1848-49 Avrupa devrimleri; bir yandan işçi sınıfını tarih sahnesine taşırken, öte yandan da burjuvazi ile eski gerici sınıf (feodalite) arasındaki uzlaşmayı teorik bir olasılıktan çıkartarak pratikte olanaklı kıldı. Feodalizme karşı mücadele söz konusu olduğunda işçi sınıfının devrimci enerjisine başvuran burjuvazi, işçi sınıfı mücadele silahını kendisine çevirdiğinde elini eski düşmanına, feodal sınıfa uzattı. Artık işçi sınıfı burjuvazi için güvenilir bir yedek değil, tehlikeli bir düşmandı. Bu durum sınıf mücadelesinin yönünde ve niteliğinde de önemli bir değişime yol açtı. İki mülk sahibi sınıf, gelişen mülksüz sınıfa karşı aynı cephede birleşti. Bundan böyle feodal sınıf, işçi sınıfına karşı mücadelede burjuvazinin ana dayanaklarından biri oldu.
Marks ve Engels işçi sınıfının 1848- 49 devrimlerindeki pratik mücadelelerinden esinlenerek devrimin ardışık sürekliliği tezini dillendirdiler. Bu tezin üç önemli dayanağından birincisi, burjuvazinin 1789 Fransız devriminden başlayarak gericileştiği, modern dünyada sınıf mücadelesinin esas olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasında cereyan ettiği, bunun 1848-49 devrimleriyle teyit edildiği; ikincisi, işçi sınıfına karşı eski ve yeni gerici sınıfların -feodal soyluluk ile burjuvazinin- uzlaşma içinde oldukları; üçüncüsü, feodalizmin, feodal kalıntıların tasfiyesinin burjuvazi için bir devrim değil, bir reform sorunu olduğudur.1848 devrimlerinden başlayarak 1900’lu yılların sonlarına doğru Avrupa’nın pek çok ülkesinde, çoğu durumda aristokrasinin burjuvalaşmasıyla, feodalizm reformcu bir tarzda tasfiye edildi.
Lenin, Marks ve Engels’in sürekli devrim tezini, kapitalizmin hatırı sayılır gelişmesine rağmen, hâlâ feodal sınıfın, çarlığın iktidarda olduğu Rusya’daki sınıf mücadelesine uygulayarak, demokratik devrim ve sosyalist devrimi tek bir devrimci süreç olarak ele alan “kesintisiz devrim” tezini geliştirdi. Lenin’in Rusya koşullarında geliştirdiği bu tez, 1905 ve 1917 Şubat devrimlerinde ana hatlarıyla doğrulandı. 1905 devrimi Lenin’in işçi sınıfının öncülüğü ve hegemonyasına dayalı işçi köylü demokratik diktatörlüğünün kesintisiz bir biçimde sosyalizme yükselmesi tezini sadece doğrulamakla kalmadı; İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri’ni yaratarak ona somut bir biçim ve içerik de kazandırdı.
Lenin’in 1848 Devrim deneyimlerinden hareketle (burjuvazinin kendi devrimine ihanet eden gerici bir sınıf haline gelmesi ve işçi sınıfına karşı feodal sınıfla kol kola girmesi) çarlığın iktidarda olduğu, “Kapitalist meta üretiminin gittikçe egemen hale geldiği” bir ülke olan Rusya için ileri sürdüğü ve şüphesiz feodal sınıfın iktidarda olduğu kapitalist gelişme yolundaki diğer ülkeleri de kapsayan kesintisiz devrim tezi, Ekim Devrimi sonrasında somut koşullarından arındırılarak, aşamalı devrim teorilerinin teorik temeli haline getirildi. Bu teorik temel üzerinde burjuvazinin feodal sınıfla uzlaşarak iktidarı aldığı ülkelerde, burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı söylemi üzerinden aşamalı devrim teorileri geliştirildi. Buna sömürgelerde kapitalizmden arındırılmış (kapitalist olmayan yol) “anti-emperyalist” devrim teorileri eşlik etti. Daha sonra bu teori, burjuvazi içindeki ayrışmayı temel alan anti-faşist ve anti-tekel “devrim” teorileriyle çeşitlendirildi. Devrimin en temel sorunu olan iktidar sorunu, sınıfsal temelden kopartılarak, karşıt sınıfların bazı katmanlarını içeren ittifak politikaları oluşturuldu. İşçi sınıfı ve sömürge halkları sınıf uzlaşmasına dayalı bu teorik keşmekeş ve buna dayalı ittifak anlayışlarının bedelini ağır yenilgilerle ödedi.
Aşamalı devrim teorileri, farklı biçimlerde de olsa sosyalist harekette bugün de, egemen konumdadır. Devrimin niteliği sorununun, sınıfın siyasal hareketinin ideolojik ve örgütsel bağımsızlığının en temel sorunu olduğundan hareketle, bu sorunu tarihsel bir perspektif içinde ele almanın zorunlu olduğunu düşünüyoruz.
Marks ve Engels 1848 – 1849 Alman burjuva devrimi deneyiminden hareketle, yaklaşmakta olan devrimde proletaryanın, burjuvazi ve küçük burjuvazinin bir yedeği konumundan çıkarak gerçek devrimci rolünü oynayabilmesi için kendi bağımsız örgütlenmesini gerçekleştirmesi gerektiğini, “ … az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğini, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin elinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek devrimi sürekli kılma”nın (1) proletaryanın görevi olduğunu belirterek, yaklaşan devrimde proletaryanın sloganının “sürekli devrim” olması gerektiğini ortaya koymuşlardı.
Gerek Marks ve Engels’in, gerek Lenin’in yaklaşımında “sürekli devrim teorisi” hem herhangi bir ülkedeki devrimin sürekliliğini, hem de bu devrimin başka ülkedeki devrimlerle birlikte dünya devrimine büyümesini içermektedir. Başka bir deyişle, sürekli devrim sloganı sadece bir ülke proletaryasının değil, dünya proletaryasının sloganıdır.
Devrimin kendi içindeki sürekliliği, yalnızca geri bir ülkede sosyalizm yolunun açılması zorunluluğundan kaynaklanmıyor; bundan da önemlisi kapitalizmden komünizme yürüyüşte, tarihsel sürecin bir zorunluluğu olarak ortaya çıkıyor.
Burjuva devrimleri açısından, devrimde süreklilik zorunluluğu yoktur. Tam tersine proletaryanın “kendisi için bir sınıf” durumuna yükseldiği ve sınıf mücadelesinin esas olarak burjuvazi ile feodal sınıf arasında bir mücadele olmaktan çıkarak, proletarya ile burjuvazi arasında mücadeleye dönüştüğü koşullarda, burjuva devrimlerin gericileşmesi sınıf savaşımının bir zorunluluğudur.
Bu koşullarda tek tek burjuva devrimlerin gerici bir karakter kazanması da, tek tek ülkelerdeki işçi sınıfının devrimci bir konuma yükselmesine bağlı değildir. Bunun için işçi sınıfının konumunda dünya çapında bir sıçramanın ortaya çıkması yeterlidir. Örneğin1848 Fransız devrimi, burjuva devrimleri tarihinde böyle bir dönüşümün (gericileşmenin) dönüm noktasıdır. Bu devrimle birlikte tarihsel olarak burjuva demokratik devrimler dönemi kapanmıştır. Bundan sonraki bütün burjuva devrimleri, devrimde işçi sınıfının kendi bağımsız rolünü üstlendiği oranda, artan ölçüde uzlaşmacı ve “gerici” doğmuşlardır. Dünya çapında sınıf mücadelesinde burjuva – feodal karşıtlık, yerini esas olarak proleter – burjuva karşıtlığına bırakmıştır ve burjuvazi silahını ölmekte olan sınıftan – feodal sınıf – doğmakta olan sınıfa – işçi sınıfı – çevirmiştir.
Kapitalizmin, emperyalizmin tam ve doğru bir çözümlemesine dayanan, Lenin’in kesintisiz devrim tezi “İki Taktik” te konulduğu biçimiyle, genel olarak kapitalizmden sosyalizme geçişin bir teorisi değil, Rusya’nın o günkü koşullarının değerlendirilmesine dayanan bir çözümlemedir ve ancak bu çerçevede, kapitalist ilişkilerin varlığına rağmen feodal sınıfın iktidarda olduğu ülkelerle sınırlı bir geçiş teorisi olma özelliğine sahiptir. Lenin’in şu sözleri bu saptama için yeterince açıklayıcıdır. “Avrupa’da sosyal demokrat çalışmanın gerçek siyasal içeriği, devletle tüm egemenliği elinde tutan burjuvaziye karşı proletaryayı iktidar savaşına hazırlamaktır. Rusya’da ise sorun sadece modern bir burjuva devleti yaratmaktır. Bu devlet ( çarlığın demokrasi üzerinde zafer elde etmesi durumunda bir junker monarşisine, (1905 devrimindeki gibi – ya da demokrasinin çarlık üzerinde zafer kazanması durumunda ) köylü demokratik cumhuriyete benzeyecektir. Bugünkü Rusya’da demokrasinin zafer kazanması, ancak köylü yığınlarının, hain liberallerin değil ama devrimci proletaryanın önderliği altında gitmesiyle mümkündür. Tarih henüz bu soru hakkında kararını vermiş değil, Rusya’da henüz burjuva devrimleri tamamlanmamıştır.” (2)
Lenin’in “Demokratik devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği” kitabında ayrıntılı olarak geliştirdiği kesintisiz devrim tezinin ana dayanak noktalarını şöyle sıralamak mümkündür;
1- Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte sosyalizmin maddi koşulları tüm dünya ölçüsünde olgunlaşmış, böylece proleter devrimleri tarihin gündemine girmiştir.
2- Kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve bununla açıklanan çeşitli ülkelerde yoğunlaşması ve keskinleşmesine bağlı olarak devrim başlangıçta bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşabilir.
3- Ekonomide ve devlette tekelci egemenliğe denk düşen sistemin ana politik eğilimi siyasi gericiliktir. Burjuvazinin, emperyalizm çağında, burjuva demokrasisine bağlı kalması olanaksızdır. Feodal gericiliğin iktidarda olduğu ülkelerde burjuvazi, proleter devrimden korkusuyla feodalizmle tam ve kesin hesaplaşma yeteneğini yitirmiştir. Feodalizme karşı savaşımda sonuna kadar gitmeye kararlı tek güç proletaryadır.
4- Bu ülkelerde varlığını koruyan feodal ilişkiler sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesinin önündeki başlıca engeldir. Ama bu feodal ilişkilerle kapitalist ilişkilerin iç içe, yan yana bulunması geçici bir olgudur, feodal sömürünün yerini kapitalist sömürünün alması kaçınılmazdır. Bu, iki biçimde gerçekleşebilir: a) Reform yolu ile – feodal toprak sahibinin kapitalist toprak sahibi haline gelmesi, b) Devrim yolu ile – feodal ilişkilerin tam ve kesin tasfiyesi.
