkların hafızalarında hâlâ canlıydı. Ekim Devriminin zaferinden sonra özellikle Doğu Rusya’da devrimin ön saflarında Rus işçi ve aydınlarının yer alması ve kurulan Sovyetler’de bunların yönetici pozisyonları işgal etmesi, yerel halk tarafından hâlâ büyük Rus şovenizminin devamı olarak algılanıyordu. Lenin bu olguya sürekli olarak dikkati çekerek yerel Sovyetlerde, yerel işçi ve aydınların görevlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Ancak yerel işçi ve aydınların gerek azınlıkta oluşu, gerekse devrime sahip çıkmadaki kararsızlıkları birçok alanda buna izin vermiyordu.
Bu alanda ilk sorun Taşkent Sovyeti’nin kuruluşu sırasında ortaya çıktı, Taşkent Sovyeti’nde yönetici görevler bu Sovyet’in kuruluşunda belirleyici bir rol oynayan Rus demiryolu işçilerinin elinde yoğunlaştı. Bu durum Taşkent’te ve diğer bölgelerde büyük Rus şovenizmine dair duyguların güçlenmesine yol açtı. Aslında bu durum her ne kadar büyük Rus şovenizminin bir tezahürü olarak görülse de, gerçekte büyük Rus şovenizminin gölgesinde gelişen yerel bir milliyetçiliği işaret ediyordu.
Büyük Rus şovenizminin hâlâ canlı olan kalıntıları gelişmeye başlayan yerel milliyetçiliği besleyen tek kaynak değildi; ayrıca uygulamaya konulan NEP de bu milliyetçiliği besliyordu. NEP, Sovyet iktidarı altında bir yandan kapitalist ilişkilerin filizlenmesine yol açarken, öte yandan da burjuva milliyetçiliğin gelişmesinin zeminini oluşturuyordu.
Büyük Rus şovenizminin gölgesinde filizlenen bu milliyetçiliğin ilk ciddi soruna yol açtığı Cumhuriyetler, burjuva milliyetçiliğin nispeten gelişmiş olduğu Ukrayna ve Gürcistan oldu. Ayrıca bu iki sosyalist cumhuriyet, Ekim devrimi sonrasında emperyalist destekli burjuva -Menşevik iktidarların en direngen olduğu ve en uzun süreli iktidarda kaldıkları cumhuriyetlerdi. Ukrayna ile yaşanan ilk ciddi sorun dış ilişkilerde temsil edilme konusunda ortaya çıktı. 1922 yılı başında İtilaf devletleri ile SSCB arasında Cenova’da yapılan görüşmelerde bütün diğer Cumhuriyetler RSSFC’nin kendilerini temsil etmesini onaylarken, Ukrayna RSSFC’nin kendisini temsil etmesine karşı çıktı. Sorun kolayca aşılsa da bu, sorunun çözüldüğü anlamına gelmedi.
Bu konuda asıl sorun daha önce belirtildiği gibi Gürcistan KP’sinin ekonomik ve demografik nedenlerle Transkafkasya Federasyonu’nun kurulmasına karşı çıkmasıyla yaşandı. Bolşevik Parti’de bir tartışmaya yol açan bu sorun aynı zamanda Lenin ve Stalin arasında ilişkilerin gerilmesinin de nedeni oldu.
Gürcistan sorunu Lenin’in hastalığı dönemine denk düştü. Lenin Aralık 1921’de ilk felci geçirdi ve izinli olarak Gorki’de dinlenmeye çekildi. Geçici bir düzenlemenin ardından çalışmaya yeniden dönse de, Ocak ve Mart’ta hastalığının nüksetmesi ile iki kez daha izin kullanmak ve çalışmadan uzaklaşmak zorunda kaldı. Mart 1922’de geçirdiği felç ile yazma yetisini kaybetti. Hastalığı nedeniyle hem Gürcistan hem de SSCB’nin kuruluş süreci ile yeteri kadar ilgilenemedi. Mart 1922’de gündeme gelen Transkafkasya Federasyonu sorunuyla ancak Stalin, diğer Merkez Komite üyeleri ve Gürcistan Komünist Partisi lideri Mdivani ile görüşmekle yetinmek durumunda kaldı.
Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 2 Mart 1921 de Ordjenikidze’ye yazdığı mektup Lenin’in Gürcistan sorununa verdiği önemi ve duyduğu endişeyi yansıtıyordu. Lenin mektubunda Gürcistan’da sorunun çözümü için üç öneride bulunuyordu;
“Bir, işçiler ve yoksul köylülerin bir an önce silahlandırılması ve güçlü bir Gürcü Kızıl Ordu’sunun oluşturulması.
İki, Gürcü aydınları ve küçük tüccarlarına ayrıcalıklar verilmesinde özel bir politika izlenmesi. Bunların devletleştirilmesinin düşüncesizlik olmasının yanında, konumlarını iyileştirmek ve kendi küçük ticaretlerini sürdürmelerini sağlamak için belirli ödünler verilmesine gerek olduğu da kabul edilmelidir.
Üç, ayaklanmadan önce Gürcistan’da belli koşullarla Sovyet gücünün varlık göstermesi fikrine tamamıyla karşı çıkmış bulunan Zhordania ve benzeri Gürcü Menşeviklerinin oluşturduğu bir bloğa uygun bir ayrıcalık düşünülmesi son derece önemlidir.
Gürcistan’ın hem yerel, hem de uluslararası konumunun, kendi komünistlerinin Rus modelini mekanik olarak kopyalamaktan kaçınmayı gerektirdiğini lütfen aklınızdan çıkarmayın” (Lenin’in Son Kavgası – Öteki Yayınevi, s. 279)
Bu noktada Lenin’in, sorunun uluslararası boyutuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir ve Lenin’in kaygılarının büyüklüğüne işaret etmektedir.
Lenin’in bu önerilerini dikkate alan Bolşevikler, Gürcistan’da tutuklu Menşevikler için af çıkardı; ancak hem yurtdışında bulunan Menşevik liderler hem de aftan yararlanan Menşevikler ’in karşı devrimci faaliyetlerini sürdürmeleri yeniden tutuklanmalarına yol açtı ve Lenin’in önerilerinin bu kısmı uygulanamaz oldu. Ayrıca Lenin, 14 Nisan 1921’de “Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Dağıstan, ve Dağlılar Cumhuriyeti Komünistlerine” yazdığın mektupta aynı kaygıları dile getirerek, “RSSFC’den farklı olarak Kafkas Cumhuriyetleri’nin yapabileceği ve yapması gereken, sosyalizme daha yavaş, daha dikkatli ve daha sistemli bir geçişi sağlamak” olduğunu belirtti. (age. 282)
“Transkafkasya Cumhuriyetleri Federasyonu’nu Üzerine” Stalin’e gönderdiği 28 Kasım 1921 tarihli Nota’da benzer kaygıları bir kez daha dillendirerek şunları yazdı; “Yoldaş Stalin temelde sizinle aynı fikirdeyim ancak ifade biçiminin biraz değiştirilmesinden yanayım…
1- Bir Transkafkasya Cumhuriyetleri Federasyonu, ilkede tamamen doğru iken ve mutlaka tamamlanması gerekirken, hemen gerçekleştirilmesi zamansız kabul edilmelidir; yani tartışılması, yayılması ve alt Sovyet birimlerince benimsenmesi belirli bir zaman alacaktır.
2- Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan Merkez Komiteleri ’ne Federasyon sorununu parti içinde ayrıntılarıyla tartışmaya sokması, işçi ve köylü kitleleri aracılığıyla bir federasyon oluşturma adına etkin bir propaganda yürütmesi ve cumhuriyetlerin her birindeki Sovyet Kongreleri’nde bu yönde kararlar alınması yolunda (Kafkas bürosu aracılığıyla) talimat verilmelidir. Ciddi bir muhalefet yükselirse Merkez Komitesi Politbüro’su, Rus Komünist Partisi doğru bir biçimde ve zamanında bilgilendirilmelidir.” (age.-283)
Transkafkasya Federasyonu’nun kuruluşu sırasında Gürcistan KP liderleri ile RKP adına sorumlu MK üyesi Ordjenikidze arasında yaşanan gerginlikler kaçınılmaz olarak RKP’ye de yansıdı. Gürcistan Komünist Partisi’nden Tsintsadze ve Kavtaradze yaşanan sorunlarla ilgili olarak Lenin’e verilmek üzere Buhari’ne gönderdikleri telgrafı, Lenin 21 Ekim 1923 tarihinde cevapladı. Lenin cevabında, telgrafın Merkez Komite sekreterlerinden biri tarafından değil de, Buharin tarafından kendisine iletilmesinin tuhaflığına dikkat çekerek, şunları yazdı; “Tsintsadze ve diğerlerinin imzasını taşıyan telgraf mesajında kullanılan uygunsuz ifade biçimi beni şaşırttı. Benim dolaylı ve Mdivani’nin doğrudan katılımıyla alınan Merkez Komitesi kararları sonucunda tüm ayrılıkların giderildiğinden emindim. Bu nedenle de Ordjenikidze’ye yapılan hakareti şiddetle kınıyor ve mesajınızı iletmiş bulunduğum RKP MK sekreterliğince çözümlenmesi için anlaşmazlığınızın uygun ve de samimi bir tarzda dile getirilmesi gereğinde ısrar ediyorum.” (age-102)
Bu telgraf Merkez Komitenin Transkafkasya Federasyonu’nu oluşturma kararına direncin sürdüğünü gösteriyordu. Bolşevik Parti Merkez Komitesi 1922 yazında Gürcistan’da yaşananları araştırmak üzere Çerjinski başkanlığında ( bir Polonyalı – Çerjinski, bir Litvanyalı – Mitskaviç, ve bir Ukraynalı – Manuilski) oluşan üç kişilik bir heyeti görevlendirdi. Heyet yaptığı araştırmanın sonucunu bir rapor haline getirerek RKP Merkez Komite ’sine sundu. Rapor Lenin’in eline 12 Aralık 1922’de ulaştı. Lenin konuyla ilgili olarak önce Çerjinski’yi dinledi. Çejinski’nin anlattıklarından ikna olmadığı anlaşılıyor ki sekreterlerinden raporu inceleyip sonuçlarını kendisine iletmelerini istedi; sekreterlerin hazırladığı rapor 5 Mart’ta tamamlandı. Raporda, Ordjenikidze’nin Merkez Komite talimatlarına göre davranmadığı, Çerjinski ve Stalin’in de buna göz yumduğu gibi Çerjinski’nin raporundan tümüyle ters sonuçlar vardı.
Bu yoğun tartışmalı sürecin ardından Transkafkasya Federasyonu sorunu, Gürcistan KP’sinin bazı üyelerinin istifa etmesi ve yerine seçilen yeni Merkez Komite üyelerinin Federasyonu onaylaması ile çözüldü, Transkafkasya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu’nun kuruluşunun ardından RSSFC, TSSFC, Ukrayna ve Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri bir araya gelerek SSCB’nin kuruluş sürecini başlattı.
SSCB’nin kuruluşu ile ilgili ilk tasarı metin 24 Eylül 1922 tarihinde Stalin tarafından hazırlandı. 26 Eylül’de Lenin Kamenev’e yazdığı mektupta, Stalin’in fazlasıyla aceleci olduğunu belirterek, bu tasarıyı iki önemli noktada eleştirdi;: bunlardan birincisi, Stalin’in tasarısında yer alan Ukrayna, Belarus, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Cumhuriyetlerinin RSSFC’ye resmen katılmalarını öngören birinci maddeydi. Bu maddenin “Avrupa ve Asya Sovyet Cumhuriyetler Birliği bünyesinde RSSFC ile resmi birleşme olarak” değiştirilmesi, ikinci maddeye ilişkin olarak da RSSFC Tüm Rusya Merkez Komitesi yanında bir “Avrupa ve Asya S.C.B Federal Tüm Rusya Merkez Komitesi” kurulmasını önerdi. Stalin 27 Eylül’de Politbüro üyelerine yazdığı mektupta 1. maddedeki değişikliği benimsediğini, 2. maddedeki değişikliğe ise, “iki Merkez Yürütme Komitesi’nin varlığı bize yalnızca sürtüşme ve anlaşmazlık ortamı getirecektir.” diyerek karşı duruşunu sürdürdü ve 5-6 Eylül’de düzeltilmiş yeni tasarıyı Merkez komitesi Plenumu’na sundu. ( bak, age.s.-85-94)
6 Ekim’de Lenin “Egemen Ulus Şovenizmi ile Mücadele Üzerine Politbüro’ya gönderdiği Nota’da “Egemen Ulus Şovenizmine karşı ölümüne bir savaş ilan ediyorum. Onu bu berbat diş ağrımdan kurtulur kurtulmaz yiyip bitireceğim. Birliğin Merkez Yürütme Komitesi’nde sırasıyla bir Rus, bir Ukraynalı, bir Gürcü olmak üzere tüm üyelerce başkanlık edilmesi gereğine mutlaka ısrar edilmelidir.” diye yazdı. (age.-95) Bu sert notaya hangi gelişmelerin yol açtığını kesin olarak saptamak mümkün olmasa da, bu Nota’nın Lenin ile Stalin arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası olduğu söylenebilir.
16 Aralık 1922 ‘de Lenin yeniden kötüleşti. 18 Aralık’ta Politbüro, doktorların belirlediği rejimi uygulamak üzere Stalin’i görevlendirdi, aynı toplantıda, Lenin’in gerek şahsi, gerekse çalışma ile ilgili temaslardan uzak tutulması kararı alındı ve bu karar başta Krupskaya olmak üzere ilgililere iletildi. Bu noktada 21 Aralık’ta Lenin’in Troçki’ye yazdığı mektup üzerinde durmak gerekiyor. 12-15 Aralık tarihleri arasında Lenin ile Troçki arasında bir dizi mektuplaşma oldu. Bu mektuplaşmaların hemen hepsi dış ticaret tekeli ve Devlet Planlama Komisyonu sorunu ile ilgiliydi. Dış ticaret tekeli konusunda Bolşevik Parti içerisinde üç görüş çatışıyordu. Buharin, tekelin kaldırılmasını öneriyordu, Stalin, Zinovyev ve Kamenev tekelin gevşetilmesinden yanaydı, Lenin ve Troçki tekelin korunmasını savunuyordu. Lenin’in dış ticaret tekeli konusunda kendisini Parti Plenumunda temsil etme görevini Troçkiye verdiği Merkez Komitesi üyelerince de biliniyordu. 21 Aralık’ta Lenin’in Troçki’ye yazdığı mektup dış ticaret tekeli konusunda Merkez Komitesi Plenumu’ndaki oylama ile ilgiliydi. Lenin mektupta “Tek bir el ateş etmeden yalnızca basit bir manevrayla mevziyi ele geçirmiş görünüyoruz” diyerek elde ettikleri başarıyı kutluyordu. Stalin bu mektubu öğrendikten sonra Kurupskaya’ya, politbüro kararlarına uymadığı için, “ağır hakaretler” ederek, onu Kontrol Komisyonuna vermekle tehdit etti. Stalin öfkelendiren mektubun içeriği değil, Lenin’in mektup yazmasına yardımcı olunması, hatta bu konuda Troçki ile temasa geçilmesiydi. Mektubun altına eklediği, “Vladimir İlyiç, yanıtınızı telefonla bildirmenizi rica ediyor” notu, Krupskaya’nın Politbüro kararına karşı gelerek, işlediği suçun belgesi gibiydi. Bu mektup olayından sonra Lenin 22 Aralık’ta yeni bir felç krizi daha geçirdi.
