I
Tarihsel ve Doğal Sınırlarına Dayanan Kapitalizm
Kapitalist Sistem Yüzyıl Sonra
Yeniden Tepeden Tırnağa Sarsılıyor!
Süre giden krizi, yüzyıl öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde gelişmiş teknolojik bir altyapı ve merkezileşmiş, karmaşık finansal araçlarla yönetmeye çalışan burjuvazi, bu belayı savuşturmakta en çok da işçi sınıfının, komünistlerin verili dağınıklığına, güçsüzlüğüne güveniyor. İşçi sınıfına karşı evrensel ölçekte başlattığı yeni saldırıda, burjuvazinin bu güçsüzlükten beslenen tek güçlü silahı, geniş yığınlarda yarattığı “seçeneksizlik” algısıdır.
Bir dizi öznel ve nesnel yetmezliğin etkisiyle değiştiremediği dünyaya yenik düşen, çözülüşüyle sömürülen yığınlar ve ezilen halklar arasında başlangıçta yarattığı umudun büyüklüğüne denk bir umutsuzluğa yol açan tarihin ilk sosyalizm denemesinin, bu seçeneksizlik algısının zihinlerde yer etmesinde önemli bir payı bulunuyor.
Buna karşılık, Ekim Devrimi, işçi sınıfına yeni devrimlerin üzerinde yükseleceği zengin bir deneyimi miras bırakmakla kalmamış; “emperyalizmin, proletaryanın toplumsal devriminin ön belirtisi olduğu” savına tarihte ilk kez gerçeklik kazandırarak, burjuva toplumu karşısında insanlığın seçeneksiz olmadığını kanıtlamıştır.
Kapitalizmin tarihsel sınırlarının belirginlik kazandığı son krizle, bu gerçeklik bir kez daha doğrulanmış; komünizm, bu defa ertelenmesi güç bir zorunluluk olarak ufukta belirmiştir.
Sermayenin Önündeki En Büyük Engel
Çelişkili Doğasıyla Yine Kendisidir!
Kriz, tersine çalışan mekanizmaların etkisinin zayıflamasıyla, kâr oranlarındaki düşüş eğiliminin süreklilik kazandığını; üretici güçlerin gelişmesine koşut, kapitalist üretim tarzının içsel ve zorunlu sınırlarının giderek onun tarihsel sınırının öğelerine dönüştüğünü gösterdi. Bundan böyle, kapitalizmi en iyi olasılıkla belirsizliğin kol gezdiği, sürekli bir bunalım hali bekliyor.
Üretkenlikte sağlanan devasa artış, zorunlu emeğin payını küçültüyor; sermayenin en başından bu yana değişmeyen temelini daraltıyor. Canlı emeğin maddi üretim sürecinden tasfiyesi hızlanıyor. Yığınların artık-emeğinin toplumsal zenginliğin önkoşulu olmaktan çıkması bir eğilim olarak güçleniyor. Kafa ve kol emeği arasındaki çelişki, toplumsal bilginin dolaysız üretici güç haline gelmesiyle aşılıyor. Üretimin nesnesi ve öznesinin dolaysız birliğinin koşulları olgunlaşıyor.
Komünizmi zorunlu kılan bu gelişmeler, sermaye egemenliği altında yaşayan geniş yığınlar için yaygın işsizlik ve kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz ürünü olan bir savurganlığın eşliğinde “varlık içinde yokluk” anlamına geliyor. Talep doygunluğunun kışkırttığı ihtiyaç olmayan ihtiyaçların üretilmesiyle, sermaye için cazibesini yitiren kimi gerçek ihtiyaçların üretiminden vazgeçilmesibirarada yaşanıyor. Değişim değeri, kullanım değerlerinin üretimine ket vuran bir fazlalığa dönüşürken, değer yasasının altı boşalıyor.
Sermaye kendi işleyişiyle yarattığı aşırı üretim-eksik tüketim sorununu çözmek için, can düşmanından, insanın özgürlük arayışından bile medet ummuştur. Kendi emeklerinin kölesi yaptığı bireylerin zihinlerinde kurduğu egemenlikle bu arayışı, her biri farklı bir tüketim düzeyine karşılık gelen “farklı” sosyal statüler arasındaki bir yarışa dönüştürürken, “kişisel özgürlükler” mücadelesine indirgemeyi başarmış, “bir taşla iki kuş vurmuştur”. İşbölümüyle birlikte kendisine yabancılaşmaya başlayan insan, bu sürecin derinleştiği, “hayvansı özelliklerin insani, insani özelliklerin hayvansılaştığı” burjuva toplumunda, kendi doğasına karakterini veren özgürlük arayışından “kişisel özgürlükler” adına vazgeçmiş görünüyor.