5- Bu ülkelerde “devrim toplumsal ve ekonomik doğası bakımından bir burjuva devrimdir”. Devrimin ilk ağızdan hedefi feodal gericiliğin (çarlık, krallık, monarşi vb.) devrilmesidir. Toprağı feodallerin elinden alıp köylüye verecek olan bu devrim, aynı zamanda bir köylü devrimidir.
6- Proletaryanın amacı sosyalizmi kurmaktır. Siyasi iktidarın feodal sınıfın elinde olduğu bir ülkede proletarya bu amacına varmak için feodal ilişkilerin temizlenmesi işini üstlenmek zorundadır. Bu görev proletarya için geçici süreli ama zorunlu bir görevdir. Bu devrimi zaferle sonuçlandırmadan (işçi-köylü devrimci demokratik diktatörlüğünü kurmadan) proletarya sosyalizm amacını gerçekleştiremez.
7- Bu devrimde proletaryanın ana bağlaşığı köylülüktür. Köylülük bu devrimden aynı zamanda en çok çıkarı olan sınıftır. Proletaryayla köylülüğün bağlaşıklığı devrimin kesin zaferinin, proletaryanın hegemonyası ise devrimin kesintisiz gelişiminin olmazsa olmaz koşuludur.
Lenin’in kesintisiz devrim formülasyonunda ana noktalardan biri, devrimin ilk ağızdaki hedefinin feodal iktidarı devirmek, diğeri ise devrimin kesintisizliği için proletaryanın köylülük üzerindeki hegemonyasını gerçekleştirmek zorunluluğudur.
Bu belirlemelerden sonra şimdi de Rusya’da devrimin gelişimini ele alalım:
Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) programı Avrupa’daki diğer partilerin programından farklı olarak minimum ve maksimum program hedeflerini içeriyordu. Rusya’da çarlığın yıkılarak yerine işçi sınıfıyla köylülüğün ittifakına dayalı, toprağı köylüye verecek, ulusal sorunu UKKTH çerçevesinde çözecek demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını öngören minimum programda işçi sınıfıyla ilgili önlemler sekiz saatlik işgünü ve siyasal özgürlüklerin tanınmasıydı. Devrimin kesintisiz bir biçimde gelişerek proletarya diktatörlüğünün kurulması maksimum programı oluşturuyordu. Nihai amaç ise komünizmdi. Bu program ilk sınavını 1905 devriminde verdi ve devrim zafere ulaşmasa da, program devrimden doğrulanarak çıktı. İkinci sınavını 1917 Şubatında verdi. 1917 Şubat devrimi RSDİP’nin programını hem doğruladı hem de aştı. İşçi köylü ittifakı “İşçi, Köylü Asker Sovyetleri” nezdinde kuruldu; bu ittifak Çarlığı yıktı ama sonuç Lenin’in öngördüğü gibi işçi sınıfı ile köylülüğün iktidarıyla (işçi köylü demokratik diktatörlüğü) sonuçlanmadı. Sosyal-devrimciler (SD) ve Menşeviklerin desteğiyle burjuvazi iktidara yerleşti. Meşhur iktidar ikiliği oluştu. Lenin bu sürecin özgün karakterini Nisan Tezleri‘nde ele aldı. Nisan Tezlerine değinmeden önce Şubat devrimi öncesi Rusya ’yanın sosyo-ekonomik durumuna ve sınıf ilişkilerine kısaca değinmemiz gerekiyor.
1917 Şubat burjuva demokratik devrimi öncesi Rusya’nın somut durumu neydi? Rusya’da kapitalizm orta derecede gelişmiş olmasına karşın devlet iktidarı, feodal soyluluğu temsil eden çarlığın elindeydi. Rusya’da var olan sınıflar (burjuvazi, proletarya, köylülük vb.) tarafından yürütülen mücadele, bu sınıfların her birinin birbirinden farklı olan amaçlarına karşın çarlığın devrilmesine yönelikti. Bunun anlamı Lenin’in usanmadan tekrarladığı gibi “Rusya’da devrimin ekonomik ve toplumsal doğası bakımından bir burjuva devrim” (3) olmasıdır.
Özünde bir burjuva devrimi olan bu devrim karşısında Rusya proletaryasının önünde iki yol vardı; ya, özünde bir burjuva devrimi olan çarlığın devrilmesi savaşımına, kendisini gelecekteki “sosyalist devrime hazırlama” gerekçesi ile “aşırı muhalefet partisi” olarak konum almak, böylece gelecekteki sınıf savaşımı uğruna bugünkü sınıf savaşımının dışında kalmak, ya da demokratik köylülüğün önüne geçerek çarlığı yıkmak, devrimin kesintisiz gelişimini güvence altına alarak sosyalizm hedefine ulaşmak. Lenin’e göre Çarlığa karşı mücadele eden diğer sınıflardan farklı olarak, proletaryanın amacı sosyalizmdir. Ancak proletarya bu amacına sınıf savaşımından yan çizerek, kenarda mutlu günün gelmesini bekleyerek değil, onun bizzat içinde ve önünde yer alarak, bu savaşımı bizzat örgütleyerek ulaşabilirdi.
Lenin’in “Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği” broşürünün özünü oluşturan bu “iki taktik” Rus devriminde Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki ayrılığın gerçek temelidir.
Rusya’nın o günkü objektif ve subjektif koşullarının “işçi sınıfının hemen ve tam kurtuluşunu olanaksız kıldığı” (4) somut durumdan hareketle, Lenin sosyalizm amacına varabilmek için, proletaryanın gelişmekte olan burjuva devrimine katılmakla kalmayıp, bu savaşımı “kesin devrimci amaca” (5) (işçi –köylü devrimci demokratik diktatörlüğü) bağlayarak, çarlığa karşı savaşımda kesin zaferden çıkarı olan köylülük üzerinde hegemonyasını kurmak zorunda olduğunu, feodal gericiliğin iktidarda olduğu bir ülkede sosyalizmi başka bir yoldan gerçekleştirmenin olanaksızlığını belirtmiştir.
Çarlığa karşı savaşımda yer alan güçlerin sınıfsal konumlarını ve amaçlarını göz önünde tutarak Lenin, “Rusya’nın ekonomik ve politik düzeninin burjuva demokratik doğrultuda oluşup dönüşme”sinin kaçınılmaz olduğunu ve bu dönüşümün iki farklı biçimde sonuçlanabileceğini belirtmiştir: “a) ya her şey çarlığa karşı devrimin kesin zaferiyle sonuçlanacaktır, b) ya da kesin zaferi sağlayacak olan güçler yeterli olmayacak ve her şey burjuvazinin en tutarsız, en bencil öğelerinin çarlıkla uzlaşmasıyla sonuçlanacaktır.” (6)
Lenin’in geliştirdiği ve Rusya koşullarına uyguladığı kesintisiz devrim tezinin özü, özünde birbirinden farklı olan iki savaşımın – çarlığa karşı burjuva demokratik devrim savaşımı ile burjuvaziye karşı sosyalizm savaşımı – tek bir devrimci süreç olarak birleştirilmesidir. Bu devrimci süreçte, çarlığa karşı işçi-köylü devrimci demokratik diktatörlüğü amacıyla yürütülen savaşım proletarya açısından, onun sosyalizm amaçlı savaşımına bağımlı “belirli süreli ve geçici bir görev”dir. (7)
Daha önce de belirttiğimiz gibi proletaryanın hegemonyası bu iki süreci tek bir devrimci süreç olarak birbirine bağlayan maddi bağdır.
Lenin, Bolşeviklerin taktiğinde burjuva demokratik ve sosyalist devrim olarak yer almış olan bu formülasyonun içeriğini ve birbiriyle olan ilişkisini şöyle açıklamıştır: “İşçiler ile ilgili bölümde toplumsal reformlarını aşmak hakkına sahip değiliz, köylüler bölümünde ise, toplumsal devrimci taleplerde durmamız gerekiyor. Başka bir deyişle, işçilerle ilgili bölümde kesinlikle minimum bir programla sınırlanmış durumdayız, köylüler bölümünde ise maksimum bir program getirebiliriz ve getirmeliyiz. Açıklayalım : her iki bölümde de ileri sürdüğümüz şeyler bizim ivedi taleplerimizdir, bizim nihai amaçlarımız değil. Bu nedenle her ikisinde de günümüz ( burjuva) toplumu temelinde kalmak zorundayız… İşçilerle ilgili olan bölümde, kendimizi yürürlükte olan burjuva düzeninde yapılacak kısmi iyileştirmelerle sınırlamak zorundayız. Köylüler bölümünde ise serflik düzeninin tüm kalıntılarını temizlemek için çabalamak zorundayız… Burjuvazinin iktidarını deviren toplumsal devrim bizim nihai amacımızı başaran proleter devrimi olduğu içindir ki, işçilerle ilgili bölümde yer alan ivedi taleplerimiz arasında toplumsal devrim taleplerini koyamayız. Köylülük bölümünde ise toplumsal devrimci talepleri koyuyoruz. Çünkü serf sahibi toprak sahiplerinin egemenliğini yıkan toplumsal devrim (…) yürürlükte olan burjuva düzeninde olanak dahilindedir.” (8) Bu yaklaşım, yazının sonunda eklediğimiz Lenin’in RSDİP’nin 2. Kongresine sunduğu program taslağında net bir biçimde görülmektedir. (Bak ek:-1 Lenin’in kongreye sunduğu program taslağı)
Rusya’daki somut durum, işçi sınıfının önüne -üzerine yorum gerektirmeyecek kadar açık- çözülmesi zorunlu farklı iki görevi koyuyor: Çarlığın yıkılması ve “demokratik bir cumhuriyetin” kurulması (minimum program) ; burjuva düzeninin yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması (maksimum program).
1917 Şubat devrimine kadar Bolşeviklerin eylemine yön veren ana taktik, minimum programla ortaya konan çarlığın yıkılması, işçi-köylü devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulmasıdır.
1917 Şubat Devrimi ve Bolşeviklerin Stratejisinin Değişmesi
1917 Şubat-Mart devrimleriyle birlikte çarlık yıkıldı, ama somut durum Bolşeviklerin öngördüğü biçimde gerçekleşmedi. Burjuvazinin iktidarının yanında ve onunla yan yana var olan işçi sınıfının ve köylülüğün fiili iktidarından oluşan bir iktidar ikiliği ortaya çıktı. İktidar ikiliği çok kısa bir süre devam etti. İşçiler ve köylüler kendi elleriyle iktidarı burjuvaziye teslim ettiler. Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte devrimin burjuva demokratik anlamda kendi azami sınırlarına ulaşma olasılığı ortadan kalktı ve devrimin çözeceği öngörülen görevleri çözülmeden kaldı.*
Lenin 1917 Şubat devriminde ortaya çıkan bu yeni durumdan hareketle, yeni durumda partinin ana şiarının sosyalist devrim olması gerektiğini ortaya koydu.
Rusya’nın koşullarındaki hangi değişim böyle bir strateji değişikliğine yol açmıştı ?