Krupskaya yaptığı yanlışı anlamış olacak ki, 25 Aralık’ta Stalin’i Kamenev’e şikayet ederek, “Dün Stalin, doktorların izniyle Lenin’in bana yazdırmış olduğu kısa bir not üzerine çirkin küfürler savurdu… 30 yıl boyunca hiçbir yoldaştan tek bir kaba söz işitmiş değilim ve Parti’nin ve İlyiç’in çıkarları Stalin kadar benim için de çok değerlidir. Şu anda olabildiğince soğukkanlı düşünmem gerek. İlyiç ile neyin tartışılıp tartışılamayacağını, onu neyin üzüp üzmeyeceğini bir doktordan ve herhalde Stalin’den daha iyi bilirim. V. İ.’nin çok daha yakın yoldaşları olarak size ve Grigoriy’e (Zinovyev’e) müracaat ediyorum ve beni özel yaşamıma yapılacak kaba müdahalelerden, çirkin küfür ve tehditlerden korumanızı istiyorum.” diye yazdı.(age. 189)
22 Aralık’ta geçirdiği felçten sonra Lenin, sağlığından iyice endişe etmiş olacak ki 23 Aralık’ta doktorlardan aldığı izinle ( günde 5-10 dakika dikte ettirme izni) “ Kongreye Mektup”u (vasiyeti) dikte ettirmeye başladı. Lenin’in Kongreye Mektubu apayrı bir yazı konusudur. Biz burada, bu mektubun sadece konumuz kapsamı içinde olan bölümünü ele almakla yetineceğiz. 30 Aralık 1922’de Milletler (Uluslar) ya da Otonomizasyon (Özerkleştirme) Sorunu Üzerine notlarına; hastalığı nedeniyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sorunuyla yeterince ilgilenemediği için Rus işçilerine karşı ihmalkâr davranmış olduğunu belirterek başladı. Gürcistan sorunu üzerine Çerjinski ve Zinovyev’le konuşma fırsatı bulduğunu belirttikten sonra şöyle devam etti; “Olaylar yoldaş Çerjinski’nin anlattığı gibi, Ordjenikidze’nin kaba kuvvet kullanmasına yol açacak denli tırmanmışsa, kendimizi nasıl bir belaya soktuğumuzu hayal edebiliriz. Besbelli ki bu “otonomizasyon” işi bütünüyle yanlış ve zamansızdı…..
Bu girişim, hiç kuşkusuz, devlet aygıtının bizim olduğundan emin olana dek bir parça ertelenmeliydi. Fakat şimdi bütün içtenliğimizle bunun tersini kabul etmek zorundayız; bizim dediğimiz devlet aygıtı, aslında, hâlâ bize yabancı, alışamadığımız bir yapıdır. Bir burjuva ve Çarlık karışımı türdendir.”
Lenin notlarını, Stalin, Çerjinski ve Ordjenikidze’yi ayrı ayrı değerlendirek sürdürdü. Stalin için; “Stalin’in herkesçe bilinen “milliyetçi şovenizm” kini ile birlikte aceleciliği ve salt yöneticilik sevdasının bu noktada çok tehlikeli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Politikada kin genelde en kötü rolü oynar.” Çerjinski için; “Yoldaş Çerjinski de orada (Gürcistan kastediliyor-y) tam bir Rus kafasıyla (Ruslaştırılmış ulusların halkının bu Rus kafa yapısına gereğinden fazla saplandıkları herkesçe bilinen bir gerçektir) öne çıkmasından ve Ordjenikidze’nin “tartaklama”** olayı yüzünden bütün komisyonun tarafsızlığının gölgelenmesinden korkuyorum. Hiçbir kışkırtma, hatta hakaretin bu tartaklamayı haklı göstermeyeceği ve Yoldaş Çerjinski’nin de buna karşı kayıtsız bir tavır göstermesinin bağışlanamaz bir suç olduğu kanısındayım.” Ordjenikidze için ise; Kafkasya’daki bütün yurttaşlar için Ordjenikidze otorite idi. Kendisinin Çerjinski’nin sözünü ettikleri sinir bozukluğunu yansıtmaya hiç hakkı yoktu.” diye yazdı.
31 Mart’ta Notlar, “bir ezen ulusun milliyetçiliği ile bir ezilen ulusun milliyetçiliği, büyük ulus ve küçük ulus milliyetçiliği arasında mutlak bir ayrım yapılması” gerektiğini vurguladı ve söyle devam etti; “Sorunun bu yönünü görmemezlikten gelen ya da (kendisi gerçekten bir “nasyonal sosyalist”, hatta kaba bir büyük Rus zorbası olduğu halde dikkatsizce “nasyonal sosyalizm”e ilişkin suçlamaları savuran bir Gürcü, özünde işçi sınıfı dayanışmasının çıkarlarına zarar vermektedir; Çünkü işçi sınıfı dayanışmasının gelişimini ve gücünü, ulusal adaletsizlikten başka hiçbir şey bu kadar baltalayamaz.” diye devam etti.
Ve notlarını şu önerilerle tamamladı; “Öncelikle, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni korumalı ve güçlendirmeliyiz. Bundan kesinlikle kuşku duyulamaz…. İkinci olarak, Sosyalist Cumhuriyetler Birliği diplomatik aygıtı açısından da korunmalıdır…. Üçüncü olarak; yoldaş Ordjenikidze’ye ibret alınacak bir ceza verilmesi (yakın dostum olduğu ve yurtdışında birlikte çalıştığımız için bunu üzülerek söylüyorum) ve Çerjinski komisyonunun toplamış olduğu malzemelere ilişkin soruşturmanın tamamlanması ya da kesinlikle barındırdığı sayısız yanlış ve taraflı yargının düzeltilip yeniden hazırlanması gereklidir. Bu gerçek büyük Rus milliyetçiliği hareketinin tüm politik sorumluluğu elbetteki Çerjinskive ve Stalin’e yüklenmelidir… Dördüncü olarak, birliğimizin Rus asıllı olmayan cumhuriyetlerinde ulusal dilin kullanılmasına ilişkin katı kurallar konulmalı ve bu kurallar büyük bir özenle denetlenmelidir.” (age – 207-214)
Lenin’in, Stalin, Çerjinski ve Ordjenikidze’ye yönelttiği bu ağır eleştirilerin çıkış noktası, bizzat Lenin’in eleştirilerinde de görüleceği gibi, Gürcistan sorunuydu. Bu sorun Gürcü Komünist Partisinin bazı yöneticilerinin Transkafkasya Federasyonu’na karşı çıkması ile ortaya çıkmıştı. Lenin başlangıçta bu konuda Stalin’le “ilkede” aynı fikirdeydi, ayrılık yönteme ilişkindi. Lenin, her şeyin tartışılmasını ve “daha yavaş” hareket edilmesini istiyordu. Ancak Gürcistan’daki olayların gelişimi, yöntem konusunda Lenin’in uyarılarının yeterince dikkate alınmadığını gösterse de, bu noktada asıl önemli sorun, ister Büyük Rus Şovenizmi adı altında olsun, isterse yerel milliyetçilik, milliyetçiliğin bizzat Komünist Partisi içerisinde ortaya çıkmış olmasıydı ve bu sorunu doğrudan ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği ile açıklamak olanaksızdı.
Ocak 1923 Lenin’in durumu iyileşmeye başladı ve yeniden Sovyet Devrimi’nin sorunları üzerine yazılar dikte ettirdi. “Bir Günlükten Sayfalar, Kooperatifçilik Üzerine, Bizim Devrimimiz, İşçi ve Köylü Denetimi, Az Olsun Öz Olsun” bu dönemde yazdığı makalelerin bir kaçıdır ve bu makaleler Mart – Mayıs 1923 tarihleri arasında yayınlandı. Bu noktada dikkati çeken olgulardan biri, Lenin’in sağlık durumunun düzeldiği bu dönemde çok önem verdiği bilinen ulusal soruna ilişkin hiçbir makale yazmamış olmasaydı. Bu konuda biri Troçki’ye, diğeri Mdivani ve Makharatze’ye iki kısa not yazdı. Troçki’ye yazdığı 15 Mart 1923 tarihli notta, Stalin ve Çejinski’nin tarafsızlığına güvenemeyeceğini belirterek “Gürcistan davasının savunulmasını üstlenmesini” istedi. (age. S. 273)
Mdivani’ye yazdığı kısa notta ise, “Ordjenikidze’ye kabalığı için ve Stalin ile Çerjinski’nin kayıtsızlığına öfkeli” olduğunu belirterek, “davamızı tüm kalbimle destekliyorum” diye yazdı. (age. S.-276)
Dikkati çeken bir diğer olgu da, Kongreye Mektup’un içinde yer alsa da hiçbir gizliliği olmayan ulusal soruna ilişkin notların yayınlanmamış olmasıdır. Kongreye Mektup’u Krupskaya saklıyordu. Milliyetler ve Özerkleştirme Sorunu hakkındaki notlar ise Fotiyeva tarafından muhafaza ediliyordu. Fotiyeva bu notları 16 Nisan 1923’de Stalin’e iletti, Stalin’e bıraktığı notta ise şunları yazdı; “Vladimir İlyiç bunu yayınlamayı öneriyordu ve bu son hastalık nöbetinde (10 Mart’taki nöbetten söz ediliyor-y) kendisine makalenin basılıp basılmayacağını sorduğumda, makaleyi yayınlatmayı düşündüğünü, fakat bunu bir süre sonraya bıraktığını söylemişti.” (Yuriyev Yemelyanov – İktidara Giden Yol. s. 415)
Stalin, Fotiyeva’nın kendisine verdiği bu makaleyi kongrenin bitimini beklemeden kongreye iletti; makale önce delegasyon temsilcileri, sonra da kongre delegelerine okundu.
Gürcistan sorununun partide tartışmalara, Lenin’le Stalin arasında “gerginliğe” yol açacak ölçüde büyümesine Stalin ve Ordjinikidze’nin “aceleciliği” kadar Lenin’in endişeleri ve hastalığı da önemli bir rol oynadı. Lenin Gürcistan sorununun 2. Enternasyonalin “ağır topları” ve Paris’e yerleşen Menşeviklerce uluslararası bir sorun haline getirilmesinden endişe ediyordu. Ayrıca hastaydı ve sorunla doğrudan ilgilenemedi, ikinci ve üçüncü şahıslar tarafından bilgilendirildi. Sorunun net olarak görmesinde bu durum , hatta Stalin ile Krupskaya arasında yaşanan gerginliğin önemli bir etken olması muhtemeldi.
Stalin, Lenin’in ulusal sorun konusundaki eleştirilerini, uzun bir müddet sessiz kaldıktan sonra 1926’da şöyle cevapladı. “Yoldaş Lenin, Partimizin 12. Kongresi öncesinde Gürcü yarı milliyetçilerine, Mdivani türünden yarı komünistlere karşı sert bir örgütsel politika izlememden… onlar hakkında takibat yaptırmamdan dolayı beni kınıyordu. Ancak daha sonraki gelişmeler , uklonistler (eğilimciler) diye bildiğimiz unsurların, Mdivani gibi kişilerin, aslında MK sekreterlerinden biri olarak sergilediğimden çok daha sert bir tavrı hak ettiğini göstermiştir. Sonraki olaylar uklonistlerin su katılmamış, en aşırı oportünizmin çürüyüp dağılan grubu olduklarını ortaya koydu. Lenin bu gerçekleri bilmiyordu ve bilemezdi. Çünkü hastaydı, yatakta yatıyordu ve olayları takip etme olanağına sahip değildi.” (Yuriyev Yemelyanov – İktidara Giden Yol – 415)
Parti’nin 12. Kongresi, 17-25 Nisan 1923 tarihleri arasında Moskova’da toplandı. Stalin kongreye ulusal sorunla ilgili olarak uzun bir rapor sundu. Raporunda SSCB’nin kuruluşu ve onun önündeki tehlikeler üzerine durdu.
Stalin ulusal sorunla ilgili olarak SSCB’ni tehdit eden üç faktör olduğunu belirtiği konuşmasını şöyle sürdürdü; “Halkların ve cumhuriyetlerin bir tek birlik biçiminde birleşme işini frenleyen etkenlerin birisi ve en tehlikelisi işte budur. Eğer Büyük Rus şovenliği gibi bir güç dallanıp budaklanarak gelişir ve zincirlerinden boşalırsa, ezilen halklar yönünden hiçbir güven beklenemeyeceğini, tek bir Birlik içinde hiçbir işbirliği kuramayacağımızı ve hiçbir Cumhuriyetler Birliğine sahip olamayacağımızı anlamak gerek.