Kâr oranlarındaki düşüşün süreklilik kazanmasıyla, bir başka eğilim de hız kazanmış, maddi üretim alanından kaçan sermaye, artan oranda finansallaşmıştır. Sadece borsa salonlarında yanlış tuşa basan bir “şişman parmak”tan ibaret olmayıp, dünyanın taşıyamayacağı büyüklükte, dirheminden vazgeçmeye yanaşmadığı bir yağ tulumuna dönüşen sermaye,riskini en aza düşürmek için mali piyasalara sığınmıştır. Ancak, bunu yaparken içinde devindiği pazarın iç kenetlenme düzeyini ve gerçekte bir bütün olarak kapitalist sistemin riskini, yüzyıl öncesi ile kıyaslanmayacak düzeyde artırmıştır. Son kriz patladığında, “batamayacak kadar büyük”leri batıran da, şimdilerde Yunanistan örneğinde olduğu gibi, devletleri iflasa iten de, işte bu olgudur.
Mevcut Kriz Aynı Zamanda
Bir Hegemonya Krizidir!
Yetmişlerin ortalarından başlayarak derinleşen kriz, ilk sosyalizm denemesinin yenilgiye uğramasıyla sünerek uzadı ve eşitsiz gelişmenin etkisi altında hegemonya krizine dönüştü.
Son çeyrek yüzyıl içinde sosyalizm denemelerinin çözülüşüyle dünya pazarına iki milyar nüfus eklendi. Sadece son on yılda eski Sovyetler Birliği ülkeleri, Çin ve Hindistan’dan emek piyasalarına katılan iş gücü, emek arzını ikiye katladı. Aynı zamanda potansiyel yeni tüketici anlamına da gelen bu devasa büyüklükteki ucuz iş gücü arzı, küresel ölçekte maddi üretimi ağırlıkla bu bölgelere çekti. Eşitsiz gelişim, emek piyasalarına yeni katılan proleterlerin vahşice sömürüsüne dayalı bir tür ilksel birikim eşliğinde, yeni emperyalist güç odaklarının doğmasına neden oldu. Çin ve küresel maddi üretimin gereksinim duyduğu enerji kaynaklarına büyük ölçüde sahip olan Rusya, bu sürecin ürünüdür.
Kapitalist sistem, İkinci Savaş sonrasında ABD’nin ekonomik ve askeri üstünlüğü altında yeniden örgütlendi. ABD, BM, IMF, DB, NATO vb. kurumlara dayalı örgütlenmeyle sistem üzerinde denetim olanağını elde ettiği gibi, sistemin Sovyetler Birliği ve sosyalizm karşısında ideolojik, siyasal ve kültürel savunuculuğunu da üstlendi. Sovyetler Birliği’nin de “barış içinde bir arada yaşama” politikasıyla zımnen onadığı bu hegemonik işleyiş, bir ulus-devletler topluluğu olan kapitalist sistemin gereksinmeleriyle örtüştüğü ölçüde güçlenerek devam etti.
Ancak, hegemonyanın kendisine tanıdığı senyoraj hakkı bir yandan ABD’nin emperyalist asalaklığını katmerleştirirken, bir yandan da onun ekonomik gücünü kemiren, görece zayıflatan bir ayrıcalık olarak işledi. ABD hegemonyası ilk ve esaslı darbeyi ekonomik gücünün göreli gerilemesiyle aldı. İkinci darbe, ironik biçimde ABD’nin kendisine karşı amansız mücadele yürüttüğü sosyalizm denemelerinin çözülmesiyle gelecek, hegemonyanın üzerinde yükseldiği ayaklardan birisi olan ideolojik ve siyasal karşıtlık gerekçesini yitirecekti.
ABD hegemonyası, sacayağından ikisini yitirdikten sonra, ancak yiten ikisiyle birlikte bir anlamı olan son ayakla, silah gücüyle tek başına süremezdi. Öyle de oldu. Irak işgalindeki başarısızlık, hegemonyanın meşruiyetindeki aşınmayı hızlandırdı. Eski Sovyet ülkelerindeki turuncu devrimleri birer birer kaybetmeye başlaması, krizle birlikte senyoraj hakkının sorgulanması, ABD’yi çaresiz bir zaman kazanma arayışına itti; stratejik öneminden ötürü hegemonyasının sınandığı son kalesine dönüşen Afganistan-Pakistan-Hindistan üçgeninde güçlerini tahkime yöneltti.