Şubat devrimi kendi görevlerinin hiçbirini çözememiştir ( toprak sorunu, ulusal sorun, sekiz saatlik işgünü vb. olduğu gibi kaldı). İşçi sınıfı ve yığınların durumunda hiçbir iyileşme sağlanamadığı gibi, devrimden sonra açlık, Rusya’nın bir numaralı sorunu haline geldi. Devrimle birlikte yığınların bilinç düzeyinde bir değişiklik olmasına rağmen, bu değişim bilinçte bir sıçrama noktasına varamadı. Bunun en açık kanıtı fiili iktidarı elinde tutan Sovyetlerin büyük çoğunluğunun (Menşevikler ve SD’lerin etkisi altındaki işçi, köylü ve askerlerin – Sovyetlerin çoğunluğunun) kendi isteğiyle burjuva hükümeti desteklemeye devam etmesidir. “Rusya’da proletaryanın siyasal yetersizliği, yetersiz bilinç ve örgütlenme derecesi, madalyonun öteki yüzü işte budur.” (9)
Ne var ki tüm bu gerçekleşmeyenlere karşın Rusya’nın toplumsal yapısında köklü bir değişim gerçekleşmiş, iktidar feodallerin elinden burjuvazinin eline geçmişti. Lenin’in yeni stratejisini dayandırdığı ana nokta işte budur.
Lenin bu yeni durumu kavrayamayan, eski tezde ısrar eden Bolşeviklere karşı şu temel argümanları ileri sürerek kendi tezini savundu. Önce Rusya’nın eski ve yeni durumu arasında bir karşılaştırma yaparak değişenin ne olduğunu ortaya koydu.
Lenin, 1917 Devrimi öncesi ve sonrası somut durumu ele alarak bu yeni taktiği şöyle açıkladı: “O tarihlerde (1917 Şubat devrimine kadar olan süre kastediliyor) burjuva devriminin öngününde ya da tamamlanmamış bir burjuva devriminin akışı içinde bulunuyorduk ve görev her şeyden önce bu devrimi krallığın yıkılmasına kadar götürmekti. Şimdi krallık yıkılmış bulunuyor. Rusya’nın, başında Kadetler, Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler bulunan bir demokratik cumhuriyet haline gelişi ölçüsünde burjuva devrimi tamamlanmıştır…. Yalnız proletarya ve köylüler krallığı devirebilirler, o çağda bizim sınıf siyasetimizin belirleyici ilkesi bu olmuştur. Ve bu ilke doğru idi. 1917 Şubat ve Mart ayları bu ilkeyi bir kez daha doğrulamaktan başka bir şey yapmadı. Yalnız proletarya en yoksul köylüleri (…) yöneterek savaşı demokratik bir barışla sona erdirebilir (…) ve sosyalizme doğru mutlak olarak zorunlu olan, acil bir hale gelen adımları atabilir. Şimdi sınıf siyasetimizin belirleyici ilkesi budur.” (10)
Lenin’in bu tezine karşı çıkanların dayandıkları ana nokta; 1917 Şubat devriminin öngörüldüğü gibi (“Proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”) biçiminde gerçekleşmediği, bu devrimin önüne koyduğu hiçbir sorunu çözemediği, dolayısıyla henüz “burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı” tezidir. Bu tez dün ve bugünde demokratik devrimi savunanların dayandıkları en temel argüman olmaya devam ediyor.
Bu noktada sözü Lenin’e bırakalım:
“Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur. Bu sorun aydınlatılmadıkça devrimde kendi rolünü bilinçli bir biçimde oynamak ve hele devrimi yönetmek söz konusu edilemez.
Devrimimizin, bir iktidar ikiliğine yol açmış olmak gibi büyük bir özgünlüğü var. Önemi her şeyden önce kavranması gereken bir olgu bu: onu anlamadan ileri gitmek olanaksız. Eski “formül”leri, örneğin bolşevizmin eski formüllerini tamamlayıp düzeltmesini bilmek gerek, çünkü bu formüller genellikle doğru çıkmakla birlikte, somut uygulamaları farklı oldu. Bir iktidar ikiliğini eskiden ne kimse düşünür, ne de düşünebilirdi.” (11)
“Bugünkü Rusya’ya özgü olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletarya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.” (12)
“Şubat – Mart 1917 devriminden önce devlet iktidarı, Rusya’da eski bir sınıfa, başında Nikola Romanov’un bulunduğu feodal toprak soylularına aitti.
Bu devrimden sonra, iktidar başka bir sınıfa, yeni bir sınıfa, burjuvaziye ait bulunuyor.
İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, sözcüğün salt bilimsel anlamında olduğu kadar, politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin birinci, başlıca ve esas belirtisidir.
Burjuva devrimi, ya da burjuva demokratik devrim, Rusya’da, bu bakımdan tamamlanmıştır.
Şimdi, burada, kendilerine ‘eski bolşevikler’ demekten hoşlanan karşı-görüşlülerden yükselen itirazları duyuyoruz: her zaman burjuva demokratik devrimin ancak “proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı” son bulabileceğini söylemedik mı? Bu, tam tersine, henüz başlamış bir olay değil mıdır?
Yanıt veriyorum: Bolşeviklerin fikirleri ve sloganları, bütünü içinde, tarih tarafından doğrulanmışlardır; ama somut gerçek olaylar, bizim önceden görebildiğimizden başka şekilde oldu: daha özgün, daha çeşitli biçimde geçti.
Bunu bilmemek ya da unutmak, yeni ve canlı gerçeğin özgünlüğünü incelemek yerine, ezberlenmiş bir formülü ahmakça yineleyerek, partimizin tarihinde bir kere daha tatsız can sıkıcı rol oynayan bu “eski Bolşevikler” gibi davranmak olurdu.
“Proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı”, Rus devriminde daha önceden gerçekleşmiş* (*belli bir biçimde ve belli bir noktaya kadar) bulunuyor, çünkü bu formül sadece sınıflar arasındaki ilişkiyi öngörüyordu, bu ilişkiyi, bu işbirliğini gerçekleştiren somut siyasal bir kurumu değil. Hayatın gerçekleştirdiği “işçi ve asker vekilleri Sovyetleri”, işte, “proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı”
Her kim ki, bugün “Proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nden başka söz etmez, hayatın gerisinde kalır ve bu yüzden de, pratik olarak, proletarya sınıfının mücadelesine karşı küçük-burjuvaziye geçer ve “bolşevik” devrim-öncesi meraklı şeyler arşivine, (“eski Bolşevikler” arşivlerine de denilebilirdi) kaldırılması gerekir.” (13)
Lenin, Kamanev’in, “Lenin yoldaşın genel şemasına gelince, bu şema, şu burjuva demokratik devrimin tamamlanmış olduğu tezinden hareket etmesi bakımından ve bu devrimin derhal sosyalist devrime dönüşmesine dayanması yüzünden bize kabul edilmez bir şema olarak görünüyor” biçimindeki, bugün de karşımıza çıkan o çok meşhur “demokratik devrim tamamlanmamıştır” itirazını ise söyle yanıtlar.
“Burada iki büyük yanlış var. Birincisi, burjuva demokratik devrimin tamamlanmış ya da tamamlanmamış olduğunu anlama sorunu yanlış konulmuştur. Sorun şeylerin yalnız bir yanını dikkate alan, nesnel gerçeğe uygun düşmeyen soyut ve yalın bir biçimde konmuştur. Kim ki sorunu böyle koyar, kim ki bugün “burjuva demokratik devrim tamamlanmış mıdır?” diye sorar, en azından, son derece karışık ve hiç olmazsa iki yön içeren bir gerçeği anlamak olanağından kendini yoksun kılar; teoride bu böyle. Pratikte ise acınacak bir şekilde küçük burjuva devrimciliğine teslim olur.” (14)
TKP ve Aşamalı Devrim
Lenin’in söyledikleri bunlardır. Ama Lenin’in sorunu bu kadar net ortaya koymasına rağmen “burjuva demokratik devrim tamamlanmamıştır” tezi, Ekim devrimi sonrasında burjuvazinin iktidarda olduğu, ancak feodal kalıntıların belli ölçüde varlığını koruduğu (bu kalıntıların kesin biçimde ortadan kaldırılmaması 1848 devrimleri sonrası burjuva yönelimin genel kuralıdır) birçok kapitalist ülkede sosyalist devrimden kaçışın ve aşamalı devrim teorisine yönelmenin temel argümanı olmuştur. Bu argümana en çok sarılanlardan biri de Türkiye Komünist Partisidir. 1920’lerde TKP tarafından burjuva hükümeti desteklemenin incir yaprağı görevini gören bu tez, 1960’lı yıllardan sonra neredeyse Türkiye devrimci hareketinin tümü tarafından benimsenmiştir.
Lenin, İktidar sorununu her devrimin temel sorunu olarak nitelendirmiş ve bu konuda netleşmeden proletaryanın devrimde kendi devrimci rolünü oynayamayacağının altını çizmiştir. Ama ne yazık ki Türkiye komünist ve devrimci hareketi bu konuda bir netleşmeyi bugün bile sağlayamamıştır.
Nedeni, tıpkı Şubat 1917’de olup biteni kavrayamayarak “eski bolşevik tezi” tekrarlayan “Bolşevikler” gibi, 1920’de, Türkiye’de olup bitenin Türkiye komünistleri tarafından kavranılmamasında yatmaktadır.
Bu noktada 1917 Şubat devrimiyle 1920 Türk burjuva devrimi arasında bir karşılaştırma yapmak konuya daha da bir açıklık getirecektir. Karşılaştırmanın gerçekçi olabilmesi için her iki ülkenin o günkü somut durumlarının ele alınması zorunludur.
Ama önce 1905 ve 1908 devrimlerinden başlamak gerekiyor. Rusya ve Osmanlı’da iktidarda feodal sınıfın elinde olmasına karşın hem kapitalizmin gelişme düzeyi, hem de sınıf mücadelesinin niteliği ve mücadele deneyimi açısından oldukça farlılık gösteriyordu. Rusya, hem kapitalist gelişme açısından Osmanlıyla kıyaslanamazdı, hem de işçi hareketi nicelik ve nitelik olarak kıyas kabul etmeyecek bir düzeydeydi. Ayrıca Rusya’da 1900’ların başında hızlı bir gelişme ve siyasallaşma dönemine giren işçi hareketinin arkasında ayaklanmacı bir köylü hareketi vardı. Siyasal açıdan ise hem köylü (Narodnik hareket) ve hem de işçi hareketi (Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi) kendi bağımsız devrimci örgütlenmeleriyle sınıf mücadelesinde etkili bir konumdaydı. Rusya’da işçi sınıfı ve köylülüğün bu örgütlülüğü 1905 devriminin niteliğini ve gelişimini belirledi. Devrim zafere ulaşamasa da, işçi köylü ve asker Sovyetlerini yaratarak Rusya tarihinde yeni bir dönemi başlattı. Grevden genel greve, sokak gösterilerinden barikata çeşitli mücadele yöntemlerine baş vurdu ve mücadeleyi sınıf mücadelesinin en üst biçimi olan silahlı ayaklanmayla en tepe noktaya taşıdı.