Eskiden ezilen halkların Rus proletaryası yöresinde birleşmesini engelleyen ikinci etken; arkadaşlar, Çarlık’tan bize miras kalmış bulunan fiili eşitsizliktir. Hak eşitliği – biz, bunu ilan ettik ve gerçekleştiriyoruz; ama sovyetik cumhuriyetlerin gelişme tarihinde kendi başına çok büyük bir önem taşıyan hak eşitliği ile fiili eşitlik arasında, ne de olsa çok yol var. Bütün geri kalmış milliyetler ve bütün aşiretler, biçimsel bakımdan, federasyonumuzu birleştiren bütün öbür ileri milliyetlerin yararlandığı tüm haklardan yararlanırlar. Ama mutsuzluk şu ki; bazı milliyetlerin kendi proleterleri yok, sanayi gelişme aşamasından geçmemiş, hatta bu gelişmeye başlamamışlar bile; kültürel bakımdan korkunç geriler ve devrimin kendilerine kazandırdığı hakları kullanmaları olanaksız….. Ama cumhuriyetlerin tek bir Birlik biçiminde birleşmesini frenleyen bir üçüncü etken daha var. Bu da çeşitli milliyetlerdeki ulusalcılık. NEP, sadece Rus halkı üzerinde değil, ama Rus-olmayan nüfus üzerinde de etkide bulunur…. Bu aynı NEP ve ona bağlaşık özel sermaye, Gürcü, Azeri, Özbek vb. ulusalcılığını da besler, geliştirirler. Kuşkusuz eğer Büyük Rusya şovenizmi olmasaydı, eğer güçlü olduğu için , eskiden de böyle olduğu ve ezme, aşağılama alışkanlıklarını koruduğu için saldırgan bir şovenizm olan Büyük Rus şovenizmi olmasaydı, ola ki yerel şovenizm de Büyük Rus şovenizmine yanıt olarak, deyim yerindeyse, çok küçük bir biçim altında, minyatür biçimde var olurdu…..” (Stalin, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Sol Yay. s.-100-102)
Stalin, Gürcistan sorununa da değindiği konuşmasını şöyle sürdürdü; “Tüm Parti yasalarını çiğneyerek Federasyona karşı savaşım verdiklerine göre, elverişli durumlarını korumak için Federasyon’dan çekilmek istediklerine göre, Gürcü- sapmacı arkadaşlarımız bizi işte bu tehlikeli yola itiyorlar. Onlar bizi, Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri zararına kendilerine bazı ayrıcalıkların tanınacağı yola itiyorlar. Biz, kendimizi, bu yola satamayız, Çünkü bu, bizim siyasamız için ve Kafkasya’da Sovyetler iktidarı için kesin bir ölüm olur… Ermenilere ve Azerbaycanlılara karşı yöneltilmiş bir saldırıya geçmiş bulunan bu Gürcü şovenizmi, Gürcistan Komünist Partisi’ne tehlike işareti verdi. Yasal olarak var olduğundan beri iki kongre toplamış bulunan Gürcü Komünist Partisi’nin, her iki kongrede de sapmacı arkadaşların konumunu oybirliğiyle kınaması bir rastlantı değil; çünkü Kafkas-ötesi Federasyonu olmadıkça, Kafkaslar ’da barışı sürdürmek olanaksızdır, eşitliği kurmak olanaksızdır Bir ulusun bir başkasına göre ayrıcalıklı olması kabul edilemez.” (age. S.-109)
Not. Stalin’in RKP(B)’nin XII. Kongresinde yapıtığı bu konuşmanın tamamı, okuyucular için, derginin sonuna eklenmıştır.
* Bu yazıda kullanılan Burjuva ve proletarya kavramlarına, merkez Rusya haricindeki bölgelerde ve özellikle Asya Rusya’sı söz konusu olduğunda, ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. 1917 Rusyasında ne burjuvazi bugünkü gibi bir sanayi burjuvazisiydi, daha çok ticaretle uğraşan “esnafı” ve ilkel işyerlerinin sahiplerinden oluşuyordu, ne de, proleterya bugünkü gibi bir sanayi proleteryasıydı, doğuş halindeki bir proletayaydı.
**Velidov; Zeki Velidi Togan: 1918’de Başkırt milliyetçi hükümetini kurdu. Başlangıçta Sovyet iktidarına karşı düşmanca tutum takındı. Daha sonra Beyaz ordulardan gelen saldırı üzerine RSFSC ile anlaşmak zorunda kaldı. Başkırt Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulduktan sonra Sovyetlere karşı ayaklandı. Yenildi, kaçıp Türkiye’ye yerleşti. Türkiye’de Türk-İslam sentezinin kurucularından ve Türk milliyetçiliğinin önemli isimlerinden biri oldu.
*Lenin’in Ordjenikidze’ye yönelttiği kabalık eleştirisi Gürcistan’da Ordjenikidze’nin konutunda yapılan özel bir toplantıda meydana gelen olaya ilişkiliydi. Bu toplantıda Gürcistan Komünist Partisi liderlerinden Kobakhidze, Dağıstan Cumhuriyeti ziyareti sırasında Ordjenikidze’ye hediye edilen atı, rüşvet aldığı biçiminde yorumladı. Bunun üzerine Ordjenikidze Kobakhidze’yi tokatladı.
Teori ve pratik
“Teori gridir dostum, yaşamın sonsuz ağacı ise yeşil”
Marks ve Engels, işçi sınıfının burjuvaziye karşı ilk siyasal eylemi olan 1848 devrimlerini değerlendirerek, bu deneyimden iki önemli sonuç çıkardılar. Bunlardan birincisi, proletaryanın siyasal iktidarı alarak, kendini egemen sınıf olarak örgütlemesi zorunluluğu, yani proletarya diktatörlüğü; ikincisi ise, proletaryanın kendi iktidarını, proletarya diktatörlüğünü, ancak burjuva devlet mekanizmasını bir devrimle parçalayarak kurabileceğiydi.
Marks proletarya diktatörlüğü kavramını ilk olarak Joseph Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektupta kullandı. Marks mektubunda kendi katkısını söyle betimledi; “Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey: 1) sınıfların varlığının ancak üretiminin gelişmesindeki belirli tarihi aşamaları ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir.” (Marks, Engels-Seçme Mektuplar -Evrensel Basım Yayın sayfa 40)
Marks, burjuva devletin parçalanarak proletarya diktatörlüğünün kurulması konusunda da 18.Brumaire’de şunları yazdı; “Bütün siyasi devrimler, bu makineyi kıracakları yerde etkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazanmanın en birinci ganimeti saydılar” (Marks, 18. Brumaire, Sol Yayınları saf.130)
Ve devamını şöyle getirdi; “Ama işçi sınıfı, devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez. Köleleştirilmesinin siyasal aleti, kurtuluşunun siyasal aleti hizmetini göremez.” (Marks, Engels, Lenin, Komün üzerine, Sol Yayınları, s. 264)
Marks, kapitalizmden komünizme geçiş için zorunlu gördüğü proletarya diktatörlüğünün işlevini ise Fransa’da Sınıf Savaşımları adlı eserinde açıkladı: “Bu sosyalizm, genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağlantıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağlantılardan doğan bütün düşüncelerin alt üst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilanıdır; zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.” (Marks, Sol Yayınları, s. 130)
Marks ve Engels, kapitalizmden komünizme geçişin siyasal biçimi olarak öngördükleri proletarya diktatörlüğü hakkında daha bütünlüklü bir açıklamayı Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’nde şöyle ortaya koydular; “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna politik alanda bir geçiş dönemi tekabül eder ve bu dönemde devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir biçim olamaz.” (Sol Yayınları, s. 39)
Marks ve Engels’den yaptığımız bu alıntılardan da anlaşılacağı gibi, proletarya diktatörlüğü bir geçiş dönemi devletidir ve bu geçiş bir ülkeyle sınırlı değil, dünya çapında kapitalizmden komünizme geçişle ilgilidir. Marks ve Engels, bununla ilgili olarak, Merkez Örgütünün Mart 1850 Tarihli Çağrısı”nda şunları yazdılar; “…az çok mülk sahibi tüm sınıfların egemen durumdan uzaklaştırılmasına, devlet gücünün proletarya tarafından ele geçirilmesine ve yalnız bir ülkede değil, tüm dünyanın bütün egemen ülkelerinde proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin son bulduğu ve hiç değilse başlıca üretici güçlerin proleterlerin elinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşmasına değin, devrimi sürekli kılmak bizim çıkarımızadır ve bizim görevimizdir. Bizim için söz konusu olan, özel mülkiyetin değişikliği uğratılması değil, yalnızca onun yok edilmesi, sınıf karşıtlıklarının gizli-kapaklı hale getirilmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılması, var olan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (Marks, Engels, Lenin- İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yayınları, s.44)
Paris Komünü, Marks ve Engels’in proletarya diktatörlüğü konusundaki bu teorik belirlemelerine işçi sınıfının pratik yanıtı oldu. Komün Paris’te burjuva devlet mekanizmasını parçalayarak kendi devlet mekanizmasını, proletarya diktatörlüğünü kurmaya başladı. Marks ve Engels Komün’ün devrimci içeriği ve tarihsel önemini şu sözlerle ortaya koydular; “Bu devrin, devletin kendisine, toplumun bu doğaüstü düşüğüne karşı bir devrim oldu; kendi öz toplumsal yaşamının, halk için ve halk tarafından geri alınması oldu. Bu devrim, bu iktidarı egemen sınıfların bir bölüntüsünden bir başkasına geçirmek için yapılmış bir devrim değil, ama bu korkunç sınıf egemenliği aygıtının kendisini yok etmek için bir devrim oldu. Bu devrim, sınıf egemenliğinin yürütmeci biçimiyle parlamenter biçimi arasındaki o soysuz savaşımlardan biri değil, ama parlamenter biçim, yürütmenin aldatıcı bir erkinden başka bir şey olmadığından, birbiri ile kaynaşan bu iki biçime de karşı bir başkaldırma oldu.” (Marks, Engels, Lenin, Komün üzerine Sol Yayınları, s. 200)
Marks’ın de vurguladığı gibi, “Komün, işçi sınıfının bir kez iktidara geçtikten sonra eski devlet mekanizması ile yönetmeye devam edemeyeceğini hemen kabul etmek zorunda kaldı.” Komün aldığı önlemlerle eski devlet mekanizmasını, sürekli ordu ve bürokratik ayrıcalıkları kaldırarak, parçaladı. Silahlı milis örgütlenmesi, görevlilerin seçimle gelip, geri alınabilir olması, seçilenlerin aldıkları ücretlerin ortalama işçi ücreti düzeyinde olması, yasama ve yürütmenin birleştirilmesi vb. önlemlerle, proletaryayı komünizme taşıyacak yeni devlet mekanizmasının ilk biçimini ortaya koydu. Bu önlemlere büyük bir değer biçen, Marks ve Engels, proletarya diktatörlüğü kavramını duyunca “teröre” kapılan “Sosyal- demokrat hamkafa”lara hitaben “baylar bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız” diye seslendi.
Paris’te iktidarı ele geçirip proletarya diktatörlüğünün ilk biçimini ortaya koyan Paris Komünü, iki açıdan bir sınırlılığa sahipti. Birincisi Komün Paris’le sınırlı kaldı; yenilgiye uğrayan burjuvazi bütün gücünü toplayarak, ordusu ve hükümetiyle Paris dışında konumlandı. Komün bütün gücünü harekete geçirip kendi zaferini tamamlamak üzere Paris dışında konumlanan burjuvaziye karşı harekete geçecek yerde kendi iç çelişkileriyle zaman kaybetti, ve burjuvaziye zaman kazandırarak yenilgisinin koşullarını yarattı. İkincisi, Komün aldığı önlemler ile bu önlemlerin muhasebesini yapabilecek bir zamana sahip olamadı. Komün’ün iki büyük hatası; Paris dışında konumlanan burjuva hükümet ve orduya karşı zamanında harekete geçmemesi ve burjuvaziyi mülksüzleştirmede ağır davranması, bankalara el koymaması, onun yenilgisinin de nedeni oldu. Komün Alman ve Fransız ordusunun ortak müdahalesiyle ezildi. Bu aynı zamanda sürekli ordu yerine oluşturulan milis gücünün, kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada burjuvazinin eğitimli ve teçhizatlı orduları karşısında devrimi korumada yetersiz kaldığını da ortaya çıkardı.
Rusya’da proletarya diktatörlüğü Komün’ün bu sınırlı deneyimi üzerine yükseldi. 1917 Şubat devrimi sırasında oluşan toplumun bütün diri ve devrimci güçlerini bir araya toplayan Sovyetler, Ekim 1917’de Rusya’da iktidarı ele geçirdi. Ayaklanmanın organı olan işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetleri devrimden sonra iktidar organı oldu. Ekim Devrimi zaferinin hemen ardından Sovyet iktidarı, Komün’ün ölümcül hatalarını tekrarlamamak üzere Çarlık devlet aygıtının parçalanması işini üstlenerek sürdürdü. Büyük sanayiden başlayarak burjuvazi mülksüzleştirildi, bankalara el konuldu, toprak üzerindeki özel mülkiyete son verildi, toprağın alım ve satımı yasaklandı, toprak üzerindeki tasarruf hakkı yerel işçi ve köylü Sovyetlerine devredildi. Komün deneyiminden hareketle, tüm devlet görevlilerinin seçimle gelmesi, azledilebilir olması ve bir işçinin ortalama ücretinden fazla ücret ödenmemesi uygulamasına geçildi. Savaşta yenilgiye uğrayan ve hurdaya çıkan Çarlık ordusunun bir kısmı Sovyetlere katılırken, geri kalanı Brest Litovsk antlaşmasının imzalanmasından sonra silahsızlandırılarak terhis edildi. Devrim’in hemen ardından burjuvazinin karşı devrimci saldırılarını ve sabotajlarını önlemek amacıyla Kızıl Muhafızlardan oluşan Çeka kuruldu. Sabotaj ve karşı devrimci faaliyetlere paralel olarak el koymalar küçük sanayi’yi de kapsayacak ölçüde genişletildi.
Alınan bu önlemlerin birer kararname metni olmaktan çıkartılarak hayata geçirilmesi ancak sosyalist ekonominin inşasına paralel olarak gerçekleştirilebilirdi. Çünkü sınıfı toplumdan sınıfsız topluma, devletten devletsizliğe geçişin siyasal bir biçimi olan proletarya diktatörlüğü havada asılı kalamaz; kendine özgü bir ekonomik ve kültürel temele dayanmak ve ondan güç almak durumundadır. Bu temel, Marks, Engels ve Lenin’in vurguladığı gibi kapitalist büyük sanayinin devletleştirilmesi ve tarımda kolektivizasyon üzerine kurulacak planlı bir ekonomiydi. Kapitalizmden sosyalizme doğrudan geçiş, ancak gelişmiş sanayi ve kolektivizasyona uygun bir köy ekonomisinin varlığı koşullarında olanaklıydı. Rusya ne sanayide, ne de tarımda bu iki koşulu sağlayacak bir ekonomik ve gelişmişlik düzeyine sahip değildi. Rusya’da sosyalist ekonominin üzerinde inşa edilebileceği bir sanayi alt yapısı yoktu. Sanayi işletmelerinin % 95’ini emek üretkenliği son derece düşük, verimsiz küçük sanayi işletmeleri oluşturmaktaydı; bunların devletleştirilmesi fiilen ortadan kaldırılmalarıyla eş anlamlıydı.
Ayrıca sosyalist ekonominin inşası sorunu, sadece gelişmiş büyük sanayinin devletleştirilmesi ve tarımda kolektifleşmeyi öngören teknik bir sorun değildi; bundan daha da önemlisi bir kültürel gelişmişlik sorunuydu. Rusya’da işçi sınıfı devrimi gerçekleştirerek yüksek bir bilinç ve kararlılığa sahip olsa da, sanayi ve devlet yönetiminde dönüşümü gerçekleştirebilecek bir yönetim deneyimine sahip değildi.
Bu durum, ev ekonomisinden kapitalist ekonomiye kadar çeşitli köylü ekonomi biçimlerinin var olduğu tarımsal alan için çok daha geçerliydi, Bu alanda bir ekonomik ve kültürel dönüşüm olmadan tarımın kolektifleştirilmesi olanaksızdı. “Sosyalizmin zorla dayatılamayacağı” köylülük, sosyalizmin gerekliliğini “yalnızca örneğin gücü ve kendi canlı deneyimiyle” kavrayabilir. Lenin bu dönüşümün gerçekleşmesi için birkaç on yıla gereksinim olduğunu belirtmişti.