Görünen köy kılavuz istemiyor. Yeni güç odakları ile ABD’nin hesaplaşması kaçınılmazdır. Ne uygarlığın sermaye egemenliğinde aldığı yol, ne de kapitalizmin tarihindeki benzer düğümlenmelerin insanlığı korkunç acılara boğan, bilinen yıkıcı sonuçları buna engeldir. Bu hesaplaşma, tıpkı geçmişte olduğu gibi, tarafların iradesinden bağımsız, sermaye egemenliğinin mantıksal bir sonucu, nesnel bir zorunluluktur. Kapitalist gelişmenin bir döneminin temel işleyiş paradigmasını şekillendiren ABD hegemonyası, bizzat sermayenin sonsuz birikim arayışının doğal bir sonucu olarak ömrünü tüketmiştir ve öyle görünüyor ki son hesabın görüleceği masa, tarafların çevresinde “haklı” gerekçeleriyle saf tutabileceği bir coğrafyada, Basra Körfezi’nde kurulmuş, muhatapların yerini almasını beklemektedir.
Maddi temelini ve ideolojik meşruiyetini yitirmiş olan ABD hegemonyası, halen hükmünü sürdürebiliyorsa, bunu sürekli vermek zorunda kaldığı ödünlere değil, yerini neyin alacağı ile ilgili sürmekte olan belirsizliğe borçludur.
Bu süreç, dünya pazarının iç kenetlenme düzeyindeki artışla birarada yaşanıyor. İç kenetlenmenin geri dönülmez bir nitelik kazanması, seksenlerden bu yana yaşanan sosyalizm denemelerinin çözülüşü ile gemi azıya alan neo-liberal saldırının, sermaye hareketinin her üç evresinde yaşanan, mekânı ve zamanı daraltan serbesti ve ivmelenme artışının dolaysız sonucudur. Bugün dünya pazarının ayırt edici niteliği olarak mekân, sermayenin yeni manevralarına izin vermeyecek kadar daralmış ve zaman, onun her yeni girişimini başlamadan irrasyonel kılacak kadar hızlanmıştır.
Büyüleyici bir kelebeğin zarif kanat çırpışından çok, züccaciye dükkânına girmiş bir filin sarsak hareketlerini anıştıran sermayenin sonsuz birikim arayışı göz önüne alındığında, sistemi topyekûn “kelebek etkisine” açan bu daralmanın kapitalist toplumun bekası yönünden ne anlama geldiği çok daha iyi anlaşılacaktır.
Hegemonya Sorunu Çözümsüzdür!
Dünya pazarının iç kenetlenmesi arttıkça, sistemin bir bütün olarak risk katsayısının artması, sermayeyi de bu riski azaltacak önlemler almaya, yeni mekanizmalar aramaya itiyor. Bu yüzden son kriz, sermayenin önüne yalnızca gerileyen hegemonyanın yerine yenisini koyma sorununu değil, yanıtı bu sorunun çözümüne öncelik taşıyan, egemenliğin yeni araçları ve biçimleri sorusunu da koymuştur. Belli ki, daralan mekân ve hızlanan zaman koşullarında, sermayenin gereksinmesi, merkez bankası, polis gücü ve siyasi karar organlarıyla bir dünya devletidir.
Ancak, giderek aciliyet kazanan bu gereksinmeyi karşılamasında sermayenin önünde iki aşılmaz engeli bulunuyor:
Birinci engel, başka sermayeler olmaksızın yapamayan sermayenin bizzat kendi çelişkili doğasıdır. “Özü birbirine karşı kayıtsız çok sayıda sermayeden ibaret olan” ve “mübadeleye gireceği karşı ve yabancı sermayeler olmaksızın varolamayan” sermayenin diğer sermayelerle arasındaki ilişki, yalın bir güç ilişkisidir ve sermaye kendi hareketinde bu ilişkiye en uygun araçları şimdiye kadar hep ulus-devlette bulmuştur. Devlet, bu biçimiyle sermayenin hareketinin sürekliliğini güvence altına aldığı bir araç, o olmadan sermayenin bir toplumsal ilişki olarak kendisini yeniden üretemeyeceği, kesip atamayacağı yaşamsal bir organıdır. Sermaye bu aracı koruyup güçlendirmeden varlığını sürdüremez.
İkinci engel ise, Vestfalya antlaşmasından bu yana, kapitalist sistemin yaklaşık dörtyüz yıllık bir ulus-devletler sistemi halinde varlığını sürdürüyor oluşudur. Uygarlıkta radikal bir makas değişimi yaşanmaksızın, insan belleğinde dünyanın doğal halinin bir parçası gibi yer etmiş ulus-devletler, yerini bir çırpıda dünya devletine bırakamaz.