1908 Jön Türk devrimi, 1905 devrimini geriden izledi. Devrimde ne köylülük, ne de işçi sınıfı örgütlüydü; ayaklanan da, silaha sarılan da devrimin öncüsü de burjuvazi idi ve kitleler onun sadık izleyicileriydi. Ama bütün bu farklılıklara rağmen her iki devrim de feodal sınıfla burjuvazinin uzlaşmasıy ile Meşruti Monarşiyle sonuçlandı. Benzerlik sadece bu kadarla kalmadı, her iki ülkede de devrim bir özgürlük ortamının doğmasına, sınıfların siyaset arenasında boy göstermesine yol açtı.
Hürriyet, Müsavat ve Uhuvvet ( Özgürlük, Eşitlik ve Adalet) sloganıyla büyüyen ve yayılan devrim Osmanlı toplumsal ve siyasal yaşamında o güne kadar görülmeyen bir hareketlilik getirdi. Abdülhamit’in sürgüne gönderdiği bütün muhalifler ( Türk, Kürt, Ermeni, Grek, Yahudi, Bulgar, Arap, Arnavut vb.) İstanbul’a geri döndü. İstanbul hummalı bir siyasal faaliyetin merkezi haline geldi. 1908 – 1913 tarihleri arasında Osmanlı imparatorluğunda birbiri ardı sıra ulusal ve sınıfsal temelde parti ve dernekler kuruldu.
1908’le esmeye başlayan özgürlük rüzgarı çok kısa sürdü.1908 Ağustos – Eylül arasında, daha çok İttihat ve Terakki iktidarını destekler mahiyetteki grevler olmasına rağmen grevler 25 Eylül 1908’de çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanun-u Muvakkati yasasıyla engellendi. Özel işletmeler de içinde, kamu niteliği taşıyan işyerlerinde grev ve sendikayı, gösteri, basın ve dernek kurma özgürlüğünü, yasaklayan yasa, 27 Temmuz 1909’da parlamentodan geçirilerek kalıcılaştırıldı.
1908 devriminin yarattığı iklim, ilk darbeyi 31 Mart Ayaklanması’yla aldı. İttihat Terakki iktidarına yönelik padişah darbesi bir hafta gibi kısa bir sürede bastırılsa da, bu yeni bir gerici dalganın başlangıcı oldu.
Ayaklanmanın bastırılmasının ardından Abdülhamit tahttan indirildi. Kanun-i Esasi’de yapılan değişiklikle padişahın yetkileri sembolikleştirildi. Burjuva iktidar bir adım daha güçlendi. Özgürlük ortamı bir anda tersine döndü. Sendikaların ve sınıf örgütlerinin yasaklanmasından sonra ırk ve ulus temelinde dernek kurmak da yasaklandı. “Gayri Müslim”lere zorunlu askerlik hizmeti uygulamaya sokuldu. “Azınlık” okulları denetim altına alındı. Bunlar ve benzeri önlemler özgürlük vaadinin de sonu oldu. Abdülhamit terörü, İttihat Terakki terörüyle yer değiştirdi.
1908 Devrimi, 1848 ve 1905 devrimlerinden farklı bir çizgi izlemedi; tersine onların yolundan yürüdü. Burjuvazi zaferini feodallerle bölüştü. İşçi sınıfı karşısında eski ve yeni egemen sınıflar uzlaştı ve devrim gerici doğdu. Sınıfsal uzlaşma Rusya’da 1908 Stolipin anayasasıyla sonuçlandı. Rusya yeniden koyu bir gericiliğin içine girdi. Osmanlıda da 1908 anayasası ile başlayan ve özgürlüğe susamış ezilen, sömürülen sınıf ve katmanları özgürlük, eşitlik, kardeşlik umuduyla burjuvazinin peşinden sürükleyen süreç benzer bir biçimde sonuçlandı. Bu iki devrim de 1848 devrimleriyle başlayan ve burjuvazinin işçi sınıfına karşı feodal sınıfla el ele vererek devrimci barutunu yitirerek, gericileştiği yolundaki Marksist tezi bir kez daha doğruladı.
Yeniden 1917 Rusya’sı ve 1920 Türkiye’sine dönersek, yukarda yazılanları tekrar etmeden eklenecek olan; Türkiye (Osmanlı) yarı sömürge bir ülke idi ve kapitalizm henüz yeni yeni gelişmeye başlamıştı. Sanayi burjuvazisi hemen hemen yok gibiydi; buna karşın görece gelişmiş bir ticaret burjuvazisi vardı. İşçi sınıfı hem nicel olarak, hem de nitel olarak henüz gelişmemişti. Ayrıca burjuvaziye karşı sendikal anlamda bile bir mücadele deneyimine sahip değildi. İşçi sınıfının siyasi örgütlenmesi de henüz başlangıç aşamasında ve oldukça dağınıktı. Burjuvazi açısından ise durum çok daha farklıdır. Henüz kapitalist gelişmenin başlangıç döneminde olmasına karşın, bununla kıyaslanamayacak ölçüde güçlü, örgütlü ve deneyimli bir burjuva hareket söz konusudur. 1920’lere doğru Müdafa-i Hukuk hareketi olarak yeniden örgütlenen burjuva hareketin geçmişinde, 1908 gibi bir burjuva devrimci deneyim, İttihat ve Terakki gibi radikal bir örgütlenme ve feodalizme, işçi sınıfına ve ulusal mücadelelere karşı örgütlü bir savaşım geleneği vardır.
Rusya’da burjuva devrimin gerçekleştiği dönemde Türkiye’deki somut durum şöyleydi:
Türkiye I. Paylaşım Savaşı’ndan emperyalist Almanya ile birlikte yenik çıkmış, Mondros mütarekesi ile imparatorluğa ait toprakların büyük bir kısmını kaybetmişti; geri kalan topraklar (Misak-ı Milli) üzerinde de emperyalist paylaşım sürmekteydi. Feodal iktidar ise emperyalizme tümüyle teslim olmuş durumdaydı. Misak-ı Milli sınırları içinde birden çok mücadele aynı anda yaşanıyordu. Feodaller her bakımdan kaybettikleri belli olan iktidarlarını biraz daha sürdürebilmenin, burjuvazi feodal sınıfın iktidarına son verip kendi iktidarını kurmanın peşindeydi. Nesnel olarak bu iki sınıfın karşısında yer alan işçi sınıfı, köylülükle birlikte tıpkı Rusya’daki gibi “toplumsal ve ekonomik doğası bakımından burjuva” olan “milli demokratik devrim” için mücadele etmek durumundaydı. Emperyalist işgale karşı mücadele ise çıkarları ve hedefleri birbirine karşı olan burjuvazi ile işçi sınıfı ve halkın ortak mücadele alanını oluşturuyordu. Bu aynı dönemde Misak-ı Milli sınırları içinde sürmekte olan başka bir mücadele de Ermeni, Pontus ve Kürt ulusal mücadeleleridir. Bu mücadeleler karşısında, biri yıkılmakta olan ve yeni egemen sınıfın eteklerine yapışan iki egemen sınıf (padişahlık ve burjuvazi) tam bir dayanışma içinde hareket ediyordu. Bu mücadele arenasında feodaller en güçsüz olanlardı, çünkü gerek savaş, gerekse burjuva etkiler yüzünden yönetme gücünü tümüyle kaybederek İstanbul’a sıkışmıştı. En örgütlü ve güçlü olan ise burjuvaziydi; feodallerin kaybettiği devlet gücünün önemli bir kısmını ele geçirmiş durumdaydı. Savaş sonrası emperyalist devletlerin giriştikleri işgal hareketi burjuvaziye iktidar için gereksinim duyduğu bir kitle hareketini de sağladı. İşçi sınıfının devrimci örgütlenme çabaları 1900’lerin başına kadar uzansa da, esas olarak 1908’den sonra başladı. 1910’da İttihat Terakki’nin terörüyle kesintiye uğrayan bu çabalar 1918’den sonra yeniden hızlandı. Özellikle İstanbul (ağırlıklı olarak Grek (Rum), Türk, Ermeni ve Yahudi kökenli işçilerin katıldığı “Beynelmilel İşçi İttihadı” (Bİİ), “Selanik İşçi Federasyonu”, “Türkiye Sosyalist Partisi”, “Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi” (TİÇSP), “Türkiye işçi birliği” ve Ankara çevresinde (Hafi TKP, Yeşil Ordu) vb gibi örgütlü işçi ve halk hareketinin nüveleri oluşmaya başladı. Buna birde önemli bir askeri güce sahip anti-emperyalist nitelikli halk hareketi olarak nitelenebilecek Çerkez Ethem kuvvetlerini (Kuvva-i Seyyare) eklemek gerekiyor. İşçi Hareketinin örgütsüz ve güçsüz durumuna karşın, Ekim devrimin etkisiyle Anadolu’da milliyetçilikle iç içe de olsa komünizm lehine yaygın bir sempati oluşmuştu. Bu da komünist örgütlenme ve müdahale için elverişli bir ortam yaratıyordu.
Bu ortam içinde işçi sınıfı, ancak bağımsız örgütlenmesini yaratarak ve kendi bağımsız politikasını hayata geçirerek, burjuvazinin emekçi yığınları aldatıp da yedeğine alma çabalarını boşa çıkartarak devrimci rolünü oynayabilirdi. Ama somut durum çok farklı gelişti. İşçi sınıfı kendi bağımsız örgütlenmesiyle sınıf savaşımı içinde yer aldığı halde bağımsız bir politik hat izleyememiştir; çabasının ana yönünü köylü hareketini ve ulusal hareketleri etkilemek, onunla ittifak kurmak ve demokratik devrimi** sonuna kadar götürmek doğrultusunda harcayacağı yerde, burjuvaziyle ittifak peşinde koştu. Burjuvazinin yedeği rolünü oynamanın ötesine geçemedi ve öncülüğü, izlediği kuyrukçu politika ile gönüllü olarak burjuvaziye bıraktı.
Farklı sınıfların ve halkların içinde yer aldığı bu mücadelede ilk gelişme 1920’de burjuvazinin iktidara yükselmesiyle gerçekleşti. Burjuvazi Ankara’da topladığı meclisle feodallerle girdiği iktidar mücadelesinin galibi olduğunu ilan etti. Geride iktidarın sağlamlaştırılması kalıyordu. Bunun için ilk hedef Ermeni, Pontus ve Kürt ulusal hareketleriydi. Ermeni sorunu 1987-1916 arasında Ermeni halkına uygulanan soykırım ve tehcirden oluşan “etnik temizlik” operasyonlarıyla büyük ölçüde “halledilmişti”. Geriye kalanı “Misak-ı Milli” içi ve dışı operasyonlarla yeni burjuva iktidar üstlendi. Ermenilerin ardından hedefte özerklik isteyen Kürtler ve bağımsızlık için mücadele eden Pontuslular vardı. Burjuva cumhuriyetin “Merkez Ordusu” adıyla ilk ordu birliği bu iki halkın mücadelesini ezmek, halkların imhası için oluşturuldu. 1920 Haziranında Koçgiri’de Kürtlere karşı başlatılan imha harekâtı, aynı yıl Pontus’a yönelik imha hareketleriyle sürdü. Harekât Kürtlerin ezilmesi ve 1923’de Pontus halkının tehciri ile sonuçlandırıldı.