Bu koşullarda devrimin kapitalizme doğrudan saldırı döneminde aldığı önlemlerin başarısı, içerde işçi sınıfı ile küçük, yoksul köylülük ve kır proletaryası arasındaki ittifakın gücüne, uluslararası alanda ise devrimin Avrupa, özellikle de Almanya’da zafer kazanmasına bağlıydı. Ancak bu devrim Sovyet iktidarının yardımına koşarak, ona, sosyalist ekonominin inşası için gerekli maddi ve moral desteği (sermaye, teknoloji, yetişmiş kadro vb.) sağlayabilirdi. Lenin’in “biz başladık, Avrupa proletaryası tamamlayacaktır” sözü ile anlatmak istediği tam da buydu.
Bolşevikler Sovyet devrimini ileriye taşıyacak dünya devrimi ve özellikle de Alman devriminin zafer kazanması için 1918-19 yılları arasında büyük bir çaba sarf etti; devrimin Avrupa devrimiyle tamamlanması için maddi ve manevi bütün güçlerini seferber etti. Ama buna rağmen Avrupa devrimi gerçekleşmedi. 1918 Kasım’ında Alman devrimi, 1919’da Macar devrimi yenilgiye uğradı.
Avrupa’da devrimin yenilerek geri çekildiği bu dönem, aynı zamanda Sovyet Rusya’da iç savaşın başladığı ve bütün ülkeye yayıldığı bir dönem oldu. Çarlık ordusunun önemli bir kısmı devrime karşı beyaz ordular olarak örgütlendi. Beyaz orduların arkasında ise emperyalist devletlerin, Fransa, İngiltere, Almanya, Japonya ve ABD’nin işgal güçleri yer aldı.
Bolşevik Parti, Komün’den edindiği deneyimle iyi örgütlenmiş, iyi teçhizatlanmış, deneyimli beyaz ordulara karşı, devrimin zafer kazanmasında önemli bir görev üstlenen Kızıl Muhafızlarla başarılı bir savaşın verilemeyeceğini kavrayarak, bütün olanaklarıyla Kızıl Ordunun kurulmasına girişti. Proletarya diktatörlüğünün kuruluş sürecinde ilk geri adımlar da, koşulların zorlamasıyla, bu dönemde atıldı. Çarlık ordusunun eski subaylarının önemli bir kısmı görev almak üzere Kızıl Orduya çağırıldı ve yönetici görevlere getirildi. Daha sonra bu uygulama ekonomi ve devlet aygıtına taşındı; böylece proletarya diktatörlüğünün seçimle gelme, azledilme ve ortalama işçi ücreti kadar ücret alma ilkesi de bozuldu.
İç savaş boyunca Sovyet iktidarı bütün güç ve olanaklarını savaşın kazanılmasına hasretti. Bu durum zaten Sovyet iktidarı aleyhine bozulmuş olan ekonomik ve siyasal dengelerin daha da bozulmasına yol açtı. Zaten geri olan sanayi üretimi yakıt, hammadde yokluğu ve işgücü eksikliği nedeniyle büsbütün durma noktasına geldi. İşçi sınıfının en ileri kesimlerinin Kızıl Ordu’da görev alması ve açlık tehdidi işçi sınıfının durumunu da önemli ölçüde etkiledi, sanayi işletmelerinde işçi denetimi uygulanamaz oldu. Büyüyen açlık tehdidi ile birlikte işçilerin bir kısmı kentten köye göç ederken, bir kısmı da geçimini sağlamak üzere işçilik dışı işlere yöneldi. Lenin bu durumu işçi sınıfının ”deklase” olması olarak nitelendirdi. Benzer durum tarımsal ürün fazlasının zor alımı uygulamasına geçilmesiyle tarımda da yaşandı. Kulakların ve zengin köylülerin sabotajları nedeniyle tarımsal ürün ekim alanları daraldı ve tarımsal ürünlerde karaborsa dönemi başladı. Kırda ekonomik ve siyasal denge kulaklar, orta ve zengin köylülük lehine değişti. Küçük, yoksul köylüler ve kır proletaryasının durumu daha da kötüleşti, köylü isyanları baş göstermeye başladı. Özetle, iç savaştan zaferle çıkan Sovyet iktidarı ,ağır bir ekonomik ve siyasi kriz ile karşı karşıya kaldı.
Ekonomi neredeyse çökmüştü, işçi sınıfı “deklase” olmuş, köylü içinde Sovyet iktidarına karşı ayaklanmalar baş göstermişti, dünya devrimi yenilmiş, Avrupa proletaryası, bırakalım Sovyet iktidarını ileri taşımayı, ona ciddi bir destek sunabilecek durumda bile değildi. Lenin bu durumu Kasım 1922’de, Komünist Enternasyonal’in dördüncü kongresinde yaptığı konuşmada şöyle betimledi; “…1921’de iç savaşının en önemli aşamasını arkada bıraktıktan, hem de zaferle arkada bıraktıktan sonra, sadece köylülerin değil, işçilerin büyük bir kısmının de hoşnutsuzluğuna yol açan Sovyet Rusya’nın büyük -sanıyorum ki en büyük- iç politik kriziyle karşılaştık. Sovyet Rusya tarihinde ilk kez ve umarım son kez büyük köylü kitlelerinin, bilinçli olmasa da, içgüdüsel olarak, haleti ruhiye olarak bize karşı oldukları bir dönemdi. Bu garip ve bizim için elbette son derece can sıkıcı duruma yol açan neden neydi? Neden, ekonomik saldırımızda fazla ileri gitmiş olmamız, kendimize yeterli bir taban sağlayamamamız, o sıralar bilinçli biçimde formüle etmeyi bilemediğimiz, fakat birkaç hafta içinde bizim de farkına vardığımız şeyi, yani: katıksız Sosyalist biçimlere, katıksız Sosyalist paylaşıma doğrudan geçişin gücümüzü aştığını ve daha kolay görevlerle yetireceğimiz türden bir geri çekilmeyi gerçekleştiremezsek batış tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu kitlelerin hissetmesiydi. ….Pek çok budalalık yaptığımıza ve daha da yapacağımıza kuşku yok. Hiç kimse bunu benden daha iyi değerlendiremez ve daha açık göremez. Fakat neden budalalık yapıyoruz? Bu anlaşılır bir şey; birincisi biz geri kalmış bir ülkeyiz, ikincisi, ülkemizde kültür asgari düzeyde, üçüncüsü, hiçbir yardım görmüyoruz, hiçbir uygar devlet bize yardım etmiyor. Tersine hepsi bize karşı çalışıyor. Dördüncüsü, suç devlet aygıtınızda, eski devlet aygıtını devraldık ve bizim şanssızlığımızdı. Devlet aygıtı sık, sık bize karşı çalışıyor. Mesele, 1917’de iktidarı ele geçirdikten sonra devlet aygıtının bizi sabote etmiş olmasıydı. O zaman çok korktuk ve yalvardık: “Lütfen bize geri dönün” Ve hepsi geri döndü, bu bizim şanssızlığımızdı. Şimdi muazzam memur kitlemiz var, ama gerçekten kullanabileceğimiz yeterince eğitimli güçlerimiz yok. Gerçekten, burada, yukarıda devlet erkine sahip olduğumuz yerde mekanizma bir ölçüde işliyor, ama aşağıda, kendilerinin tasarrufunda bulunan yerde, sık sık önlemlerimize karşı çalışmalarıyla karşılaşıyoruz…. Burada kısa vadede hiçbir şey yapılamaz, bu kesin. Burada aygıtı mükemmelleştirmek, değiştirmek ve ona yeni güçler katmak için uzun yıllar çalışmak zorundayız.” (Seçme Eserler- İnter Yay., cilt-7, s.-355-362)
Lenin Rus devrimi ile Avrupa devrimini kıyaslandığı yazısında, Avrupa’da sosyalist devriminin ekonomik koşullarını derinlemesine inceleyen herkes için, Avrupa’da devrime başlamanın kıyaslanamayacak derecede zor olduğu, bizde ise başlamanın kıyaslanamayacak derecede kolay, fakat sürdürmenin oradakinden çok daha zor olacağı”nı (7-303) belirterek bunun nedenlerini şöyle açıkladı; “Ülkemizin büyük geriliği ve küçük-burjuva karakterinden dolayı Rusya’da proletarya diktatörlüğü ileri ülkelere kıyasla kaçınılmaz olarak bazı özelliklerle ayrılmak zorundadır. Fakat ana güçler -ve toplumsal ekonominin ana biçimleri- Rusya’da, herhangi bir kapitalist ülkedekinin aynısıdır, dolayısıyla bu özellikler her halükarda meselenin esasına ilişkin olamaz.” (age. cilt 8-saf.-20
“Bu kültürsüzlüğümüzle kapitalizmin çöküşünü cepheden taarruzla karara bağlayamayız. Başka bir kültürel düzeyde bu görev daha doğrudan çözülebilirdi ve belki de başka ülkeler, komünist cumhuriyetlerini inşa zamanı geldiğinde böyle çözeceklerdir. Ancak biz sorunu doğrudan çözemeyiz.” (age. cilt-9-saf. 296) dedikten sonra, “sorunun, eski sosyalizmin teorisyenlerinin koydukları gibi” konulamayacağını, “pratik olarak konulması” gerektiğinin altını çizdi.(age. saf.- 266)
Daha önceden de belirtildiği gibi, Sovyet iktidarı iç savaştan zaferle çıkmış, ancak bu zafer ülke ekonomisinin çöküşü ve işçi köylü ittifakının bozulması pahasına kazanılmıştı.İç savaş öncesinde uygulanan sosyalizme doğrudan yönelme denemesi yenilgiyle sonuçlanmıştı. Sovyet devrimi dünya devriminin yenilmesiyle kendisini ileri taşıyacak uluslararası bir müttefikten de mahrum kalmıştı ve uluslararası alanda emperyalist devletlerin ekonomik, politik ve diplomatik kuşatması altındaydı. Bu koşullarda Bolşevik Parti’nin önünde çözülmesi gereken ana sorun, işçi sınıfı ile emekçi köylülük arasında bozulan ittifakın yeniden kurulması, proletarya diktatörlüğünün kapitalist ögelerden arındırılarak pekiştirilmesi ve sosyal ekonominin inşası sorunuydu. Bu konuda Bolşevik Parti’ye yol gösterebilecek teorik birikim ve Paris Komünü kısıtlı deneyimi dışında bir deneyim yoktu. Marks ve Engels’in proletarya diktatörlüğü konusundaki açıklamaları dünya çapında kapitalizmden komünizme geçiş sürecine ilişkindi ve geneldi. Lenin’in de belirttiği gibi “olaylar Marks ve Engels’in beklediğinden farklı gelişti”. (age. cilt-7- saf.-296)
Gelişmiş bir ya da birkaç ülkede başlaması öngörülen devrim, Rusya gibi geri bir ülkede başlamıştı ve bu ülkede proletarya diktatörlüğünün inşası sorunu ancak bu ülkenin özel koşulları tarafından belirlenebilirdi. Teorinin önceden öngöremeyeceği bu koşullarda, Bolşevik Parti ve Sovyet işçi sınıfı sadece dünya devriminin bütün yükünü üstlenmeyi değil, mevcut durumdan çıkışın yolunu da kendi pratiğiyle bulmak durumundaydı. Bu yol çok büyük zorlukların aşılmasını, çok büyük özverilerde bulunulmasını gerektiren bir yoldu, Lenin’in de vurguladığı gibi; “Çünkü bu, hakkında kitaplarda hiçbir şey bulunmayan, tarihte örneği olmayan yeni bir eserdir. Elbette bu tarihteki en büyük en zor geçiştir, fakat başka türlü bu dev geçiş gerçekleştirilemez.” (age. cilt-7- saf.-282)
Pratiğin teori ile uyum içinde olmadığı, mevcut durumun hedeflere doğrudan ulaşmaya olanak vermediği böylesi durumlar dünya işçi sınıfı hareketinde ilk kez ortaya çıkmıyordu. Bundan önce de bu tür durumlarla karşılaşılmıştı. Bugün de dünya komünist hareketinin önemli sorunlarından birini oluşturan bu soruna yaklaşımda sosyal-demokrat (komünist) harekette iki farklı eğilim söz konusuydu. Ya, mevcut durum ve koşullar hedefe ulaşmayı olanaksız kıldığından hareketle, hedefler geri çekildi, ya da, hedefler aynı kalmak koşuluyla hedeflere varmanın başka yol ve yöntemleri arandı. Birinci eğilimin en ünlü temsilcileri Bernstein ve Kautsky’di. Bernstein 20.yy başında koşulların değiştiği savıyla Marksizm’de revizyon talebini öne sürerek, rotayı devrimden, reforma, proletarya diktatörlüğünden soyut demokrasiye, parlamentarizme, devrimci partiden, parlamentarizm çerçevesinde hareket eden kitle partisine çevirdi. İkinci yolun savunucusu, yani mevcut pratik karşısında devrimci hedeflerden vazgeçmeden, bu hedeflere varmanın başka yol ve yöntemlerini arayan, bulan ve uygulayan, Lenin ve Bolşevikler oldu.
Lenin, mevcut pratik ile teori arasındaki uyumsuzluğa “ana halkanın” yakalanması kavramını geliştirerek müdahale etti. Sınıf mücadelesinin her bir evresinde mücadeleyi bir sonraki evreye taşıyacak “ana halkanın” yakalanmasının devrimci politikada belirleyici bir rol oynadığını ortaya koydu. Lenin, 1918’de Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri broşüründe ana halkanın yakalanması konusunda yazdıklarını NEP’in uygulamaya konulduğu 1921’de yeniden tekrarladı; “Genel olarak devrimci ve sosyalizm taraftarı ya da komünist olmak yetmez” diye yazmıştım 1918 Nisan’ında ….“Verili bir anda, tüm zinciri sımsıkı elde tutmak ve bir sonraki halkaya geçişi esaslı bir şekilde hazırlamak için, var gücünle asılman gereken zincirin o özel halkasını bulmayı bilmek gerekir ve olayların tarihsel zincirinde halkaların düzeni, biçimi, bağlantısı, birbirinden farkı bir demircinin yaptığı normal bir zincirdeki gibi kolay ve basit değildir.” ( age. cilt 9- saf.-327)
Bolşevik Parti’nin XI. kongresine sunduğu raporda ise, Ekim Devrimi’nden, 1921 NEP uygulamasına kadarki dönemde, devrimin her gelişme evresinde,ana halka sorununa nasıl yaklaşıldığını örnekleriyle ortaya koydu.