Sermaye Egemenliği Kendiliğinden Yıkılmaz
Sermaye için sonuçsuz yeniden paylaşım kavgalarının ve nihayet egemenliğine geri dönüşsüz son verecek bir dünya devriminin üzerinde yükseleceği devrimci durumların mayalanacağı kaotik bir dönemin habercisi olan bütün bu gelişmeler, insanlık için yeni bir uygarlığın, sınıfların, sınırların, sömürünün olmadığı bir dünyanın doğum sancılarından başka bir anlama gelmiyor. İzlanda, Kırgızistan ve Yunanistan’da yaşananlar henüz bir başlangıç, böylesi bir dönemin ilk işaretleridir.
Üstelik kapitalizmin geçmişte olduğu gibi sancılarını hafifletecek, öteleyecek, sermayenin genişlemiş yeniden üretiminin çelişkilerinin yükünü ihraç edeceği bir “dışarısı” da kalmamış, dünya bir bütün olarak kapitalistleşmiştir. Bu olgu, kapitalizmin krizlerini hem ağırlaştırmış, hem de süreğenleştirmiştir.
Sermaye egemenliği, yalnızca giderek daha fazla belirgin hale gelen kendi tarihsel sınırlarınca değil, çiğnemek zorunda kaldığı doğal sınırlar tarafından da sorgulanıyor. Sonsuz birikim arayışının mantıksal sonucu olan kâr amaçlı doğrusal üretim, sonuçlarıyla ekolojik döngüleri boydan boya keserek, emekle birlikte toplumsal zenginliğin ana kaynağı olan doğayı, canlı yaşamı tehdit ediyor. Gölgesini satamadığı ağacı kesen sermaye, doymak bilmeyen zenginlik hırsıyla, bu defa insanın da bir parçası olduğu yaşam ağacına saldırıyor.
Burjuva uygarlığın günümüze değin gelen serüveni, insanla insan arasındaki ilişkiyi toplumsal hayatın akışının karşısına çıkarmakla kalmadı; insanla doğa arasındaki zorunlu alışverişi de canlı yaşamın karşısına dikti. Böylece kapitalizm, insanla insanın varlığının inorganik koşullarının birbirinden ayrılmasının, canlı yaşamın tümünü hedef alan ölümcül bir tehdide dönüşebileceğinin en dramatik örneğini verdi.
Sermaye egemenliğinin tarihsel ve doğal sınırlarına gelip dayanması, ona son verecek yeni bir uygarlığı, yani komünizmi, bu yeni uygarlığı inşa etmek ise, günümüzde insan olmanın bilincine ulaşmayı, yani komünist olmayı zorunlu kılıyor.
II
Türkiye ve Rejim Bunalımı
Devlet Emperyal Serüvenlere
Olası Bir İç Savaşa Hazırlanıyor!
Sermayenin hareketinin, başka deyişle rekabetin, yitip gitmekte olanın bulaşıklığı içinde bile olsaulusal ekonomiler arasındaki duvarların yıkıldığı, bütünlüğü iç kenetliliğiile tanımlanan bir pazardan hareketle daha doğru kavranıp açıklanabildiği bir dünyada, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gelişmeden etkilenmemesi olanaksızdı.
Ne var ki, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesiyle ivme kazandırılan Türkiye ekonomisinin dünya pazarıyla organik bütünleşme sürecinin üstyapıdaki karşılığı, hem burjuvazinin tarihsel güçsüzlüğünden, hem de Türkiye’nin jeopolitik konumundan ötürü, hep topallayarak geriden geldi. Burjuva anlamda bile olsa demokrasi istisna, asker vesayeti esas oldu. AKP iktidarıyla birlikte, daha uygun konjonktürde ve güçlenmiş bir burjuvazinin varlığı koşullarında, devlete yönelik esaslı bir dönüşüm başlatıldı.
Tüm kurum ve örgütlülüğüyle yerli yerinde duran devlet, dış ve iç dinamikler tarafından dönemin gereksinmelerine göre yeniden yapılandırılıyor. Bu faaliyet burjuvazinin iki politik fraksiyonu, Cumhuriyetin tarihsel kurucu gücü ile kuruluştan bu yana ona muhalif olan kanadı arasında, ABD’nin denetiminde, ancak karşıt dinamik ve eğilimlerin bütünüyle kontrol altına alındığının da söylenemeyeceği bir bayrak yarışı olarak sürüyor. Henüz sonuçlandığı söylenemese de, bu süreçte devletin kurucu ve en büyük silahlı gücünün gelecekteki olası görevler için kıvama getirildiği anlaşılıyor.