Aynı dönemde işçi halk hareketine karşı ezme ve imha planları devreye sokuldu. Mustafa Suphi ve TKP merkez komitesinin büyük çoğunluğu Karadeniz’de katledildi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın üyeleri Çerkez Ethem’e yardım ettikleri gerekçesiyle tutuklandı, parti kapatıldı. Son olarak Çerkez Ethem kuvvetleri dağıtıldı.
Sınıfsal konumu ve genel çıkarları gereği birleşmesi gerekenleri (TKP, HİF, Çerkez Ethem Kuvvetleri, Ulusal mücadeleler) birleştirecek devrimci bir merkez olmayınca, burjuvazi bu durumdan yararlandı, karşıt güçleri bir bir dağıtarak iktidarını pekiştirdi. Hem feodallerle burjuvazi –işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki iktidar mücadelesi burjuvazinin lehine kesin olarak çözüldü, hem de, burjuvazinin emperyalist devletlerle anlaşma zeminini güçlendi. Bu zemin üzerinde emperyalist devletler bir bir geri çekilerek, burjuva iktidarla Lozan’da nihai anlaşmayı bağıtladı, 1920’de kurulan burjuva iktidar pekiştirilerek teyit edildi.
Bu kısa belirlemelerden sonra yeniden Lenin’e dönersek: Yukarda Lenin’den yaptığımız alıntıları şu şekilde yazarsak sanırım teşbihte hata yapmadan, meselenin özünü açıklamış oluruz.
“Nisan 1920’den” önce devlet iktidarı, “Türkiye’de” eski bir sınıfa, başında “Vahdettin’in” bulunduğu feodal toprak soylularına aitti.
Bu devrimden sonra, iktidar başka bir sınıfa, yeni bir sınıfa, başında “Mustafa Kemal’in olduğu” burjuvaziye ait bulunuyor.
İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, sözcüğün salt bilimsel anlamında olduğu kadar, politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin birinci, başlıca ve esas belirtisidir.
Burjuva devrimi, ya da burjuva demokratik devrim, “Türkiye’de”, bu bakımdan tamamlanmıştır.”
Bütün bileşenleriyle Türkiye komünist hareketinin bu yeni durumu kavrayamaması, komünist harekette burjuva kuyrukçu bir politikanın izlenmesine ve iktidar perspektifinin kaybolmasına, yol açmıştır.
Türkiye’de komünist hareketin doğuşu, gelişimi, burjuvazi ve işçi sınıfıyla ilişkisi apayrı bir inceleme konusudur ve yapılmalıdır. Biz bu yazının kapsamı içinde 1920-21 arası dönemde, yani burjuvazinin iktidarını kesin bir biçimde ilan ettiği dönemde Türkiye’deki komünist parti ve grupların (TKP –Mustafa Suphi, Hafi TKP-Ankara ve TİÇSP, sonradan İstanbul Komünist Grubu (İKG)- Şefik Hüsnü grubu) programatik hedefleri ve eylemlerinin gerçek içeriğine ilişkin temel bazı noktalara değinmekle yetineceğiz.
Önce şunu belirtmeliyiz ki Osmanlı’da örgütlü komünist faaliyet Ermeni Sosyal Demokrat Partisinin (Hınçakyan-Hınçak) kurulmasıyla başlar. Hınçakyan 1887’de liderliğini Nazarbergyan’ın yaptığı altı öğrenci tarafından Cenevre’de kuruldu. Hınçak (Çan) partinin yayın organıydı ve parti çoğunlukla bu isimle anıldı. Rus sosyal demokrat hareketinin, özellikle Plehanov’un etkisindeki Hınçakyan’ın programı, tıpkı RSDİP’nin programı gibi, minimum (yakın amaç), maksimum (uzak amaç) olmak üzere iki bölümden oluşmuştu. Minimum programda, Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Ermeni halkının “siyasal ve ekonomik kölelik zincirine vurulmuş”, siyasal özgürlüklerden büsbütün yoksun” olduğu vurgulandıktan sonra, “kısa erimli” amaç “geniş tabanlı bir demokrasinin kurulması, siyasal özgürlüğün ve ulusal bağımsızlığın” kazanılması olarak belirtiliyor. Üç parçaya bölünmüş Ermenistan’ın (Osmanlı, Rus ve İran Ermenistan’ı) bağımsız bir büyük Ermenistan olarak birleştirilmesi, bu programın ayrılmaz bir parçasını oluşturuyordu.. Hınçakyan, bunu gerçekleştirmenin yolunu da silahlı mücadele olarak belirlemişti. Hınçakyan programdaki hedeflerine ancak imparatorluktaki bütün halkların kendi sosyal demokrat örgütleriyle katılacağı bir mücadele ile varılabileceğini varsayıyordu. Bir anlamda Hınçakyan’ın savunduğu, farklı ulusları bir arada temsil eden federal bir sosyal demokrat parti ve federatif bir cumhuriyetti. Partinin uzak amaç programı da ikircimsiz, olarak sosyalizmdi ve şöyle formüle edilmişti; “Özel mülkiyet bütün insanlığın türlü biçimlerdeki köleliğine dayanmaktadır. Bugün dünyayı yöneten azınlığın temel ilkesi ve başlıca niteliği budur. Bu acı ve haksız duruma ancak sosyalist örgütlenme, halkın doğrudan iktidarını kurup koruyarak, herkese toplumsal işlerin düzenlenmesine gerçekten katılma olanağını vererek, çare bulunabilir…Bu temel inançlar doğrultusunda Hınçak grubu sosyalisttir. Ülküsü ve uzun erimli amacı Ermeni halkının ve ülkesinin yararına sosyalist örgütlenmeyi gerçekleştirmektir.” (15)
Yukarda ismini saydığımız ve 1923 sonrasında TBKP adı altında birleşerek, TKP adıyla faaliyetine devam eden Komünist parti ve grupların program ve belgelerine baktığımızda kimi muğlaklıklara ve anlaşılması güç kavramlara rağmen açıkça asgari ve azami program ayrımı anlamına gelebilecek bir ayırımdan söz etmek mümkün gözükmüyor. TKP programının 3. maddesinde partinin amacı “Fırka, halkçılığın en yüksek şekli olan amele ve rençper şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda yorulmaksızın çalışmak ve bunun için evvel emirde tebligat ve neşriyatı ile mağdur sınıfların hakimiyetlerini tesis eden bu şekli hükümeti kendilerine sevdirmeyi vazife bilir.” olarak belirtiliyor. (16)
Kendine özgü bir program metni olmayan, programatik yaklaşımı en muğlak ve sosyalizme en uzak olan İKG’nun konuyla ilgili yaklaşımı TİÇSP’nin tüzüğünün1. maddesinde şöyle belirtiliyor. “İlmi sosyalizm esaslarına göre Türkiye işçi ve çiftçilerinin siyasi, iktisadi hukuk ve menfaatlerini siyanet (koruma) ve müdafaa için Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi” unvanı ile bir siyasi parti teşkil edilmiştir” (17) Görüldüğü gibi bu yaklaşım bir sınıf partisini değil, daha çok sosyal içerikli bir derneği ifade ediyor.
Bu konuda en tutarlı programa sahip olanın Hafi TKP olduğu görülüyor. Hafi partinin programında partinin amacı: “2-TKP kapitalizm ve emperyalizm tegallübünden (zorbalığından) bütün mazlum milletlerin ve sınıfların kurtulması için bütün kuvvetiyle mücadele edecektir. 5- Türkiye Bolşevikleri şura hükümetlerinin intihabatında (seçiminde) şimdilik burjuva ve mütegallibe sınıfını hakk-ı intihaptan (seçim hakkından) mahrum eder.” (18) olarak belirtiliyor. Programın devamında net bir biçimde özel mülkiyetin ilga edileceği vurgulanıyor.
Ama ne yazık ki programlarla eylem birbirini desteklemiyor. Engels program ile partinin eylemi arasındaki ilişkiyi şöyle tanımladı: Genelde bir partinin programı, partinin ne yaptığından daha az önemlidir. Ama yeni bir program, her şeyden önce, kamuoyu önünde açılan bir bayraktır ve dış dünya partiyi o programa bakarak değerlendirir.” Lenin bu ilişkide eylemin rolünü daha da öne çıkardı:’’Herhangi bir örgütün niteliğini belirleyen eyleminin içeriğidir” Bu iki alıntıyı dikkate alarak şimdi de sözü edilen parti ve grupların eylemlerine bir bakalım:
Yukarda sözü edilen partiler ve grup, Bolşeviklerin 1917 Şubat devriminden sonra izlediği taktiğin tam tersini izledi. Bolşevikler 1917 Şubat devriminden sonra kurulan burjuva hükümeti – SD ve Menşeviklerin bakan vererek katıldığı, işçi köylü Sovyetlerinin büyük çoğunluğu bu hükümeti desteklediği halde – kesinlikle desteklemeyip burjuva hükümete karşı sosyalist devrim şiarını yükseltirken ve gerici Kornilov ayaklanması sırasında bile bu tavrını kararlılıkla sürdürürken; TKP, emperyalizm ve feodal gericilik ile uzlaşan, kendi devrimini ileri götüremeyeceği, demokratik görevleri çözemeyeceği pratikte açığa çıkan burjuva iktidarı büyük bir şevkle desteklemeye devam etti.
Her üç partinin belgelerinde bu partilerin baştan beri burjuva iktidarı gericilikle savaştığı ve anti emperyalist olduğu gerekçesini ileri sürerek desteklediklerine dair onlarca alıntı bulunabilir. Hatta bu alıntıların karşına, özellikle burjuva devletin komünistlere karşı saldırılarının arttığı dönemlerde burjuva iktidarı yerden yere vuran onlarca tersi alıntı çıkartılabilir. Ancak bu tersi söylemler hep gelip geçici olmuş, bu partilerin burjuva iktidarı destekleme biçimindeki temel yönelimleri değişmemiştir. Alıntılara boğulmaktan kaçınarak, söz konusu partilerin burjuva iktidarı desteklediklerine ilişkin verileri partilerin en yetkili kişilerin ağzından okuyucuyla paylaşmaya çalışacağız.