NEP sosyalizme doğrudan geçişe yol vermeyen mevcut koşullara bu türden bir müdahale olarak Bolşevik Parti’nin gündemine girdi. Bu müdahale Lenin’in bu alandaki ilk müdahalesi değildi. 20.yy başında yakalanması gereken ana halka devrimci bir partinin kurulmasıydı. Bu hedefe nispeten uzun bir mücadele döneminden sonra varıldı. 1912’den sonra ana halkayı partinin sınıfla bütünleşmesi oluşturdu, 1917 Şubat Devriminden sonra bu mücadele, Sovyetler içerisinde çoğunluğun kazanılması olarak sürdü. 1917 Ekimi’ne böyle varıldı. Ekim Devrimi’nin zaferinden sonra ana halkayı halka istediğini vermek, toprak ve barış sorununu çözmek oluşturdu; bu BrestLitovsk Antlaşması ile sağlandı. 1919-20 de ana halka Kızıl Ordu’nun kurulması ve iç savaşının kazanılmasıydı. 1921’de ise ana halka, ekonomik ve siyasi krizin aşılması, yani NEP’in uygulamaya sokulması oldu.
“Tarihte hiç yeni bir üretim tarzının uzun bir başarısızlıklar, hatalar, geri tepmeler dizisi olmadan kök saldığı” görülmemiştir. NEP de, koşulların zorladığı, böylesi bir geri adımdı.
Lenin, devrimi bir sonraki evreye taşıyarak, proletarya diktatörlüğünü pekiştirecek, ama bu süreçte bir dizi bozulma ve geri çekilmeleri içeren bu deneyimin tarihsel önemini şu sözlerle ifade etti;
“Tek başına kendi gücümüzle bir ülkede sosyalist devrimi tamamen gerçekleştiremeyeceğimiz gerçeğine gözlerimizi kapamıyoruz -bu ülke Rusya’dan daha az geri bir ülke olsaydı bile, korkunç acılarla dolu, zor ve yıkıcı dört savaş yılından sonraki koşullardan daha kolay koşullarda yaşıyor olsaydık bile, Rusya’da gerçekleşmekte olan sosyalist devrime güçlerin apaçık dengesizliğine işaret ederek sırt çeviren, burnundan ötesini göremeyen biridir; bir dizi güç dengesizliği durumlarının ortaya çıkmadığı bir ölçüde önemli tek bir tarihsel devrimin olmadığını unutan eski kafalı, dünyadan bihaber bir insandır. Güçler mücadelenin seyri içinde, devrimin büyümesi ile birlikte büyürler. Ülke muazzam devrimler yoluna girmişse, bu ülkenin ve bu ülkede muzaffer olmuş işçi sınıfı partisinin kazanımı, bugüne kadar soyut, teorik olarak ortaya konmuş görevleri artık pratikte ele almış olmamızda yatar. Bu deneyim unutulmayacaktır. Ne olursa olsun ve Rus ve uluslararası sosyalist devrim belirleyici dönüm noktalarında ne kadar büyük zorluklardan geçerse geçsin, bu deneyim bugün sendika birliklerinde ve yerel örgütlerde biraraya gelmiş olan ve ülkenin bütününde bütün üretimi düzene sokma işine girişen işçilerin elinden alınamayacaktır. Bu deneyim sosyalizmin kazanımı olarak tarihe geçmiştir ve geleceğin uluslararası devrimci sosyalist binasını bu deneyime dayanarak kuracaktır.” (age. cilt-7- saf.-406)
Ek:1
Stalin’in RKP(B)’nin XII. Kongresine Sunduğu Rapor – Nisan 1923
Yoldaşlar! Ekim Devrimi’nden bu yana, ulusal sorunu üçüncü kez ele alıyoruz: ilk kez VIII. Parti Kongresi’nde; , ikinci kez X. Parti Kongresi’nde; ve üçüncü kez de, XII. Parti Kongresi’nde. Bu, ulusal soruna ilişkin görüşlerimizde bazı şeylerin ilkesel olarak değiştiğine dair bir işaret değil mi? Hayır, ulusal sorunda ilkesel görüş tarzımız Ekim öncesi ve sonrası ne ise, aynı kalmıştır. Ama X. Parti Kongresinden bu yana uluslararası durum, bugün devrimin en büyük yedeklerini oluşturan Doğu ülkelerinin ağırlığı arttığı ölçüde, bir değişiklik gösterdi. Birincisi bu. İkincisi, X. Parti Kongresi’nden bu yana Partimiz, NEP’e bağlı olarak iç durumda da bazı değişikliklere uğradı. Şimdi bütün bu yeni etkenleri göz Önünde tutmak, onların bir bilançosunu çıkarmak gerekiyor. İşte bu anlamda, ulusal sorunun XII. Parti Kongresi’nde yeni bir biçimde ele alındığından söz edilebilir.
Ulusal sorunun uluslararası önemi. Yoldaşlar, Sovyet Federasyonu olarak bizim bugün, tarihsel yazgının iradesiyle, dünya devriminin öncü birliğini temsil ettiğimizi biliyorsunuz. Genel kapitalist cepheyi ilk kez olarak bizim yardığımızı ve yazgının iradesiyle tüm diğerlerinin önünde yürüdüğümüzü biliyorsunuz. İleriye doğru yürüyüşümüzde Varşova’ya kadar vardığımızı fakat sonra geri çekildiğimizi ve en emin saydığımız mevzilerde siperlendiğimizi biliyorsunuz. Bu andan itibaren NEP’e geçtik, ve bu andan itibaren uluslararası devrimci hareketin temposunun yavaşladığım da hesaba kattık, bu andan beri siyasetimiz artık ofansif değil, defansif bir karaktere büründü. Varşova önlerinde başarısızlığa uğradıktan sonra (doğruyu saklamak istemiyorum), ileriye doğru yürüyemedik, çünkü cephe gerisinden bizde köylülük tarafından oluşturulan cephe gerisinden kopma tehlikesiyle karşı karşıyaydık, nihayet, tarihsel yazanın bize verdiği devrimin yedeklerinin, Batı’daki ve Doğu’daki yedeklerin önünde başını alıp gitme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. İşte soluk almamız, yaralarımızı, öncü birliğin, proletaryanın yaralarını sarmamız, köylü cephe gerisiyle bağlantı kurmamız, cephe gerisini oluşturan ve arkamızda kalmış bulunan cephe gerisi içinde -Batı’daki yedekler ve dünya kapitalizminin en önemli cephe gerisini oluşturan Doğudaki muazzam yedekler arasında -çalışmayı ördürmemiz gerektiğini gördüğümüzde, iç politikada Yeni ekonomik Politika dönemecine, dış politikada ise ileriye yürüyüş hızının yavaşlatılması dönemecine başlamamızın nedeni budur. Ulusal sorunun müzakeresinde söz konusu olan işte bu yedeklerdir, aynı zamanda dünya emperyalizminin cephe gerisini oluşturan Doğu’nun muazzam yedekleridir.
İkisinden biri: ya emperyalizmin derin cephe gerisini
Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerini sarsıp uyandıracak, devrimcileştirecek ve böylece emperyalizmin yıkılışını hızlandıracağız, ya da bunda başarısızlığa uğrayacak ve böylece emperyalizmi güçlendireceğiz, hareketimizin gücünü zayıflatacağız. Sorun böyledir.
Gerçek şu ki, tüm Doğu, Sovyetler Birliği’mizi bir deneme alanı olarak görüyor. Biz ya bu Birlik çerçevesinde ulusal sorunun doğru bir pratik çözümüne varacağız, ya burada, bu Birlik çerçevesinde, halklar arasında gerçekten kardeşçe ilişkiler, gerçek bir işbirliği kuracağız -ve o zaman tüm Doğu, bizim Federasyonumuzda kurtuluş bayrağına, izlerinden yürüyeceği bir öncü birliğe sahip olduğunu görecektir, ve bu dünya emperyalizminin iflasının başlangıcı olacaktır. Ya da burada bir hata yapacağız, eskiden boyunduruk altında olan halkların Rusya proletaryasına duyduğu güveni sarsacağız, Sovyetler Birliği’nin Doğu’da sahip olduğu cazibeyi yitireceğiz -ve o zaman da kazanan emperyalizm, yitiren biz olacağız.
Ulusal sorunun uluslararası Önemi burada yatıyor.
Ulusal sorun, bizim için iç durum açısından da önem taşıyor -sadece, eski egemen ulusun sayı olarak 75 milyona yakın, diğer ulusların ise 65 milyon (bu sayı pek de az sayılmaz) nüfusu olduğu için değil, sadece, eski ezilen milliyetler, iktisadi gelişme bakımından en gerekli bölgelerde ve askeri strateji bakımından en önemli noktalarda yaşadıkları için değil, bilakis her şeyden önce, bu iki yıl boyunca, NEP denilen şeyi yürürlüğe koyduğumuz, ve bununla bağıntılı olarak Büyük-Rus milliyetçiliği büyümeye, güçlenmeye başladığı, Smena-Vekh* düşünceleri doğduğu ve Denikin’in yapamadığı şeyi barışçıl yoldan yapma, yani «bir ve bölünmez» [Rusya -ÇN] denilen şeyi kurma arzusu ortaya çıktığı için.
Böylece, NEP’le bağıntılı olarak, ülkemizin iç yaşamın¬da yeni bir güç zuhur ediyor: kurumlarımızda yuvalanan, sadece Sovyetik kurumlar içine değil, ama Parti kurumlarına da sızan, Federasyonumuzun her noktasında hayalet gibi kol gezen ve, eğer onu NEP koşullarının beslediği kökten koparıp atmazsak, bizi, eski egemen ulus proletaryası ile eski ezilen ulusların köylüleri arasında, proletarya diktatörlüğünü yıkacak bir bozuşma tehlikesi ile karşı karşıya getirecek olan Büyük-Rus şovenizmi.
Ama NEP, sadece Büyük-Rus şovenizmini beslemekle kalmıyor, özellikle birden fazla milliyetin yaşadığı cumhuriyetlerde yerel şovenizmi de besliyor. Gürcistan, Azerbaycan, Buhara, kısmen de Türkistan’dan söz ediyorum; buralarda yaşayan birçok milliyetin öncü öğeleri muhtemelen kısa bir süre sonra üstünlük için kendi aralarında yarışmaya başlayacaklar. Kuşkusuz bu yerel şovenizm, gücü itibariyle Büyük-Rus şovenizmi kadar büyük bir tehlike oluşturmaz. Ama yine de, bazı cumhuriyetleri ulusal uyuşmazlıklar alanı durumuna düşürmek ve oralarda enternasyonalizm bağlarını koparmakla tehdit eden bir tehlikedir.
Ulusal sorunun, genelde ve özelde de şu anda taşıdığı birinci dereceden önemi tanıtlayan uluslararası ve iç siyasi nedenler bunlardır.
Ulusal sorunun sınıf özü nedir? Ulusal sorunun sınıf özü, içinde bulunduğumuz Sovyetik gelişme koşullarında, eski egemen ulusun proletaryası ile, eski ezilen milliyetlerin köylülüğü arasındaki karşılıklı doğru ilişkilerin kurulmasında yatar. Proletarya ve köylülüğün işbirliği sorunu burada tartışıldı, hatta gereğinden çok tartışıldı. Ama Kamenev, Kalinin, Sokolnikov, Rikov ve Troçki yoldaşların raporları temelinde işbirliği sorunu tartışıldığında, her şeyden önce, Rus proletaryasının Rus köylülüğü ile ilişkisi göz önünde tutuldu. Burada, ulusal alanda, daha karışık bir mekanizma karşısında bulunuyoruz. Buradaki işimiz, eski egemen ulusun proletaryası ile, tüm Federasyonumuz proletaryasının en kültürlü katmanını temsil eden proletarya ile, köylülük arasında, her şeyden önce eski ezilen milliyetlerinin köylülüğü arasında doğru ilişkiler kurmaktır. Ulusal sorunun sınıfsal özü burada yatar. Eğer proletarya, diğer milliyetlerin köylülüğü ile, Rus olan her şeye karşı güvensizliğin, çarlığın siyaseti tarafından onlarca yıl boyunca beslenip aşılanan güvensizliğin tüm kalıntılarını yok edebilecek ilişkiler kurma başarısını gösterirse; eğer Rus proletaryası, bunun da ötesinde tam bir karşılıklı anlayış ve güven sağlama, sadece proletarya ile Rus köylülüğü arasında değil, bilakis proletarya ile eski ezilen milliyetlerin köylülüğü arasında da gerçek bir ittifak kurma başarısını gösterirse o zaman sorun çözülmüş olacaktır. Bunun için, diğer milliyetlerin köylülüğünün de, tıpkı Rus köylülüğü gibi, proletarya iktidarını kendi iktidarı olarak benimsemesi gerekmektedir. Sovyet iktidarının diğer milliyetlerin köylülüğü tarafından da benimsenmesi için, onun onlarca anlaşılır olması, faaliyetini onların anadilinde icra etmesi, okullarda ve yönetim organlarında, Rus olmayan milliyetlerin dil, töre ve âdetlerini, yaşam tarzlarını bilen yerlilerin faaliyet göstermesi gerekir. Bu cumhuriyetlerin kurumlan ve hükümet organları, yerli nüfusun anadilini konuşmaya ve bu dilde çalışmaya geçtiğinde, ancak o zaman ve o ölçüde, son zamanlara kadar bir Rus devlet iktidarı olan Sovyet iktidarı, salt bir Rus iktidarı değil, tüm ulusları kucaklayan bir devlet iktidarı, eski ezilen milliyetlerin köylüleri tarafından da benimsenen bir iktidar olacaktır.
Bu, genelde ulusal sorunun ve özelde Sovyet koşulları altındaki ulusal sorunun temellerinden biridir.
Ulusal sorunun çözümünü, şu anda, 1923 yılında karakterize eden nedir? Ulusal alanda çözüm bekleyen sorunlar, 1923 yılında hangi biçime bürünmüşlerdir? İktisadi alanda, askeri alanda, siyasi alanda, Federasyonumuzun halkları arasında bir işbirliği biçimine. Milliyetler arasındaki ilişkileri göz önünde bulunduruyorum. Temelinde, eski egemen ulus proletaryası ile diğer milliyetlerin köylülüğü arasında doğru ilişkiler kurma görevi yatan ulusal sorun, şu anda özel bir biçime, eskiden birbirinden ayrı, fakat şimdi yekpare bir devlet çerçevesinde birleşmiş bulunan halklar arasında işbirliği ve kardeşçe birarada yaşama biçimine bürünmektedir.
İşte, ulusal sorunun, 1923’te aldığı biçimin özü budur.
Bu devletsel birleşmenin somut biçimi, geçen yıl sonunda Sovyet Kongresinde sözünü ettiğimiz ve o sırada kurduğumuz Cumhuriyetler Birliği biçimidir.