Burjuvazi, ABD’nin güç kaybeden hegemonyasını tahkim amacıyla Türkiye Cumhuriyetine bölgede verdiği görevi, krizin tetiklediği yeniden paylaşım kavgasında doğabilecek fırsatları kendisi için değerlendirebilmenin bir aracı ve gereği olarak görüyor. “Demokrasi havarisi” kılığında, devleti bölgedeki emperyal serüvenlere, krizin daha da ağırlaştıracağı iç sınıfsal çatışma ve gerilimlere bu hevesle hazırlıyor.
III
Ulusal Sorun ve Kürt Özgürlük Hareketi
Komünistler İçin Hâlâ Bir Sorun
Aynı Zamanda Bir Olanak
Türkiye’de ulusal sorun, Kürt sorunudur. Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan bu yana taşıdığı devrimci potansiyel nedeniyle burjuvazinin; büründüğü özgül biçimler ve bu alana dönük kuramsal, politik görevlerin hakkıyla yerine getirilememesi nedeniyle de komünist hareketin zayıf karnını oluşturmuştur.
Ulusal sorunun özünde, kapitalizmin tarihsel olarak ulus inşasına giriştiğinde kaçınılmaz olarak ürettiği ve ortaya çıkan ulus-devletlere içerilmiş ezen ulus-ezilen ulus karşıtlığına bürünen ezen-ezilen ilişkisi yatar. Bu nedenle ulusal sorun, bir kimlik sorunu ya da kültürel sorun değil, ezme-ezilme ilişkisinin temelinde yatan devletle ilgili siyasal bir sorundur. Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) da bu karşıtlık temelinde doğmuş ve ikircimsiz savunulması gereken tarihsel-siyasal bir haktır. Yalnızca ezen-ezilen ulus ilişkisinin ezilen ulus lehine çözümü için değil, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin üzerini örterek sonul kurtuluş bilincini karartan ulusal çatışmalara son verecek, halkların gönüllü birliğine giden yolu açacak tek gerçek çözümü içerdiği için de UKKTH’nı savunmak, komünistlerin vazgeçilmez görevidir.
Tek Başına Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını Savunmak Yetmez
Kürt coğrafyasının kapitalist gelişmişlik ve modern sınıf güçlerinin oluşumu bakımından en gelişmiş parçası Türkiye toprakları içindedir. Sorun, Türkiye’de başlangıçta belirli bir coğrafyayla sınırlı iken, zaman içinde kapitalizmin gelişmesiyle “Türkiyelileşmiş”; Kürt hareketi sorunun ortaya çıkışından bu yana taşıdığı ulusal kurtuluşçu niteliğini toplumsal kurtuluşçu bir arayışla pekiştiren; ana gövdesini kent yoksulları ve yoksul köylülerin, ağırlıkla metropollerde çalışan işçilerin oluşturduğu, içinde ciddi bir kadın dinamiğini de barındıran bir harekete dönüşmüştür.
Emperyalizmin, kapitalizmin bir sistem olarak varoluş biçimi olduğunun anlaşıldığı; burjuvazinin “ulusal” niteliklerinden arındığı; dünya ekonomisinin daha çok “karşılıklı bağımlılığa” referansla tanımlandığı günümüzde, Kürt özgürlük hareketi de doğal olarak bu değişimin bilinciyle, kaderini tayin hakkı bağlamında farklı çözüm önerileri geliştirmekte; kapitalist gelişmenin sonuçlarını yansıtan yeni arayışlar içine girmektedir. Bu haklı arayış, sorunun günümüzde aldığı özgün biçim ve geçirdiği başkalaşımı gören bir politik tutumu gerektirdiği ölçüde, komünistlerin sorumluluğunu da artırıyor.
Kürt Yoksulları ve Emekçileriyle İşçi Sınıfı Arasında Devrimci ve Kalıcı Bir Bağlaşıklık Sorunu, Devrimin Bölgedeki Stratejik Sorunudur
Kürt sorunu, yalnızca Türkiye’de yaşayan Kürtlerin sorunlarına indirgenemeyecek, dört bölge devletini dolaysız biçimde ilgilendiren bir sorundur. Bu nedenle, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tek muhatabı Türkiye olmadığı gibi, Türkiyeli komünistlerin Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına ve Kürt devrimci dinamiğine bakışları ve ilişkileri de, salt Türkiye’deki burjuva egemenliğe karşı mücadele ortaklığına ya da “barış” siyasetine indirgenemez. Bu gerçeklik, Türkiye işçi sınıfı ile Kürt yoksulları ve emekçileri arasında devrimci ve kalıcı bir bağlaşıklığın kurulabilmesini, devrimin sadece Türkiye’deki değil, bölgedeki stratejik sorununa dönüştürmüştür. Bunu başarmanın ilk koşulu, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının ikircimsiz bir tutumla benimsenmesi ise, ikinci koşulu, işçi sınıfının kendisini yeniden politik bir güç odağı olarak örgütlemesidir.