TKP’nin 10 Eylülde Bakü’de yapılan kuruluş kongresinde kongrenin aldığı kararlarda şöyle denilmektedir: “4- Anadolu’da devam eden milli inkılap hareketinin umum dünya emperyalizmine karşı mücadelesiyle bütün dünya proletarya hareketine yardım ettiğine kaniiz. Bu milli hareketin memleket dahilinde inkişafı, derinleşmesi, sınıf şuurunun meydana gelmesine ve yarınki içtimai inkılaba müsait bir muhit yaratacağı muhakkaktır. 5- Türkiye İştirakiyun Fırkası bir taraftan Türkiye’de emperyalizme karşı olan bu hareketin derinleşmesine yardım etmekle beraber, diğer taraftan zahmetkâr halkın asıl maksadı ve son emeli olan çalışanlar hakimiyetini elde etmek esaslarını hazırlamak için bezl-i mesai (elinden geldiği kadarını yapmak- usanmadan çalışmak) edecektir.” (19)
Mustafa Suphi de TKP’nin faaliyet amacını benzer sözlerle açıklamaktadır. “Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’nın hedef-i mesaisi muzmahil (çökmüş) Osmanlı İmparatorluğu’ndan müdrik (olgun), muktedir (güçlü) ve insaniyetkâr bir sosyalist Türkiye Cumhuriyeti çıkarmaktır. Bunun meydana gelmesi ise batsız halkımızın her türlü zulüm zincirlerini kırarak saltanat ve hakimiyeti kendi koluna almasıdır. İstanbul ile kat-ı alaka (ilişkilerin kesildiği) edildiği bu zamanda ise şu mefkurenin ilk esaslarını atmaya Anadolu kıyamcılarının (M. Kemal hareketi kastediliyor-y) tevessül edecekleri (girişecekleri) ümidindeyim.”… “Bizim bu esaslar etrafında yükselttiğimiz şiarlardan birincisi “müstevlilerin (işgalcilerin) Anadolu ve İstanbul’dan kovulmasıdır. Ve bunun için Türkiye İştirakiyun Teşkilatı Anadolu kıyamını (kalkışmasını) idare eden ordularımıza her suretle yardıma karar vermiştir.”(20)
Aynı destek taahhüdünü Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemale yazdığı mektuplarda da görmekteyiz. (21)
Her iki alıntıda da TKP’nin, Kemalist hareketi desteklemenin ötesine geçerek, sosyalizmin kurulmasına yönelik stratejisini burjuvazinin iktidarı üzerinden tarif ettiği anlaşılıyor.
İKG Lideri Şefik Hüsnü’nü Türkiye’deki siyasi gelişmeleri değerlendirdiği “Türk Milliyetçiliğinde Devrimci Dalganın Geri Çekilmesi” başlıklı yazısında TBMM’inde M. Kemal’e karşı oluşan muhalefeti (“Terakkiperverler, İttihatçılar, İkinci Grup, bağımsızlar vb”) İngiliz sermayesinin uşakları olarak nitelendiriyor. Bunların galip gelmesi halinde “emperyalizme karşı mücadelenin tümüyle terk edilmesi” tehlikesinin ortaya çıkacağını ve feodalizmin tasfiyesinin zorlaşacağını ileri sürerek bu durumda komünistlerin görevinin; “feodalizmin devrimci bir şekilde tasfiyesini desteklemek için yoğun bir kampanya yürütmek ve bunun anti- emperyalist önemini vurgulamak”, “milli (CHP kastediliyor-y) partinin sağ kanadı içinde yer alan eski partilerin (Terakkiperverler, İttihatçılar vb) etkisine karşı şiddetle mücadele etmektir.” (22)
İKG’nin Şefik Hüsnü’den sonraki ikinci lideri olan Sadrettin Celal, Komintern’in 4. Kongresinde yaptığı konuşmada TKP’nin ideallerinden ödün verme pahasına Kemalist hükümeti desteklediğini göğsünü gererek açıklamıştır: “TKP, emekçi kitlelerin emperyalizme karşı mücadelesinde, burjuva milliyetçi hükümeti her zaman desteklemiştir. TKP ortak düşman karşısında programından ve idealinden geçici ödünler vermeye bile razı olmuştur.” (23)
Burjuvazide anti- emperyalist bir damar arayan Şefik Hüsnü “burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği” 1848 devrimlerinden yetmiş küsur yıl sonra hâlâ burjuvazinin feodalizmle devrimci bir tarzda hesaplaşabileceğini varsayabiliyor. Üzerinde yorum yapılamayacak kadar net bir kuyrukçuluk , hatta ondan da öte, burjuvaziyle bir bütünleşme, bir teslimiyet!
Hafi TKP’ye gelince bu parti program konusundaki devrimci konumunu burjuva hareketin desteklenmesi konusunda da belirli ölçüde korudu, En azından diğerlerinden olumlu olarak ayrışmayı sürdürdü. 14 Haziran 1920’de yayınladığı beyannamede İstanbul’daki feodal ve Ankara’daki burjuva iktidara karşı tutumunu şöyle açıkladı: “Türkiye Komünist Partisi vaziyet-i hazırda, …bir tarafta İngiliz siyasetine alet olan Hürriyet ve İtilafçılar, (İstabul hükümeti kastediliyor-y) diğer tarafta halk için onlardan hiç farkı olmayan ve fakat maske ile meydana çıkan eski İttihatçılar (Ankara hükümeti kastediliyor-y) olduğuna kanaat ve bu kanaati resmen ilan ve her iki hükümetle hiçbir alakası olmadığını beyan eder.” (24)
Hafi TKP’nin örgütlenmesinde Türkiye’deki Sovyet konsolosları Şerif Manatov ve Angarsski Upmal’ın önemli roller üstlendiği biliniyor. Bu konsolosların her ikisi de faaliyetleri nedeniyle istenmeyen adam olarak Türkiye’den sınır dışı edildiler. Upmal’ın, Komintern’e verdiği 5 Mart 1921 tarihli raporu Türkiye’de komünist hareketin durumu hakkında çok önemli bilgiler içeriyor. Upmal raporunda; Türk komünistlerinin “henüz savaşta çelikleşmemiş, belirli bir tasasızlık, çocuksu, ve ikircimli” olduğunu belirterek, onların “Anadolu’da gericilik dalgasından sonra mutlaka ve yakın bir zamanda yeniden örgütlenmeyi, saflarını sıklaştırmayı ve her renkten Halkçılar gibi kendisine yakın, ama yine de yabancı devrimci unsurlardan arınmayı başaracaklar ve çalışmalarına devam edeceklerdir.”
“Türk komünist hareketini: temel güç birikimi, örgüt hücrelerini ve Türkiye’de eksik olan ve yığınların henüz yükseltemediği kendi fikirsel öncü kadrosunu teşkilatlandırmayı gerektiren uzun bir süreç bekliyor. Bu öncü kadronun Sovyet Rusya tarafından suni olarak sera ortamında yetiştirilmesi eninde sonunda yeni yenilgilere sebep olarak yalnız zarar verecektir.” dedikten sonra, raporunu şöyle bitiriyor: “Türkiye’nin küçük deneyimi Lenin yoldaşın görüşünü bir kez daha doğruladı. Doğuda komünist hareket daha doğusundan itibaren billur gibi temiz olmalıdır ve o yalnız kanatlarını açmakta olan genç Türk burjuvazisine, yani Mustafa Kemal hükümetine karşı ardıcıl devrimci, dış emperyalizm ve iç feodalizm onun Türkiye’nin tam efendisi olmasını engellediği kadar devrimci tavır alırsa böyle olabilir.” (25) Upmal bu raporunda komünistlerin M. Kemal hükümetine karşı devrimci tavır alınmasını önerirken, Komintern tam tersini, komünistlerin M. Kemal hükümetini daha çok yıllar boyunca desteklemesi gerektiğini vazediyordu.
Özellikle 1924’ten sonra Komintern’in geliştirdiği “burjuvazinin feodal gericiliğe karşı savaşımını destekleme, onun işçi sınıfına ve halka karşı aldığı tedbirlere karşı çıkma” biçiminde özetlenebilecek taktik TKP’yi bu kuyrukçu politikalarda ısrar etmekte yüreklendirdi. Bu ünlü “turnusol kağıdı” taktiğinin ne kadar kulağa hoş gelse de, işçi sınıfının kendi bağımsız mücadelesine son vererek burjuva kuyrukçuluğuna yol açtığı, Menşeviklerden sonra TKP’nin pratiği ile de bir kez daha kanıtlandı.
Burjuvazinin öncülüğü ele geçirmesi ile 1920 burjuva devrimi, Lenin’in emperyalizm döneminde burjuvazinin, işçi sınıfından ölümcül korkusuyla kendi devrimini sonuna kadar götüremeyeceği, bu devrimi sonuna kadar götürecek gücün köylülükle bağlaşıklık halindeki proletarya olduğu tezini bir kez daha doğruladı. Feodal gericilik ve emperyalizmle uzlaşan burjuvazi, eski toplumun birçok kalıntısını (orduyu, feodal kurumları vb.) olduğu gibi korudu. Bu kurumlara dayanarak işçi ve halk hareketini ezdi. Kendi iktidarını sağlamlaştırdığı, güvence altına aldığı ölçüde ve yalnızca bu ölçüde feodalizmin tasfiyesi ve burjuva iktidar için zorunlu oluşumların oluşturulması işine girişti. ( anayasa, yasalar, bunların gereksinim duyduğu kurumlar).
İşçi sınıfının ve köylülüğün devrimci eylemini, girişimini ve enerjisini geliştireceği korkusuyla, dönüşümün (reformlar) tam ve kesin olmayan bir biçimde süreç içinde ve tedrici olarak gelişmesine büyük özen gösterdi. İktidara geldikten ancak üç yıldan fazla bir süre sonra padişahlığı kaldırdığını açıkladı. Feodal toprak mülkiyetini ortadan kaldırmanın, tarımda feodal mülkiyete saldırının özel mülkiyete karşı bir saldırıya dönüşeceği korkusuyla feodal kurumları olduğu gibi korudu. Feodal toprak sahiplerinin süreç içinde ve adım adım kapitalist toprak sahiplerine dönüşmesinin sağlanması için gerekli önlemleri aldı. Kürt halkının ulusal mücadelesini denetim altına tutabilmek için Kürdistan’ın geri yapısına, ağalık kurumuna dokunmadı; tersine bu kurumu devlet bünyesine katarak güçlendirdi. Kürt ulusal sorunu karşında inkar ve imha politikasını geliştirerek sürdürdü.
Feodal gericilikle uzlaşma içinde baştan “piç” doğan burjuva devrimi, kendi doğal açılımını yaşayamadı, yaşayamazdı. Ama tüm bunlara karşın “bir devrimin temel sorunu olan iktidar sorunu” çözüldü. İktidar burjuvazinin eline geçti. İktidarın bu el değişimi ile burjuva devrimi, çözmesi zorunlu görevlerin çözüldüğü anlamında değil, iktidarın sınıfsal el değişimi anlamında – klasik anlamında – tamamlandı.
Ancak bütün bunlar Türkiye Komünistlerinin “her devrimin temel sorunu, olan iktidar sorununu” net bir berraklıkla çözmesini ve devrimci rolünü üstlenmesini sağlamaya yetmedi. Eski tez, tarih içinde farklı versiyonlarla yeniden güncelleştirilerek devrimci hareketin sonraki nesillerine aktarıldı.