Bu Birliğin temeli, gönüllülük ve Birlik üyelerinin hak eşitliğidir. Gönüllülük ve eşitlik -çünkü bizim ulusal programımızın çıkış noktası, ulusların bağımsız devlet olarak varolma hakkıdır, eskiden kendi kaderini tayin hakkı denilen şeydir. Buradan yola çıkarak, tam gönüllülük üzerinde yükselmezse, halkların bizzat kendileri birleşmeyi istemezlerse, halkların hiçbir birliğinin, halkların yekpare bir devlet halinde hiçbir birleşmesinin kalıcı olamayacağını açık ve net olarak söylemeliyiz. İkinci temel ise, Birliğe giren halkların hak eşitliğidir. Bu da anlaşılırdır. Fiili eşitlikten söz etmiyorum, bundan daha ileride söz edeceğim, çünkü ilerlemiş uluslar ile geri kalmış uluslar arasında fiili eşitliğin kurulması, çok karışık, çok güç birşeydır, yıllar gerektirir. Burada hak eşitliğinden söz ediyorum. Eşitlik burada, Birlik mensubu tüm cumhuriyetlerin, verili durumda Trans-Kafkasya, Byelo-Rusya, Ukrayna ve RSFSC olmak üzere dört cumhuriyetin, Birliğin nimetlerinden eşit ölçüde yararlanmaları ve aynı zamanda bağımsızlık haklarının bazılarından Birlik yararına aynı derecede vazgeçmelerinde ifadesini bulur. Eğer artık RSFSC, Ukrayna, Byelo-Rusya ve Trans-Kafkasya Cumhuriyetinde Dışişleri Halk Komiserliği olmayacaksa, bu komiserlikler kaldırılıp Cumhuriyetler Birliği için ortak bir Dışişleri Komiserliği kurulmasıyla, bu cumhuriyetlerin sahip oldukları ve şimdi artık Birlik mensubu tüm Cumhuriyetler için eşit ölçüde kısıtlanmış bulunan bağımsızlıkta belli bir sınırlama olacağı açıktır. Eğer eskiden bu Cumhuriyetler, kendi Dış Ticaret Komiserliklerine sahip oldukları halde, tüm Cumhuriyetler Birliği için ortak bir Dış Ticaret Komiserliği lehine şimdi bu komiserlikler, öbür Cumhuriyetlerde olduğu gibi, RSFSC’nde de kaldırılıyorsa, burada da eskiden tam olan ve bugün ortak Birlik yararına kısıtlanmış bulunan bağımsızlığın belli bir sınırlamaya uğrayacağı açıktır, vs. vb. Bazıları salt skolastik şu soruyu soruyorlar: Nasıl olacak, birleşmeden sonra Cumhuriyetler bağımsız kalacak mı? Bu skolastik bir sorudur. Bağımsızlıkları sınırlanmıştır, çünkü her birleşme, birleşenlerin daha önce sahip bulundukları hakların belli bir sınırlanması demektir. Ama her cumhuriyetin bağımsızlığının temel öğeleri sözgötürmez biçimde saklı kalmaktadır, çünkü her Cumhuriyetin Birlik’ten tek taraflı çekilme hakkı vardır.
Demek ki, somut biçimiyle ulusal sorun bizim, şimdiki koşullarımızda, halklar arasındaki iktisadi, dış siyasal ve askeri işbirliğinin kurulmasına çıkıyor. Bu alanlarda, bu cumhuriyetleri, adı SSCB olan yekpare bir birlik halinde birleştirmemiz gerekiyor. Somut biçimleri içinde ulusal sorun şimdi bu kapıya çıkıyor.
Söylemesi yapmaktan kolay. Sorun şu ki, içinde bulunduğumuz koşullarda, sadece halkların bir devlet halinde birleşmesini teşvik eden faktörlerle değil, bilakis bu birleşmeye ket vuran faktörlerle de karşı karşıyayız.
Teşvik edici faktörleri biliyorsunuz: Her şeyden önce, halkların Sovyet iktidarından önce kurulan ve Sovyet iktidarı tarafından pekiştirilen iktisadi yakınlaşması, halklar arasında bizden önce varolan ve tarafımızdan, Sovyet iktidarı tarafından güçlendirilen belli bir işbölümü -Cumhuriyetlerin Birlik halinde birleşmesini teşvik eden ana faktör budur. Birleşmeyi teşvik eden ikinci faktör olarak Sovyet iktidarının doğası görülmelidir. Bu anlaşılırdır. Sovyet iktidarı, işçilerin iktidarıdır, doğası gereği, Birlik mensubu Cumhuriyetlerin ve halkların emekçi Öğelerini, birbirlerine dostça intibak etmeye hazırlıklı kılan proletarya diktatörlüğüdür. Bu anlaşılırdır. Birleşmeyi teşvik eden üçüncü faktör, Cumhuriyetler Birliği’nin içinde hareket etmek zorunda kaldığı ortamı oluşturan emperyalist çevredir.
Ama bu birleşmeyi engelleyen, bu birleşmeye ket vuran faktörler de vardır. Cumhuriyetlerin yekpare bir birlik halinde birleşmesine ket vuran esas güç, daha önce de söylemiş olduğum gibi, ülkemizde NEP ilişkileri içinde yetişen bir güçtür: Büyük-Rus şovenizmi. Smena-Vekh’çilerin bürokratik Sovyet fonksiyonerleri arasında bir taraftar kütlesi kazanması hiç de tesadüf değildir, yoldaşlar. Bu Smena- Vekh’çi (Rusya’da “İşaret Direklerini Değiştirme Akımı” olarak tanınan bir burjuva grup-y.) bayların: İstediğiniz kadar Bolşevizm’den söz edin, enternasyonalist eğilimler üzerine istediğiniz kadar gevezelik edin, ama biz, bir Denikin’in yapamadığını sizin yapacağınızı, siz Bolşeviklerin, Büyük-Rusya düşüncesini yeniden canlandırdığınızı, ya da ne olursa olsun yeniden canlandıracağınızı biliyoruz, dercesine komünistleri, Bolşevikleri övmeleri de bir tesadüf değildir. Bütün bunlar bir tesadüf değildir. Bu düşüncenin bazı Parti kurumlarımıza sızmış bulunması da bir tesadüf değildir. Bir ikinci meclis sorununun ilk kez söz konusu edildiği Şubat Plenum toplantısında, Merkez Komitesi içinde, komünizmle bağdaştırılması mümkün olmayan, enternasyonalizmle hiçbir ilişkisi olmayan konuşmaların yapıldığına tanık oldum. Bütün bunlar, içinde bulunduğumuz zamanın bir emaresidir, bir salgın hastalıktır. Bundan doğan asıl tehlike, NEP ile birlikte bizde, Rus olmayan her şeyi silmeye, yönetimin bütün iplerini Rus unsuru etrafında toplamaya ve Rus olmayan her şeyi ezmeye çalışan Büyük-Rus şovenizminin günden güne, evet saatten saate büyümesidir. Asıl tehlike şu ki, biz bu siyasetle, eskiden ezilen halkların Rus proleterlerine karşı besledikleri ve bu proleterlerin, Rus çiftlik sahiplerini, Rus kapitalistlerini alaşağı ederek, ulusal boyunduruğu kaldırıp atarak, İran’dan, Moğolistan’dan askeri birliklerini çekerek, Finlandiya’nın, Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan ederek ve genelde ulusal sorunu yepyeni bir temel üzerine koyarak Ekim günlerinde kazanmış bulundukları güveni yitirme teh-likesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Eğer hepimiz, sinsice dal budak salan, damla damla kulaklara ve gözlere sızan ve adım adım fonksiyonerlerimizi mahveden bu yeni, söylediğim gibi, Büyük-Rus şovenizminin üstüne silahlanmış olarak yürümezsek, o sıralar kazanmış bulunduğumuz güveni son kırıntısına kadar yitirebiliriz. Bu tehlikenin, yoldaşlar, ne pahasına olursa olsun hakkından gelmek zorundayız, çünkü aksi taktirde, eski ezilen halkların işçileri ve köylülerinin güvenini yitirme perspektifi tehdit etmektedir, bu halklar ile Rus proletaryası arasındaki bağın kopması perspektifi tehdit etmektedir, ve böylece diktatörlük sistemimizde bir çatlağın ortaya çıkmasına izin verme tehlikesi tehdit etmektedir.
Unutmayın ki yoldaşlar, eğer biz, Kerenski’ye karşı fora edilmiş bayraklarla yürüyebildikse ve Geçici Hükümet’i alaşağı edebildikse, bunun bir nedeni de, kurtuluşlarını Rus proleterlerinin elinden bekleyen ezilmiş halkların güvenini kendi yanımızda bilmemizdi. Suskun, ama suskunlukları ile baskı yapan ve çok şeyi tayin eden ezilen halklar gibi bir yedeği unutmayın. Çoğu kez farkına varılmaz; ama bu halklar yaşıyorlar, vardırlar ve unutulmamalıdırlar. Şunu unutmayın: Eğer Kolçak, Denikin, Vrangel ve Yudeniç’in arkasında o «yabancı kökenliler» denilen insanlar olmasaydı, Rus işçilerine olan sessiz sempatileriyle bu generallerin cephe gerisini yıpratan eski ezilen halklar olmasaydı -yoldaşlar, bu bizim gelişmemizde Özel bir etkendir: sessiz sempati, kimse onu ne görür ne de duyar, ama o her şeyi belirler- bu sempati olmasaydı, bu generallerin bir tekini bile deviremezdik. Biz onlara karşı yürürken, onların gerilerinde çözülme başladı. Neden? Çünkü bu generaller sömürgeci Kazak Öğelere dayanıyorlardı, çünkü ezilen halkların bunlardan, ezilmeye devam etmekten başka bekleyebilecekleri birşey yoktu ve onlara, bizim kollarımıza sığınmaktan başka bir yol kalmıyordu, biz ise bu halkların kurtuluş bayrağını dalgalandırıyorduk. İşte bu generallerin yazgısını belirleyen şey buydu, işte birliklerimizin başarısıyla gölgelenen, ama sonunda her şeyi belirlemiş olan faktörlerin toplamı budur. Bu unutulmamalıdır. Bundan ötürü biz, ani bir dönüş yapmak ve yeni şoven eğilimlere karşı mücadele etmekle yükümlüyüz, kuruluşlarımızdaki bürokratları, ve Ekim’de kazanmış bulunduğumuz şeyi, yani eskiden ezilen halkların güvenini, büyük bir önem vermemiz gereken güvenini unutan Partili yoldaşlarımızı teşhir direğine bağlamakla yükümlüyüz.
Şunu kavramak gerekir: Eğer Büyük-Rus şovenizmi gibi bir güç tohuma çekip dallanıp budaklanmaya başlarsa, o zaman eski ezilen halkların artık bize güveni kalmayacaktır, o zaman yekpare bir birlik içinde bir işbirliği kuramayacağız, ve o zaman da artık bir Cumhuriyetler Birliği’miz olmayacaktır.
Halkların ve Cumhuriyetlerin yekpare bir birlik halinde birleşmesine ket vuran faktörlerin birincisi ve en tehlikelisi budur.
Eski ezilen halkların, Rus proletaryasının etrafında birleşmesine aynı şekilde engel ikinci etken, çarlıktan bize miras kalmış bulunan fiili eşitsizliktir.
Hak eşitliği -biz bunu ilan ettik ve gerçekleştiriyoruz, fakat Sovyet Cumhuriyetlerinin gelişme tarihinde elbette olağanüstü bir .Öneme sahip olan hak eşitliğinden, fiili eşitliğe kadar daha epeyce yol var. Bütün geri kalmış milliyetler ve halklar, Federasyonumuzun tüm diğer ileri uluslarıyla biçimsel olarak aynı haklara sahipler. Ama mutsuzluk şu ki, bazı milliyetlerin hiç kendi proleterleri yok, hiç sınai gelişmeden geçmemiş, hatta bu gelişmeye başlamamışlar bile ve kültürel bakımdan korkunç geriler, devrimin kendilerine verdiği haklan kullanacak durumda değiller. Yoldaşlar, bu, okul sorunundan daha önemli bir sorundur. Yoldaşlarımızdan bazıları, sadece okul ve dil sorununu ön plana çıkarmanın, düğümü çözmeye yeteceğini sanıyorlar. Bu doğru değildir, yoldaşlar, burada okullarla fazla bir yere varılmaz, okullar gelişiyor, dil de gelişiyor, ama fiili eşitsizlik, bütün hoşnutsuzluğun ve bütün sürtüşmelerin temeli olarak kalmaya devam ediyor. Okulla ve dille bu sorun aşılmaz, burada gerekli olan, kültürel ve iktisadi bakımdan geri kalmış milliyetlerin emekçi yığınlarına gerçek, sistematik, içten, fiili proleter yardımımızdır. Rusya proletaryası, okullar ve dil dışında, kenar bölgelerde, kültürel bakımdan geri kalmış Cumhuriyetlerde -ama bunlar kendi kabahatleri sonucu değil, eskiden yalnızca birer hammadde kaynağı olarak görülmeleri sonucu geri kalmışlardır-, bu Cumhuriyetlerde, sanayi alanları kurulması için gerekli bütün önlemleri almak zorundadır. Bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunulmuştur. Gürcistan, Moskova’dan bir fabrika devralmıştır, ve bu yakın bir zamanda çalımaya başlayacaktır. Buhara, bir fabrika devralmıştır, ama dört fabrika da devralabilirdi. Türkistan büyük bir fabrika devralmaktadır; böylece, iktisadi bakımdan geri kalmış ve proletaryası bulunmayan bu Cumhuriyetlerin, Rus işçi ve köylülerinden bu Cumhuriyetlerin emekçi yığınlarına köprü olarak hizmet edebilecek yerel proleter gruplarının ortaya çıkması için, Rus proletaryasının yardımı ile kendi sanayi alanlarını -bunlar küçücük de olsa- kurması için tüm öncüller verilidir. Bu alanda köklü bir çalışma yapmak zorundayız, tek başına okullarla bu iş halledilmez.