IV
Yeni Bir Devrimci Dalganın Eşiğinde Komünistlerin İvedi Görevi
Kriz Sermaye Egemenliğine
Son Verecek Fırsatlar Sunuyor
Kapitalizm, tarihsel ve doğal sınırlarına dayandığı uğrakta, tarihsel mazeretinin sorgulanmasına neden olan ve bir hegemonya sorunu olarak geliştiği ölçüde de egemenliğin yeni araç ve biçimleri bağlamında “nasıl bir hegemonya” sorusuyla diğerlerinden farklılaşan bir kriz içindedir. Kapitalist sistem için kaotik bir dönemin kapısının aralandığı, emperyalist yeniden paylaşımı tetikleyecek devrimci durumlara gebe ve dolayısıyla devrimci dalganın yeniden yükseleceği, nesnel bir durum doğmuştur.
İçinden geçtiğimiz dönem, gelecek açısından burjuvaziye en iyi olasılıkla yeni krizlere teşne sürekli bir durgunluk ve belirsizlik halini vaat ederken, komünistlere, işçi sınıfına ve tüm insanlığa, değerlendirildiğinde sermaye egemenliğine son verecek, toplumsal kurtuluş dönemini başlatacak devrimci fırsatlar sunuyor.
Ne ki, işçi sınıfı ve insanlığın dibe vurmuş hali, bu fırsatların hakkını vermekten, onları yeni bir uygarlığın inşası yolunda pratik olanaklara çevirmekten çok uzak. Çünkü öncelikle komünist hareketin, öncü-kurucu işlevini yerine getirmekten alıkoyan verili durumu buna elvermiyor. Bu bağlamda içinden geçtiğimiz dönem, yirminci yüzyıl başlarıyla şaşılacak ölçüde benzeşiyor; ama şu üç nedenle durum bugün çok daha ağırdır:
*Sınıf mücadelesi oldukça gerilere düşmüş; geniş yığınlar örgütsüz; işçi sınıfı bozunmuş bir haldedir. Sermaye, gündelik yaşamı tümüyle işgal ederek, onu zorunluluklardan ibaret bir gün sayımına dönüştürmüş; özgürlüğe ve insana yer bırakmamıştır.
*Artan emek verimliliği, pazardaki değişim, işletme ölçeklerini küçültmüş; artan rekabet, sendikal bürokrasinin de işbirliğiyle esnek üretimi yaygınlaştırmış; üretimin mekândan bağımsızlaşmasıyla, artan dış kaynak kullanımı ve taşeronlaşma, işçi sınıfını parçalamanın en kârlı, dolayısıyla en yaygın aracı haline gelmiştir. İşçi sınıfı genişlediği oranda, birbirine karşı kışkırtılabilen kesimsel çıkarlar arasında bölünmüştür.
*Uzunca bir süreyi kapsadığı ve oldukça büyük bedeller ödendiği için, başarısızlıkla sonuçlandığında yığınların bilinçaltında büyük bir sosyo-psikolojik sarsıntıya yol açan ilk sosyalizm denemesi, devrimci kadroların zihinleri ve yürekleri arasında henüz kapanmamış, bu yüzden de verili nesnel durumun gereğini yerine getirmekten onları alıkoyan bir açıya neden olmuştur.
Komünist hareket, yaşadığı evrensel likidasyon sonucu etkisizleşmiş; çok parçalı dağınık haliyle yok mertebesine gerilemiştir. Sonuç; kendisini kapitalist gelişmenin sonuçlarıyla gerekçelendirerek komünist hareketten boşalan alanı işgal eden cinsel-etnik-dinsel-kültürel temelli, liberalizm soslu bir “solculuk”, ya da ulusalcı bir konuma yuvarlanmaması olanaksız, günü kavramaktan uzak, eskide ısrardan ibaret bir “devrimciliktir”.
Ancak Devrimci Bir Programa Sahip
Enternasyonalist Bir Parti
Fırsatları Olanağa Dönüştürebilir
Komünistler bugün dünyanın hemen her köşesinde giderek ivedilik kazanan aynı sorunla, geçmiş deneyimin muhasebesi üzerinde yükselen siyasal faaliyeti, geleceği bugüne izdüşüren yeni bir kültürü kendi pratik faaliyetinden başlayarak sabırla örerken, krizin sunduğu fırsatları devrimci bir seçeneğin olanaklarına dönüştürmeyi becerecek enternasyonalist bir işçi sınıfı partisinin inşası görev ve sorumluluğuyla karşı karşıyalar.