Türkiye Komünist hareketinin ortaya çıktığı koşullardan devraldığı ve devrimci hareketin yeni nesillerine devrettiği bu olumsuzluklardan birincisi; komünist hareketle ulusal mücadeleler arasındaki ilişki ve ulusal mücadelelere yaklaşım sorunudur. Türkiye’de Komünist hareketin biçimlenmeye başladığı dönem aynı zamanda ulusal mücadelelerin de (Ermeni, Pontus, Kürt) yükseldiği, bu mücadelelerin gerek feodal gerekse burjuva iktidarlar tarafından katliamlara ve tehcire tabi tutulduğu bir dönemdi. 1920 Temmuzunda Ankara’da, Eylülünde Bakü’de ve İstanbul’da Komünist örgütler kurulmasından çok değil 5 sene önce Ermeni soykırımı gerçekleştirilmişti. 1920 yılında ise Karadeniz’de ve Koçkırı’de Pontus ve Kürt pogrom ve tehcirleri sürmekteydi. Buna rağmen, bu durum TKP ve diğer komünist gruplar tarafından sadece görmemezlikten gelinmemiş, tersine soruna yaklaşımda burjuvazinin bakış açısı temel alınarak ulusal mücadelelere dinci- gerici ve emperyalist ajanı damgası vurulmuştur. 10 Eylül 1920 TKP kongresinde ulusal sorun üzerine sunulan raporda Ermeni sorunu hakkında şunlar yazmaktadır. “Ermeni meselesi birinci defa olarak Berlin muahedesine konulan (1878) bir madde ile meydana çıkmıştır. İngiltere Rus Çarizmine karşı Hindistan yolu üzerinde kuvvetli bir Ermenistan teşekkülünü istiyor. Taşnak Fırkası Londra’da kuruluyor…. Dökülen kanların sebebi budur.” Rapor “şark meselesi budur” cümlesiyle bitiyor. (26)
Komünist Enternasyonal’in IV. Kongresinde konuşan İKG temsilcisi Sadrettin Celal (Antel) aynı görüşü farklı cümlelerle tekrarlıyor. “…Hükümet büyük bir sitayişle ilan ettiği Misak-i Milli’yi sabote etmeye hazırlanıyor. Hemen bugünden itibaren Türkiye Komünist Partisi Misak-i Milli’yi gerçekleştirmeyi bizzat üstleniyor.” (27) Komünist hareketin Kürt ve Pontus mücadelesine bakışı da bundan farklı değildir. Hepsi gericidir ve İngiliz eseridir. Komünist hareketin doğuşunda harekete musallat olan bu millici yaklaşım o derece içselleşmiştir ki, bugün de aynı cümlelerle tekrarlanabilmektedir.
İkinci önemli nokta, burjuva iktidarın ilerici olduğu görüşüdür. Her şeyden önce tarihsel-toplumsal olarak ileri olanla, siyasal olarak ilerici olanı birbirine ayıramayan bu görüş, tarihsel gelişme ve sınıf savaşımı gerçeğiyle uyuşmamaktadır. İleri kavramı tarihsel-toplumsal bir kavram, ilericilik ise siyasal bir kavramdır. Bu kavramlar herhangi bir tarihsel kesitte üst üste düşseler de aynı şeyi ifade etmediklerinden, birbirinin yerine kullanılamazlar. Örneğin 1789 Fransız devriminde bu iki kavram üst üste düşmüşlerdi. Fransız devriminin getirdiği toplumsal formasyon, hem feodalizmden tarihsel-toplumsal olarak ileri bir formasyonu temsil ediyordu, hem de toplumun bütün sınıflarını temsil ettiği ve onları eski toplumun cenderesinden çekip alan “özgürlük ve eşitliği” gerçekleştirdiği için de ilericiydi. Ancak 1848 ve daha sonraki burjuva devrimleri için aynı şey söylenemez. 1789 da düşman olan feodal sınıflar bu kez “ittifak”, “ittifak olan sınıflar (işçi ve köylüler) ise düşman oldular. “İttifak” ve düşman değişince, ilericilik-gericilik de yer değiştirdi. Burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadele sınıf mücadelesinin ana ekseni olunca, kapitalizm hâlâ feodalizme göre ileri bir tarihsel-toplumsal formasyon olarak kalsa da, burjuvazi ilerici tüm karakterini yitirerek gericileşti.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında burjuvaziye ilericilik atfeden görüşün en kaba biçimi, ilericiliğin, kapitalizmin proletaryayı da geliştirdiği teziyle açıklanmasıdır. Bu tez TKP 10 Eylül Bakü kongresi kararlarında şöyle formüle edildi: “Anadolu’da devam eden milli inkılap hareketinin (Kemalist hareket kastediliyor-y) umum dünya emperyalizmine karşı mücadelesiyle bütün dünya proletarya hareketine yardım ettiğine kaniyiz. Bu milli hareketin memleket dahilinde inkişafı (gelişmesi), derinleşmesi sınıf şuurunun meydana gelmesine ve yarınki içtimai (toplumsal) inkılaba müsait bir muhit hazırlayacağı muhakkaktır.”
İşçi sınıfını geliştirmesi için kapitalizmin bir desteğe hele hele komünistlerin desteğine hiç ihtiyacı yoktur. Kapitalizm işçi olmadan, onun artı emeğine el koymadan var olamayacağı gibi işçi sınıfını geliştirmeden de varlığını sürdüremez. İşçi sınıfının varlığı ve gelişimi burjuvazinin ilerici- gericiliğiyle değil, sermayenin hareket yasalarıyla bağlantılıdır ve sınıfların, insanların ve siyasi hareketlerin istencinden bağımsız olarak işler. Kapitalizmin dünya egemenliği çağında işçi sınıfının güçlülüğü, ya da güçsüzlüğünü işçilerin sayısıyla açıklamak, güçsüzlüğü burjuva kuyrukçuluğunu örtmek için bir incir yaprağı olarak kullanmaktır. Evet 1920’lerde işçi sınıfı hem sayı hem de nitelik olarak güçsüzdü. Ancak güç, sayıdan çok nitelikle ilgilidir. Sayılar ancak bilinç ve örgütle buluşurlarsa terazinin kefesinde bir ağırlık teşkil ederler. Başka türlü işçi sayısının 2,5 milyon olduğu koskoca bir imparatorlukta Bolşevik devrimin gerçekleştirilmesi nasıl açıklanabilir?
Yukardaki alıntı üçüncü önemli noktaya işaret ediyor. Alıntıdan da anlaşılacağı gibi 1908’de ilerici olan burjuvazi 1920’de bu niteliğine bir yenisini ekleyerek, hem de dünya emperyalizmine karşı savaşım vererek, anti-emperyalistliğe terfi ediyor.
Anti-emperyalist burjuva fikrinin sırrı “milli burjuvazi” kavramında yatıyor. “Milli burjuvazi” kavramının ardında ise sınıf mücadelesiyle pazar mücadelesinin birbirine karıştırılması vardır. Pazar kavgası yani rekabet, sermaye hareketinin olmazsa olmazlarındandır. Sermaye başka sermayeler olmadan var olamayacağı gibi, onlarla rekabet içinde olmadan da var olamaz. Burjuvazi arasındaki pazar kavgası, milli ya da milli olmayanlar arasındaki bir kavga değil, rekabete dayalı ekonomik temelli, siyasi, asker, diplomatik vb. çatışmalı, uzlaşmalı, bir güç kavgasıdır. Güçsüz kapitalist devletlerin güçlü olanlara bağımlılığı (emperyalizm) bu güç ilişkisi üzerinden gerçeklik kazanır. Sistemin uluslararası örgütlenmesini belirleyen de bu güç ilişkisidir. Bu yüzden emperyalist dönemde birbirinden ve sistemden yalıtık kapitalist devletler var olamayacağı gibi, milli ve anti-emperyalist burjuvazi de var olamaz. Ancak bu durum kapitalistler arasında olduğu gibi, kapitalist devletler arasında da rekabet ve rekabetten doğan bir çatışmanın var olmayacağı anlamına gelmez.
Bu belirlemelerin ışığında yeniden 1919’ların Türkiye’sine dönersek;
Belirgin özellikleri gericilik, uzlaşmacılık, bağımlılık ve şoven bir ulusçuluk olan burjuva devrimin anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketi olarak nitelenmesi tam bir paradokstur. Üstelik ikili bir paradokstur. Birincisi, kendisi ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı olan ve onları ezen bir hareket ulusal hareket olarak nitelendirilemez; ikincisi, emperyalist çağda kapitalist egemenliği öngören bir hareket anti-emperyalist olamaz. Bu paradoksun hâlâ sosyalizm etiketi altında kabul ediliyor olması ise burjuva ideolojisinin, Kemalizm’in gücüdür.
Bu yanılgının temelinde işgale karşı mücadeleyle, anti-emperyalist mücadelenin birbirine karıştırılması vardır. Burjuvazi önderliğinde sömürgeciliğe, işgal ve ilhaka karşı siyasal bağımsızlıkçı hareketler, niteliklerine bakılmaksızın, yani hangi sınıfsal zemine dayandıklarına bakılmaksızın doğrudan anti-emperyalist olarak nitelenemezler. Anti-emperyalist hareket, burjuvazinin yerel ve uluslararası iktidarına yönelik harekettir. Burjuvazi arasında bir post kavgası değil, bir sınıf mücadelesidir ve en başta da emperyalist bağımlılığın taşıyıcısı olan sınıfa, burjuvaziye yöneliktir.
TKP vasıtasıyla Türkiye devrimci hareketine taşınan bu kavramlar etrafında daha sonra dört başı mamur aşamalı devrim teorileri geliştirildi. 60’lı yıllarda farklı devrimci gruplar tarafından farklı kavramlarla (milli, ulusal, demokratik, demokratik halk vb) ifade edilen bu teorilerin temel dayanak noktasını burjuva devrimin toprak sorunu, ulusal sorun vb sorunları çözmediği öne sürülerek “Türkiye’de demokratik devrimin tamamlanmadığı” tezi oluşturdu. Bu tez zaman içinde (özellikle kimi feodal kalıntıların sürece bağlı tasfiyesi gerçekleştikçe) biçim değiştirerek, Türkiye’nin yarı feodal bir ülke olduğu, iktidarın da burjuvazi ve feodaller arasında paylaşıldığı tezine evrildi. Bu tezin bugüne kalan en son ve güçlü versiyonunu ise Kürt sorunun çözülmediği dayanağı oluşturuyor. Bu tezlerin hangi biçimi ele alınırsa alınsın, hepsinin çıkış noktası iktidar sorunu değil, eski toplumdan devralınan ve çözülemeyen bakiye sorunlardır. Egemen mantık ise bu sorunların ancak demokratik devrimle çözüleceğidir. Bunların örneğin son versiyonunun dayandığı ulusal sorunun ve kalmışsa diğer bakiye sorunların neden Sovyet Rusya’daki gibi proletarya diktatörlüğü altında çözülemeyeceği bir muamma olarak kalıyor.