Fakat, Cumhuriyetlerin tek bir Birlik halinde birleşmesine ket vuran üçüncü bir faktör daha var -bu tek tek Cumhuriyetlerdeki milliyetçiliktir. NEP, sadece Rus değil, Rus olmayan nüfus üzerinde de etkide bulunuyor. NEP, özel ticareti ve özel sanayii sadece Rusya’nın merkezinde değil, tek tek Cumhuriyetlerde de geliştiriyor. İşte bu NEP ve onunla bağlı özel sermaye, Gürcü, Azeri, Özbek ve diğer milliyetçilikleri besliyor, geliştiriyor. Kuşkusuz, eğer Büyük -Rus şovenizmi olmasaydı, eğer şimdi güçlü olduğu için, eskiden de güçlü olduğu ve ezme ve baskı altında tutma alışkanlıklarını koruduğu için saldırgan bir şekilde ortaya çıkan Büyük-Rus şovenizmi olmasaydı, ola ki, Büyük-Rus şo¬venizmine yanıt olan yerel şovenizm de, deyim yerindeyse asgari boyutta, minyatür biçimde olurdu, çünkü anti-Rus milliyetçilik, son tahlilde bir savunma biçimi, Büyük-Rus milliyetçiliğine, Büyük-Rus şovenizmine karşı belli, çarpık bir savunma biçimidir. Eğer bu milliyetçilik sadece defansif olsaydı, bu konuda gürültü yapmaya gerek olmazdı. Büyük -Rus şovenizminin, o güçlü düşmanın yenildiği andan itibaren, anti-Rus milliyetçiliğin de yenileceği umuduyla, davranışımızın tüm gücü ve savaşımımızın tüm gücü Büyük -Rus şovenizmine karşı yığılabilirdi, çünkü bu milliyetçilik, söylediğim gibi, son tahlilde Büyük-Rus milliyetçiliğine karşı bir tepki, ona bir yanıt, belli bir savunmadır. Evet, eğer yerel anti-Rus milliyetçilik, Rus milliyetçiliğine karşı bir tepki olmanın ötesine geçmeseydi, böyle olurdu. Ama mutsuzluk şu ki, bazı cumhuriyetlerde bu defansif milliyetçilik, saldırgan milliyetçiliğe dönüşüyor.
Gürcistan’ı alalım. Orada nüfusun yüzde 30’dan çoğu, Gürcü olmayanlardan, diğerlerinin yanısıra Ermeniler, Abazalar, Acarlar, Ossetler, Tatarlardan oluşuyor. Gürcüler başta geliyor. Gürcü komünistlerinin bir bölümünde, bu küçük milliyetleri özel olarak dikkate almama düşüncesi doğdu ve gelişiyor: öyle ya, bunlar daha az kültürlü, daha az gelişmişlerdir, bu nedenle bunları dikkate almaya gerek yok. Bu şovenizmdir, zararlı ve tehlikeli bir şovenizmdir, çünkü küçük Gürcü Cumhuriyetini bir geçimsizlik alanına dönüştürebilir ve daha şimdiden dönüştürmüştür.
Azerbaycan. Ana milliyet Azerbaycan milliyetidir, ama burada Ermeniler de vardır. Azerbaycanlıların bir bölümü arasında da, bazen tamamen çıplak şu eğilim vardır: Biz, yani Azeriler, bu ülkenin yerlileriyiz, onlar, Ermeniler ise, göçmen olarak gelip yerleşmişlerdir, onları biraz geri plana itebilir, çıkarlarım göz önüne almayabiliriz. Aynı şekilde bu da şovenizmdir. Sovyet iktidarının üzerinde yükseldiği milliyetlerin eşitliği temelinin altını oyar.
Buhara. Buhara’da üç milliyet var: ana milliyet olarak Özbekler, Türkmenler -Buhara şovenizmi bakış açısından «önemli olmayan» milliyet, ve Kırgızlar. Bunların nüfusu azdır, ve bunlar da «önemli olmayan» lardır.
Horezm’de de aynı şey: Türkmenler ve Özbekler. Özbekler ana milliyet, Türkmenler ise «önemli olmayan» milliyet.
Bütün bunlar çatışmalara, Sovyet iktidarının zayıflamasına yol açıyor. Bu yerel şovenizm eğilimi de kökünden temizlenmelidir. Tüm ulusal sorun sistemi içinde dörtte üçü oluşturan Büyük-Rus şovenizmiyle kıyaslandığında, yerel şovenizm o kadar önemli değil elbette, ama yerel çalışma bakımından, yerli insanlar bakımından, Ulusal Cumhuriyetlrin kendi barışçıl gelişmeleri bakımından, bu şovenizm çok büyük öneme sahip.
Bu şovenizm arasıra çok ilginç bir evrim göstermektedir. Trans-Kafkasya’yı kastediyorum. Bildiğiniz gibi Trans -Kafkasya, on milliyeti kapsayan üç Cumhuriyetten oluşuyor. Trans-Kafkasya, ezelden beri bir kıyım ve nifak alanıydı, daha sonra, Menşevizm ve Taşnaklar döneminde bir savaş alanı oldu. Gürcü-Ermeni savaşını biliyorsunuz. 1905 başındaki ve sonundaki Azerbaycan’daki kıyımı da biliyorsunuz. Size, Ermeni çoğunluğun, nüfusun Tatarlardan meydana gelen tüm geri kalanını kılıçtan geçirdiği bir dizi reyon sayabilirim, örneğin Zangezur. bir başka ili, Nahcivan’ı gösterebilirim. Orada, Tatarlar çoğunluktaydılar, ve bütün Ermenileri kılıçtan geçirdiler. Bu, Ermenistan ve Gürcistan’ın emperyalist boyunduruktan kurtulmasından az önce oldu. (Aradan bir ses: «Onlar ulusal sorunu kendi tarzla-rında çözmüşler.») Elbette, bu da ulusal sorunu çözmenin bir biçimidir. Ama Sovyetik çözüm biçimi değildir. Bu karşılıklı ulusal düşmanlık atmosferiyle Rus işçilerinin tabii ki uzak yakın bir ilişkisi yoktur, Tatarlar ve Ermeniler birbirleriyle savaşmışlardır, Ruslar olmaksızın. İşte bundan ötürü de, Trans-Kafkasya’da milliyetler arasındaki ilişkileri düzenleyebilecek özel bir organa gerek var.
Çekinmeden söylenebilir ki, eski egemen ulus proletaryası ile tüm diğer milliyetlerin emekçileri arasındaki karşılıklı ilişkiler, tüm ulusal sorunun dörtte üçünü oluşturmaktadır. Ama bu sorunun bir çeyreği de, eski ezilen milliyetlerin bizzat kendi aralarındaki ilişkilerin payına düşmektedir.
Bu karşılıklı güvensizlik atmosferi içinde, eğer Sovyet iktidarı Trans-Kafkasya’da çatışma ve sürtüşmeleri halletmeye yetenekli bir ulusal barış organı kuramasaydı, insanların birbirlerinin evini kundaklayıp birbirini boğazladığı çarlık zamanına, ya da Taşnaklar, Mussavatçılar ve Menşevikler zamanına yeniden dönerdik. Merkez Komitesi, bir ulusal barış organı olarak Transkafkasya Federasyonu’nun korunması zorunluluğunu işte bu nedenle üç kez üst üste onayladı.
Eskiden olduğu gibi şimdi de bizde, Gürcistan’ın Cumhuriyetler Birliği ile birleşmesine karşı olmayan, ama bu birleşmenin Trans-Kafkasya Federasyonu üzerinden olmasına karşı çıkan bir grup Gürcü komünisti var. Anlıyorsunuz ya, Birliğe daha yakın olmak istiyorlar ve kendileri ile, yani Gürcüler ile, Cumhuriyetler Birliği arasında Trans- Kafkasya Federasyonu biçiminde bir ara duvara gerek olmadığını, Federasyona gerek olmadığım düşünüyorlar. Bu çok devrimci gibi geliyor.
Ama burada başka bir niyet yatmaktadır. İlkin, bu sözler Gürcistan’da Ruslarla ilişkinin ulusal sorunda ikincil bir rol oynadığına tanıklık ediyor; çünkü bu sapmacı yoldaşlar (onlara bu ad veriliyor), Gürcistan’ın Birlik ile doğrudan birleşmesine herhangi bir itirazları yok, yani Büyük-Rus şovenizminin şu ya da bu şekilde kökünden isabet aldığını, ya da büyük bir önem taşımadığını zannettikleri için, Büyük-Rus şovenizminden korkmuyorlar. Görünüşe göre, Trans -Kafkasya Federasyonu’ndan daha çok korkuyorlar. Neden? Neden Trans-Kafkasya’da yaşayan ve aralarında uzun süre dövüşmüş, birbirlerini boğazlamış, birbirleri ile savaşmış bu-lunan en önemli üç halk -neden bu halklar, Sovyet iktidarının en nihayet aralarında bir Federasyon biçiminde kardeşçe birlik bağları kurduğu ve bu Federasyon’un olumlu sonuçlar verdiği bugün -neden bugün bu federal bağlar kopsun? Söz konusu olan nedir, yoldaşlar?
Sorun şudur: Gürcistan, Trans-Kafkasya Federasyonu’ nun bağlantısı yüzünden, coğrafi konumu dolayısıyla elde edebileceği ayrıcalıklı durumdan yoksun kalmaktadır. Kendiniz karar verin: Gürcistan’ın kendi limanı, Batı mallarının geldiği Batum var; Gürcistan, Ermenilerin ve mallarını Batum üzerinden alan Azerbaycan’ın vazgeçemeyecekleri Tiflis gibi bir demiryolu kavşağına sahip. Eğer Gürcistan kendi başına bir Cumhuriyet olsaydı, Trans-Kafkasya Federasyonu’na mensup olmasaydı, Tiflis’ten vazgeçemeyecek Erme¬nistan’a ve Batum’dan vazgeçmeyecek Azerbaycan’a küçük bir ültimatom verebilirdi. Buradan Gürcistan’a bazı avantajlar doğardı. Herkesçe bilinen, akıl ermez gümrük kordonu kararnamesinin tam da Gürcistan’da hazırlanması bir tesadüf değildir. Şimdi suç Serebriyakov’un sırtına yüklenmeye çalışılıyor. Diyelim ki Öyledir. Ama kararname Azerbaycan ya da Ermenistan’da değil, Gürcistan’da kumpaslandı.
Ayrıca bir başka neden daha var. Tiflis, Gürcistan’ın başkentidir, ama Gürcüler orada nüfusun en fazla yüzde 30’ unu, Ermeniler ise en az yüzde 35’ini oluştururlar, sonra da tüm diğer milliyetler gelir. İşte Gürcistan’ın başkentinde durum budur. Eğer Gürcistan ayrı bir Cumhuriyet olsaydı, o zaman nüfusun belli bir yer değiştirmesine girişilebilir, örneğin Ermeniler Tiflis’ten çıkarılabilirdi. Tiflis’te nüfus «ayarlaması» ile ilgili bilinen kararname Gürcistan’ da kabul edildi, bu kararname için Maharadze yoldaş, bunun Ermenilere karşı yönelmediğini açıklıyor. Tiflis’teki Ermenilerin sayısını Gürcülerinkine nazaran yıldan yıla azaltacak ve böylece Tiflis’i hakiki Gürcü bir başkente dönüştürecek şekilde belirli bir nüfus kaydırmasına girişilmesi niyeti vardı. Tehcir [Sürgün -ÇN] kararnamesinin geri alındığını kabul ediyorum. Ama ellerinde hâlâ bir yığın olanak, örneğin şebrin «yükünü hafifletme» gibi bir yığın esnek önlem var; bunların yardımıyla enternasyonalizm görünümü korunarak, iş Tiflis’te daha az Ermeni kalacak şekilde tertip ve tanzim edilebilir.
Gürcü sapmacıların yitirmek istemedikleri bu coğrafi avantajlar, ve Gürcülerin Ermenilerden sayıca daha az bulundukları Tiflis’teki Gürcülere ilişkin elverişsiz durum, sapmacılarımızı Federasyona karşı mücadeleye sevk ediyor. Menşevikler, Ermenilerle Tatarları Tiflis’ten düpedüz kovdular. Ama bugün, Sovyet iktidarı altında kovma olanaksızdır, ve bu nedenle Federasyon’dan çıkılmak isteniyor, o zaman, Gürcülerin Azerbaycan ve Ermenistan’a karşı üstün durumundan sonuna kadar yararlanmayı sağlayacak bu tür bazı operasyonlara kendi başına girişmek için hukuki olanağa sahip olunacaktır. Ve bütün bunlardan, Trans-Kafkasya’da Gürcüler için ayrıcalıklı bir mevki doğacaktır. Tüm tehlike işte burada yatmaktadır.
Trans-Kafkasya’da ulusal barışın çıkarlarına aldırmadan, Gürcüleri Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri karşısında ayrıcalıklı bir duruma sokacak koşullar yaratabilir miyiz? Hayır, buna izin veremeyiz.
Ulusları yönetmenin eski özel bir sistemi vardır, bu sisteme göre, burjuva devlet gücü bazı milliyetleri kendine daha çok çekerek, onlara ayrıcalıklar verir ve diğer uluslarla uğraşmak zorunda kalmamak için onları kendinden iter. Yani bir milliyeti kendine daha çok çekerek, bu milliyetin yardımıyla diğerleri üzerinde baskı yapar. Örneğin Avusturya, bu biçimde yönetilmekteydi. Macar bakanını çağırtıp, ona: «Sen kendi çapulcularını yönet, ben benimkilerle baş ederim», yani bir başka deyişle: Macaristan’daki milliyetlerini ez ve boğ, ben de Avusturya’da benimkileri boğarım, diyen Avusturya bakanı Beust’un açıklaması herkesin hatırındadır. Sen ve ben -biz ayrıcalıklı uluslardanız, diğerlerine gelince, onları ezeriz.
Bizzat Avusturya’daki Polonyalıların durumunda da bu böyleydi. Avusturyalılar Polonyalıları kendilerine daha çok çekmişler, onlara ayrıcalıklar vermişlerdi ki, Polonyalılar Avusturyalıların Polonya’daki konumlarım pekiştirmelerine yardım etsinler diye; buna karşılık Polonyalılara, Galiçya’yı boğma olanağı verdiler.
Bu, daha sonra öbür milliyetlerin hakkından gelmek üzere, bazı milliyetleri yükseltmeye ve onlara ayrıcalıklar vermeye dayanan Avusturya’ya has özel bir sistemdir. Bu, bürokrasinin bakış açısından «tutumlu» bir yönetim sistemidir, çünkü uğraşılması gereken bir tek milliyet vardır; ama siyasal açıdan bu, devletin kesin ölümüdür, çünkü milliyetlerin eşitliği ilkesini çiğnemek ve belirli bir milliyete birtakım ayrıcalıklar tanımak -bu, kendi ulusal siyasetini ölüme terk etmek demektir.
İngiltere bugün Hindistan’ı aynen bu biçimde yöneltmektedir. Bürokrasinin bakış açısından Hint milliyet ve aşiretlerinin hakkından daha rahat gelmek için İngiltere, Hindistan’ı Britanya Hindistanı (240 milyon nüfus) ve yerli devletleri (72 milyon) olarak bölmüştür. Hangi nedenle? İngiltere, diğer milliyetleri daha rahat yönetebilmek amacıyla bir grup ulus seçmek ve onlara ayrıcalıklar vermek istediği için. Bizzat Hindistan’da birkaç yüz milliyet bulunuyor, bunun üzerine İngiltere kendi kendine şöyle dedi: Bu milliyetlerle niye uğraşayım, birkaç ulus seçip onlara bazı ayrıcalıklar tanımak ve bunların yardımıyla diğerlerini yö¬netmek daha iyi; çünkü birincisi, diğer ulusların hoşnutsuzluğu bu durumda İngiltere’ye karşı değil, bu ayrıcalıklı uluslara karşı yönelmiş olacak, ve İkincisi, iki-üç ulus ile «uğraşmak» daha ucuz.