Mayalanma sürecinden başlayarak işçi hareketinin içinde ve politik işçi hareketinin yaratılması uğraşı zemininde somutlanması gereken devrimci sınıf partisinin yaratılması teknik değil, siyasal bir sorundur. Bu nedenle bu süreç, aynı zamanda ezilen, sömürülen geniş kesimleri işçi sınıfının bağımsız siyasi hattında toplayacak devrimci bir programın yaratılması hedefine dönük siyasal taktiklerin, mücadele hedeflerinin ortaya konacağı eylemli bir yürüyüş olmalıdır.
Bu yürüyüş:
*Kapitalizmin tarihsel ve doğal sınırlarına dayandığı bir dünyada, sosyalizmin kapitalizm karşısında somut, güncel ve gerçek bir toplumsal seçenek olarak; işçi sınıfının iktidarının ise bu yolda kaçınılmaz olduğunu bilince çıkaracak işlevleriyle özneyi iktidara hazırlayan, devrimin araçlarını yaratan bir içerikle şekillenmelidir.
*İşçi sınıfının burjuvazi karşısında, genel ve ortak çıkarları doğrultusunda politik bir savaşıma taşınabilmesine; bu savaşım içerisinde kendisini iktidara ve aynı zamanda yeni bir uygarlığın kuruculuğuna aday bir sınıf olarak örgütleyebilmesinin gereği olan öz örgütlerini -kendi iktidar organlarını- oluşturabilmesine hizmet etmelidir.
*Burjuva iktidarı koşullarında ulaşılabilir mücadele hedefleri ve talepler söz konusu olduğunda dahi, hem gerçekleştiklerinde, hem de bu doğrultuda verilecek mücadele sürecinde, yığınların burjuva hükümet ve iktidar organlarına güvensizliklerini örgütleyen, özel mülkiyet ve sermaye egemenliğine dolaysız saldırı niteliği taşıyan bir içeriğe ve biçime sahip olmalıdır.
*Toplumsal muhalefet güçlerinin sermaye egemenliği karşısında tek gerçek seçenek ve devrimci bir kümelenmenin özneleri haline gelmelerinde ve aynı doğrultuda işçi sınıfının, toplumun bütün ezilen ve sömürülenlerinin meşru temsilciliğini kazanmasında bir kaldıraç olabilmelidir.
*Komünistlerin tarihsel sorumluluk ve ivedi görevlerinin ihtiyacına bağlı eylem, koordinasyon ve örgütsel birlik hedeflerini gözetmeli, bu doğrultuda ortaklaştırıcı zeminler yaratmalı, var olanları geliştirmelidir.
Görev; Solu Çepeçevre Kuşatan Konformist Zırhı
Eylemli Bir Yürüyüşle Parçalamaktır
Üzerinden 30 yıl geçmesine karşın, halen etkisini sürdüren 12 Eylül rejimi, komünistler için Türkiye’deki sorunu katmerlendirmiş; üstesinden gelinmesi gereken görevleri ağırlaştırmıştır. 12 Eylül’le birlikte, bir türlü yenilgi psikolojisinden kendisini kurtaramayan sol hareket, kökleri daha eskiye dayanan mevcudu koruma ve direnmekten ibaret bir mücadele çizgisini, geçen son otuz yılda bir tür direniş kültürüne, savunmacı bir siyaset anlayışınadönüştürmüştür. Bu kültürden beslenen iktidarsızlık, geçmiş sosyalizm denemelerinin başarısızlığının tahvil edildiği örgüt düşmanlığıyla birlikte, solu konformist bir zırh içine hapsetmiş; sınıf savaşımının dışına düşen sol, çok sayıda kompartımana bölünmüştür.
Evrensel ölçekte yaşanmakta olan kriz, solda bu denli çokparçalılığa yol açarak, temeli olmayan duvarları eritirken, işçi sınıfının yüreklerin kulaklarındaki pası silen Tekel eylemi ve onu izleyen yığınsal 1 Mayıs’la, nihayet yıllar sonra, solu saran konformist kabuk da çatladı.
Bu koşullarda, komünistlerin öncelikli görevi, kapitalizmin sunduğu fırsatları devrimci bir seçeneğin olanaklarına dönüştürecek enternasyonalist bir partiyi ve onun devrimci programını, solun hapsolduğu zırhı inceldiği yerden yarıp parçalayacak eylemli bir yürüyüşle yaratmaktır.
V
Devrim İçin Parti,
Parti İçin Örgütlü Hazırlık!
Amacımız, sermaye egemenliği karşısındaki tüm toplumsal muhalefet hareketlerine önderlik edebilecek, aynı zamanda sosyalizmin bir kurtuluş hareketi niteliğinde kapitalizmin karşıt devrimci kutbu, güncel ve toplumsal bir seçenek olarak yeniden örgütlenebilmesinin zemini ve koşulu olabilecek işçi sınıfının politik hareketinin yaratılması ve komünist bir dünya hedefine bağlı olarak işçi sınıfının kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesinin sağlanmasıdır.