Hal böyle olunca Lenin’in “kehaneti” gerçekleşiyor. “Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunu” çözülemiyor, “Bu sorun aydınlatılmadıkça” da “devrimde kendi rolünü bilinçli bir biçimde oynamak ve hele devrimi yönetmek söz konusu” olamıyor.
Feodalizmle aynı temel üzerinde (üretim araçlarının özel mülkiyeti) yükselen burjuva sınıf egemenliğinin feodal yapılardan bir anda kurtulması -hele bu iktidar tarihsel olarak feodal sınıflarla uzlaşmaya mahkumsa- olanaklı değildir. Burjuva iktidarın bu tarihsel koşullarda feodal sınıfla ittifakı – feodal kurumları olduğu gibi devralması ve başlangıçta büyük ölçüde onlara dayanması – burjuvazinin sınıf iktidarını feodal sınıfla paylaştığının değil, işçi sınıfının tarihin sahnesinde yer aldığı bir durumda burjuvazinin sınıf egemenliğini kurmanın ve bu egemenliği korumanın başka yolu olmadığının kanıtıdır.
Bu ittifaka dayanarak çok sınıflı bir iktidar yapısından söz etmek (tarihte böyle durumlar istisnai ve ancak çok geçici bir durum olarak var olabilirler) tarihsel gelişmeyi ve bu gelişme içinde burjuva devrimlerin kaçınılmaz kaderini anlayamamaktır.
Farklı sınıfların (feodal sınıf, burjuvazi, işçi sınıfı ve köylülük) tarih sahnesinde ve iktidar mücadelesinde yer aldığı koşullarda iktidara yükselen hiçbir sınıfın iktidarı saf olamaz. İttifak kaçınılmaz olduğu sürece, iktidara yükselen sınıf ittifak kurduğu sınıfa, bu ittifaka gereksinim duyduğu ölçüde ödünler verir. Ama bu durum hiçbir zaman iktidarın bir sınıflar koalisyonu olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm ne ölçüde gelişmiş olursa olsun, işçi sınıfı ve burjuvaziden oluşan “saf” kapitalizm olamayacağı gibi, “saf” proleter devrim de yoktur. Sınıf mücadelesinde egemen sınıfa karşı ezilen sınıflar arasında önderliğe dayalı bir sınıfsal ittifak hem teorik hem de pratik olarak mümkün ve zorunludur. Ama bu sınıfsal ittifak bir sınıfın iktidarını ittifak yaptığı sınıflarla paylaştığı anlamına gelmez. Devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır, devlet iktidarı paylaşılamaz.
Türk burjuvazisi hem iktidarı almada, hem de onu korumada feodal sınıfla bir ittifaka girmiştir. Bir “zorunlu” ittifak için burjuvazinin ödediği bir bedel vardır, ama onun yoluyla kazandığı, kendi sınıf egemenliğidir. Mevcut durumdaki bu değişme ( iktidarın feodal sınıftan burjuvaziye geçmesi) sınıf savaşımının eskisinden farklı yeni koşullarda ve yeni bir nitelikte yürütülmesi zorunluluğunu ortaya koyar. Artık işçi sınıfının yürütmesi gereken savaşım (iktidar savaşımı) feodal gericiliğe karşı ve burjuva demokratik içerikli değil, iktidardaki burjuvaziye karşı ve bu anlamda da işçi sınıfının öznel durumundan bağımsız olarak, nesnel olarak sosyalist içerikli bir savaşım olmak zorundadır.
İktidardaki sınıf feodal bir sınıf olduğu müddetçe, kapitalizmin gelişme düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun (elbette feodal yönetim altında kapitalizm yüksek bir gelişme düzeyi tutturamaz) toplumsal gelişmenin önündeki nesnel devrimci adım burjuva demokratik devrimdir. Yine aynı şekilde, iktidardaki sınıf burjuva olduğu sürece, kapitalizmin gelişme düzeyi ne kadar düşük olursa olsun, geçmişin kalıntılarının bu yeni toplumsal düzen – kapitalizm – içindeki ağırlıkları ne olursa olsun, toplumsal gelişmenin önündeki nesnel adım proleter devrimdir. Kapitalizmin gelişme düzeyinin düşüklüğü ve geçmişin kalıntılarının bu düzen içindeki varlığı, emek – sermaye çelişkisinin yoğunlaşması ve keskinleşme derecesi üzerinde etkide bulunur, ki bu da sınıf savaşımının daha uzun bir döneme yayılmasına ve yavaş ilerlemesine yol açar. Yani sınıf savaşımının gelişme süreci üzerinde etkide bulunur; ancak hiçbir durumda savaşımın amacını değiştirmez.
Burjuva devriminin tam ve kesin olmaması, sonuna kadar gitmemesi, önündeki devrimci görevleri çözmemesi, bu görevlerin yeni toplumsal devrim tarafından üstlenilmesine yol açar. Bu da devrimin niteliğini değil, kapsamını etkiler, kapsamını genişletir. Burjuva devriminin çözmediği sorunlara bağlı toplumsal güçler şu ya da bu ölçüde bu yeni devrimin toplumsal güçleri arasında yer alır. Tarih bugüne kadar saf devrim örnekleri sunmamış, bu durum ise hiçbir şekilde devrimlerin niteliğini değiştirmemiştir.
Ekim devrimi sonrasında bu tez sömürge ülkeler ve kapitalizmin belli bir gelişme düzeyine rağmen feodal iktidarların hüküm sürdüğü yarı sömürge Çin ve İran vb. ülkeler dışında bir geçerlilik alanına sahip değildi. Kapitalizmin dünyanın bütününe yayılması ve eski sömürge sisteminin çökmesiyle birlikte asgari ve azami program zorunluluğu da tümüyle değilse bile büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Kaldı ki, Ekim devrimi, “demokratik devrim – sosyalist devrim” biçimindeki eski formülasyonda önemli bir değişime yol açmıştır. En başta Ekim Devrimi, dünya proletaryası ile dünya burjuvazisini karşı karşıya getirerek sosyalizm için savaşımı, bir bütünsellik içinde dünya ölçüsüne yaymıştır. Bu yeni dünya koşulları içinde, adına ne denirse denilsin ( ister demokratik, ister halk demokrasisi vb. ) devrimler ya emperyalist – kapitalist sistem içinde boğulmak, ya da bu çerçeveyi aşarak, açık bir sosyalist nitelik almak durumundadır. Bunun anlamı ,tek tek ülkelerin gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak feodal bir sınıfın iktidarda olduğu en geri bir ülkede bile seçeneğin nesnel olarak ya kapitalizm ya da sosyalizm biçiminde somutlandığıdır.
Asgari ve azami program biçimindeki ayırımı ortadan kaldıran bu yeni durumun Komintern tarafından kavranamaması ve ülkelerin gelişmişlik seviyesini (gelişmemiş, az, orta ve ileri düzeyde gelişmiş) baz alan sınıflandırmaya dayalı devrim stratejileri, dünya komünist hareketinin gelişimi üzerinde geriletici bir etkide bulunmuştur. Bu gerileme, sadece değişen duruma uymayan demokratik devrim tezini korumaktan kaynaklanmıyor. Komintern bundan da ileri giderek icat ettiği anti faşist, anti-tekel devrim ve kapitalist olmayan kalkınma yolu gibi tezlerle devrim sürecinin önünü hem teorik, hem de pratik olarak tıkamıştır. Dayandıkları bağlaşıklık politikasıyla bu tezler işçi sınıfını sosyalizmden kopararak burjuva düzenle uzlaştırmanın aracına dönüşmüştür.
*Lenin, burjuvazinin devrimde öncülüğü ele geçirmesi durumunda, çarlıkla uzlaşacağına ve bunun devrimin yarıda kalmasına, kendi görevlerini çözmesinde başarısızlığa uğramasına neden olacağına önceden dikkat çekmişti.
**Lenin, 3. Enternasyonal’in II. Kongresi’nde (19 Temmuz 1920) “kapitalist olmayan ülkelerdeki” komünist partilerinin önündeki ana görevi, “köylü ya da emekçi Sovyetleri”ni kurmak olarak belirlemiştir. (Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, Koral Yay., s. 63 – 64)
Ayrıca Lenin, Komintern’in II. Kongresi’nde (Temmuz – Ağustos 1920) yaptığı konuşmada burjuva demokratik hareket yerine, “ulusal devrimci” teriminin kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Lenin, agy, s. 76-77)
Kaynakça:
1- Merkez Komitesi’nin Komünistler Birliği’ne çağrısı. Marx – Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., cilt 1, s. 218
2- Rusya’da Parti İçi Savaşımın Tarihsel Anlamı, Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, Sol Yay., s.156
3- Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay. s.243
4- Lenin, İki Taktik, TKP Yay. s.12
5- Lenin, Tarım Sorunları I, Sol Yay., s.274
6- Lenin, İki Taktik, s.34
7- Lenin, age, s.61
8- Lenin, Tarım Sorunları I, Sol Yay., s.275
9- Lenin, Nisan Tezleri, Sol Yay., s.43
10- Lenin, age, s.127 – 128
11- Ekim Devrimi Dosyası , Sol yay. s. 42)
12- Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi- Sol Yay.s. 10)
13- age. s.-19-20
14- age. s.25-26
15- Sosyalizm ve Milliyetçilik- M. Tuncay- E. J. Zürcher iletişim Yay. S. 185
16- Mete Tuncay Türkiye’de Sol Akımlar – İletişim Yay. s.539
17- İstanbul Grubu’ndan Türkiye Komünist Partisine- Erden Akbulut Mete Tuncay- Sosyal Tarih Yay. s. 62
18- Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası- E. Akbulut-M. Tuncay, Sosyal Tarih Yay. s.88
19- TKP Kuruluş Kongresi-Emel Seyhan Atasoy-Meral Bayülken, Sosyal Tarih Yay. s.72
20- Haziran-Eylül 1920 Türkiye İştirakiyun Teşkilatı- Bunu işlet- Cemile Moralıoğlu Kesim, Sosyal Tarih Yay. s. 7
21- Mete Tuncay Türkiye’de Sol Akımlar – İletişim Yay. s.565
22- Şefik Hüsnü- Yazı ve Konuşmalar, Kaynak Yay. s.42
23- İstanbul Komünist Grubu’ndan Türkiye Komünist Partisi’ne cilt-I – E. Akbulut, M. Tuncay, Sosyal Tarih Yay. s.235
24- Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası- E. Akbulut-M. Tuncay, Sosyal Tarih Yay. s.91
25- Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası- E. Akbulut-M. Tuncay, Sosyal Tarih Yay. s.160
26- TKP Kuruluş Kongresi Emel Seyhan Atasoy-Meral Bayülgen, Sosyal Tarih Yay. s.102
27- THİF – Erden Akbulut – Mete Tuncay- Sosyal Tarih Yay. s. 390