Bu da bir yönetim sistemidir, İngiliz sistemi. Nereye götürür bu sistem? Aygıtı «ucuzlatma»ya -evet, doğru. Ama yoldaşlar, eğer bürokratik rahatlık bir yana bırakılırsa, Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin ölümüdür bu. Bu sistem, iki kere ikinin dört etmesi kadar kesin bir şekilde, tüm İngiliz yönetim sistemi ve İngiliz egemenliği için ölümün ta kendisidir.
Tüm Parti yasalarını çiğneyerek Federasyona karşı mücadele ettiklerinde, ayrıcalıklı konumlarını korumak İçin Federasyon’dan çekilmek istediklerinde, yoldaşlarımız, Gürcü sapmacılarımız bizi işte bu tehlikeli yola sokmak istiyorlar. Onlar bizi, Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri zararına kendilerine bazı ayrıcalıklar tanımaya getirmek istiyorlar. Biz bu yolu tutamayız, çünkü bu bizim tüm siyasetimizin ve Kafkasya’da Sovyet iktidarının kesin ölümü olur.
Gürcistan’daki yoldaşlarımızın bu tehlikeyi sezmiş olmaları tesadüf değildir. Ermenilere ve Azerbaycanlılara karşı yönelik bir saldırıya geçmiş olan bu Gürcü şovenizmi, Gürcistan Komünist Partisi’ni alarma geçirdi. Yasal olarak varolduğundan beri iki Parti Kongresi yapmış olan Gürcistan Komünist Partisi’nin, her iki Parti Kongresinde de sapmacı yoldaşların görüşlerini oybirliği ile reddetmesi tamamen anlaşılır birşeydir, çünkü mevcut koşullarda Trans-Kafkasya Federasyonu olmaksızın, Kafkasya’da barışı sürdürmek ve eşitliği kurmak olanaksızdır. Bir ulusun diğerinden daha ayrıcalıklı olmasına izin vermemeliyiz. Yoldaşlarımız bunu sezdi. İşte bu nedenle Mdivani grubu, iki yıllık mücadeleden sonra bizzat Gürcistan’da bile Partinin durmadan bir kenara fırlattığı bir avuç adam durumundadır.
Federasyonun tez elden kurulması için Lenin yoldaşın böylesine acele etmesi ve diretmesi de tesadüf değildir. Merkez Komitemizin, kararları Cumhuriyetler için bağlayıcı bir Merkez Yürütme Komitesi ve bir yürütme erki ile Federasyonun zorunluluğunu üç kez üst üste onaylaması da tesadüf değildir. Aynı şekilde, her iki komisyonun, gerek Cerjinski yoldaşın, gerek Kamanev ve Kuibişev’in komisyonunun, Moskova’ya döndükten sonra Federasyon ‘suz yapılamayacağını açıklamış olmaları da tesadüf değildir.
Son olarak, «Sosyalistiçeski Vestnik» ( sosyalist Postası- Menşevik gazete- y.)Menşeviklerinin, Federasyona karşı yürüttükleri mücadele için bizim sapmacı yoldaşlarımızı övmeleri, onları el üstünde taşıma- ları da tesadüf değildir; Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.
Birleşmeye ket vuran üç ana etkenin: Büyük Rus şovenizmi, fiili eşitsizlik ve özellikle şovenizme dönüştüğü hallerde yerel milliyetçiliğin Üstesinden gelmemize yardımcı olacak araçları ve yolları tahlil etmeye geçiyorum. Halkların yakınlaşmasına ket vuran geçmişin tüm bu mirasının acısız üstesinden gelmemize yardımcı olabilecek araçların sadece üçünden söz edeceğim.
Birinci araç: Sovyet iktidarının Cumhuriyetlerde anlayış bulması ve bizzat emekçi kitlelerin kendi öz davası haline gelmesi için, Sovyet iktidarının yalnızca Rus değil, bilakis tüm ulusları kapsayan bir iktidar haline gelmesi için tüm önlemleri almak. Bu amaçla sadece okulların değil, tüm kurumların, tüm organların, gerek Parti gerek Sovyet organlarının adım adım ulusallaştırılması, bunların, kitlelerin anladığı bir dilde çalışmaları, ilgili halkın yaşam tarzına uygun koşullar altında işlemeleri zorunludur. Sovyet iktidarını bir Rus iktidarı olmaktan çıkarıp, tüm ulusları kaplayan bir iktidar yapmak, tüm cumhuriyetlerin ve özellikle iktisadi ve kültürel bakımdan geri kalmış olanların emekçi yığınlarında anlayış bulan, bunlara yakın, ve senli-benli bir iktidar yapma olanağını ancak bu koşulla elde edebiliriz.
Çarlık ve burjuvaziden artakalan mirasın acısız üstesinden gelme işimizi kolaylaştırabilecek ikinci araç, Cumhuriyetler Birliği’nde komiserliklerin o şekilde inşasıdır ki, hiç değilse en önemli milliyetlerin çeşitli kurumlarda kendi temsilcilerini bulundurmaları mümkün olsun, çeşitli cumhuriyetlerin sıkıntı ve gereksinimlerinin kesinkes tatmin edilmesinin koşullan yaratılsın.
Üçüncü araç: En üst merkezi organlarımız arasında, ayrımsız tüm cumhuriyet ve milliyetlerin taleplerini ve gereksinimlerini hesaba katan bir organın bulunması zorunludur.
Bu son araç üzerine, dikkatinizi özellikle çekmek istiyorum.
Eğer biz, Birlik Merkez Yürütme Komitesi (MYK) içinde, birincisi, milliyetlerden bağımsız olarak Birlik Sovyet Kongresinde seçilen, ve İkincisi de, cumhuriyetler ve ulusal bölgeler tarafından seçilip (yarısı cumhuriyetler ve diğer yansı ulusal bölgelerden), Sovyet Kongresi tarafından onaylanan iki meclis kurabilirsek, o zaman kanımca, en üst kademelerimiz, bileşimlerinde, yalnızca ayrımsız tüm emekçilerin sınıf çıkarlarını değil, bilakis salt ulusal gereksinimlerini de dile getirirlerdi. Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan milliyetlerin, halkların ve kavimlerin özel çıkarlarını dile getiren bir organımız olurdu. Yoldaşlar, Birlik için yaklaşık 65 milyonu Rus olmayan, toplam 140 milyondan fazla insanın birarada bulunduğu bizim koşullarımızda bile, bir devlet, burada Moskova’da en yüksek organ içinde bu milliyetlerin, sadece tüm proletarya için ortak olan çıkarları değil, bilakis özel, kendine özgü, özgül ulusal çıkarları da dile getiren delegeleri bulunmaksızın yönetilemez. Bu olmaksızın, yoldaşlar, yönetmek mümkün değildir. Elde böyle bir barometre olmaksızın, tek tek milliyetlerin özel gereksinimlerini formüle etme yeteneğindeki insan olmaksızın, yönetmek mümkün değildir.
Bir ülkeyi yönetmenin iki yöntemi vardır: Yöntemlerden biri, aygıtı «basitleştirmek» ve onun başına, ülkenin her yerinde, valilerin şahsında kollara ve gözlere sahip, diyelim bir grup ya da bir tek insanı geçirme yöntemidir. (Bu), çok basit bir yönetim biçimidir: burada ülkeyi yöneten bir kişi, valilerce toparlanan bilgileri alır, ve dürüst ve doğru yönettiği umuduna kapılır. Sonra sürtüşmeler başlar, sürtüşmeler çatışmalara, çatışmalar da ayaklanmalara dönüşür. Sonra ayaklanmalar bastırılır. Bu yönetim sistemi bizim sistemimiz değildir, ayrıca, basit olmakla birlikte, son derece masraflıdır. Ancak bir başka yönetim sistemi daha vardır, Sovyet sistemi. Sovyet ülkesinde biz, başka bir yönetim sistemini, hem köylüler hem ulusal azınlıklar, he «yabancı kökenli» denilenler hem de Ruslar arasındaki tüm değişiklikleri, tüm durumları tam bir dakiklikle önceden görmemizi olanaklı kılan bir yönetim sistemi uyguluyoruz, en yüksek organlar sistemi içinde, her değişikliği göstere hem bir Basmacılar hareketini ve bir haydut hareketi: hem de Kronstadt’ı ve olası her fırtına ve her tersliği hesaba katan ve önleyen bir barometreler dizisinin bulunması gerekir. Sovyetik yönetim sistemi budur. Bu sistem kendini Sovyet iktidarı, halk iktidarı olarak adlandırır, çünkü, en alt katmanlara dayanan bu sistem, her değişikliği tezden sezer, gerekli önlemleri alır ve eğer çizgi bozulmuşsa onu zamanında düzeltir, çünkü kendi kendini eleştirir ve çizgisini düzeltir. Bu yönetim sistemi Sovyet sistemidir, ve en yüksek kademelerimiz sistemi içinde, tüm ulusal sıkıntı ve gereksinimleri eksiksiz hesaba katan Örgütler bulunmasını gerektirir.
Bu sistemin idareyi karıştıracağı, yeni organların birikimine yol açacağı itirazı getiriliyor. Doğrudur. Şimdiye kadar, RSFSC MYK vardı, sonra Birlik MYK’ni kurduk, şimdi de Birlik MYK iki kısma bölünmek zorunda kalınacak. Elden birşey gelmez. En basit yönetim biçiminin, başa bir adam geçirmek ve onun yanına valiler vermek olduğunu söylemiştim. Ama Ekim’den sonra artık bu tür deneylere girişmek olanaksızdır. Sistem daha karışık bir duruma geldi, ama yönetimi kolaylaştırdı ve tüm yönetimi tepeden tırnağa Sovyetik kıldı. Bu yüzden Parti Kongresinin özel bir organ, mutlak zorunlu bir organ olarak Birlik MYK içinde ikinci bir meclisin kurulması lehinde karar vermesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunun, Birlik halkları arasındaki işbirliğini düzenlemenin en yetkin biçimi olduğunu söylemek istemiyorum; bunun, bilimin son sözü olduğunu iddia etmek istemiyorum. Ulusal sorunu daha birçok kez ele alacağız, çünkü ulusal ve uluslararası koşullar değişiyor ve daha da değişebilir. Cumhuriyetler Birliği içinde kaynaştırdığımız bazı Komiserliklerin, eğer deneyim bize bu komiserliklerin kaynaştırıldıktan sonra olumsuz sonuç verdiğini gösterirse, sonradan bunları muhtemelen ayırmak zorunda kalmayacağımıza garanti veremem. Ama bir şey açık: Şimdiki koşullar altında ve şimdiki durumda, elimizde ne daha iyi bir yöntem, ne de daha uygun bir başka organ var. Şimdilik, tek tek Cumhuriyetlerde ortaya çıkan tüm dalgalanma ve değişiklikleri gösterebilecek bir organın oluşturulması için, elimizde ikinci meclisin kurulmasından ne daha iyi bir araç, ne de başka bir yol var.
Elbette, ikinci mecliste, sadece birleşmiş bulunan bu dört Cumhuriyet değil, bilakis tüm halklar temsil edilmek zorundadır; çünkü burada söz konusu olan sadece resmen birleşmiş bulunan Cumhuriyetler değil (bunların sayısı dörttür), Cumhuriyetler Birliği’nin tüm halkları ve kavimleridir. Bu nedenle, elimizde ayrımsız tüm halkların ve Cumhuriyetlerin gereksinimlerini dile getiren bir biçimin bulunması zorunludur.
Özetliyorum yoldaşlar.
Ulusal sorunun önemi, uluslararası durumdaki yeni vaziyet tarafından belirlenmektedir, bizim burada Rusya’da, Federasyonumuzda, devrimin muazzam yedeklerini oluşturan Doğu’ya örnek vermek ve böylece Federasyonumuza karşı güvenlerini ve eğilimlerini pekiştirmek için, ulusal sorunu doğru bir biçimde, örnek bir biçimde çözmek zorunda bulunmamızla belirlenmektedir.
Îç durum açısından bakıldığında, NEP koşulları, güçlenen Büyük-Rus şovenizmi ve yerel şovenizm sonucu, yine ulusal sorunun özel önemini vurgulama yükümlülüğü ile karşı karşıyayız.
Sonra, ulusal sorunun özünün, eski egemen ulus proletaryası ile eski ezilen ulusların köylülüğü arasında doğru ilişkiler kurmakta yattığım, bu görüş açısından, ulusal sorunun somut biçiminin şu anda, Cumhuriyetler Birliği içindeki, yekpare bir devlet içindeki halkların işbirliğini ve birarada yaşamasını sağlama araç ve yollarını bulmakta yattığını söyledim.
Daha sonra halkların bu yakınlaşmasını teşvik eden faktörlerden söz ettim. Bu birleşmeye ket vuran faktörlerden söz ettim, özellikle, büyüyen bir güç olarak, Büyük- Rus şovenizmi üzerinde durdum. Bu güç esas tehlikedir, eski ezilen halkların Rus proletaryasına güvenini yıkabilir. Bu, en tehlikeli düşmanımızdır, onu yere sermemiz gerekiyor; çünkü onu yere serersek, onunla birlikte, bazı Cumhuriyetlerde kendini korumuş ve gelişmekte olan milliyetçiliği de onda dokuz yere sermiş oluruz.
Devam. Bir grup yoldaşın, bizi, bazı milliyetlerin zararına, diğer milliyetlere ayrıcalıklar tanıma yoluna itmeleri tehlikesi İle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu yolu tutamayacağımızı açıkladım; çünkü bu, ulusal barışı baltalayabilir ve diğer ulusların kitlelerinin Sovyet iktidarına güvenini öldürebilir.
Ayrıca, birleşmeyi engelleyen bu faktörleri en acısız biçimde ortadan kaldırmamızı mümkün kılabilecek en önemli aracın, MYK içinde ikinci bir meclisin kurulması olduğunu söyledim. Bu konuda Merkez Komitesi’nin Şubat Plenumunda daha açık konuştum, bu konuda tezlerde daha üstü örtülü bir dil kullanılmaktadır ki böylelikle yoldaşlar, milliyetlerin çıkarlarını yansıtabilecek başka, daha esnek bir biçim, başka, daha uygun bir organ bulmakta bizzat olanağa sahip olsunlar diye.
Sonuçlar bunlardır.
Ulusal sorunu ancak bu yolda doğru bir biçimde çözebileceğimizi, proleter devrim bayrağını dalgalandırma ve devrimimizin büyük yedeklerini oluşturan ve proletaryanın emperyalizme karşı gelecekteki savaşlarında kesin bir rol oynayabilecek olan Doğu ülkelerinin sevgi ve güvenini bu bayrak için kazanmayı becereceğimizi sanıyorum. (Alkışlar.)