İşçi sınıfının politik hareketinin yaratılması görevini, içinden geçtiğimiz dönemde diğer tüm görevlerimizi belirleyecek, tüm güç ve olanaklarımızı seferber etmemiz gereken öncelikli görev, komünizm için mücadelenin tutulacak ana halkası olarak görüyoruz. Bu öncelikli görevin somut ifadesi, işçi sınıfının tarihsel eylemine önderlik edebilecek sınıf partisinin yaratılması hedefidir. Böyle bir parti, varolan örgütlerin herhangi birinin doğrusal ve nicel gelişimi sonucunda, ya da mevcut zemin üzerinde birleşmeleriyle kurulmayacaktır; yaratılması nitel bir sıçramayı, geçmişi içererek aşabilecek örgütsel-politik atılımı gerektirir. Bu yoldaki asıl ihtiyaç, böylesi bir atılımın temelini döşeyecek örgütlü faaliyettir.
Devrimci sınıf partisinin yaratılması
bilinçli ve planlı bir kurucu faaliyeti gerektirir
Devrimci bir programın oluşturulması hedefine bağlı, teorik-siyasal üretim ve siyasal merkezileşme, kurucu faaliyetin somutlanıp yoğunlaşacağı alanların başında gelmektedir. Yeni gelişme ve süreçlerin gündeme getirdiği sorun ve gereksinimlere yanıtlar verecek siyasal taktiklerin, mücadele hedeflerinin geçmiş sosyalizm denemelerinden çıkartılan dersler ışığında, eylemli yürüyüş içerisinde ortaya konması, bu alandaki görevlerin yerine getirilebilmesi noktasında belirleyicidir.
Ezilen-sömürülen geniş kesimlerle işçi sınıfının bağımsız siyaseti ekseninde şekillenecek siyasal bir hatta buluşma çabamızın da ifadesi olacak bu alandaki faaliyeti, bir devrimci kopuş, yeniden sentezleme ve aşma faaliyeti olarak ele almak gerekiyor.
Kurucu dönem faaliyeti zemininde bu çalışmanın işlevi, komünist program ve siyasetin teorik temellerinin döşenmesi, propagandası ve eğitimidir.
Kurucu faaliyetin somutlanıp yoğunlaşacağı bir diğer alan da örgütlenme ve kadrolaşma olmalıdır. Devrimci sınıf partisi, komünist bireylerin değil, organ ve örgütlerin birliği olmalıdır. Bu nedenle örgütlenme ve kadrolaşma faaliyetini, mevcut güçlerin somut işlev ve görevler temelinde organlaştırılması olarak ele almak gerekiyor. Ancak örgütlenme sorunu, mevcut güçlerimizin tanımlı alanlarda, somut görev ve işlevler temelinde oluşturulmuş birimler üzerinden merkezileştirilmesinden ibaret değildir.
Keskinleşmekte olan sınıf mücadelesinin öne çıkardığı dinç ve taze güçlere, henüz “sosyalist” olmayan işçilere, kadınlara, gençlere ve aydınlara ulaşmayı ve onlarla birleşmeyi, içerisinde olduğumuz inşa faaliyetinin vazgeçilmez gereği sayıyoruz. Aynı zamanda bir çağrı niteliği taşıyan ayırt edici sözümüzü ve eylemimizi, işçi sınıfından başlayarak toplumun tüm kesimleri nezdinde görünür hale getirme ve bu güçlerle buluşarak sürecin aktif özneleri haline gelmelerini mümkün kılacak bir içerikte oluşturma kararlılığındayız.
Partileşme süreci, örgütsel ve politik bir nitelik sıçraması hedefine bağlı yeni ortaklaşmalar ve harmanlanmalar sürecidir
Bugün, işçi sınıfının devrimci partisinin yaratılması ihtiyacını tespit edenler de, kendilerini böylesi bir partinin yaratılması faaliyeti ile tanımlayanlar da, bizden ibaret değildir. Sosyalist hareketin birikiminin ve potansiyelinin bugün dağınık oluşuna bakarak bu birikimi yok sayan yaklaşımların yanlış olduğunun bilinciyle, partileşme sürecini, birbirinden ayrı sosyalist grup ve kadroların, politik işçi hareketinin yaratılması hedefine bağlı buluşması ve ortaklaşması olarak anlıyoruz. Bu zeminde, alışılagelmiş “birlik” denemelerinden farklı, hareketimizin de sosyalist hareketin yeniden kuruluşunun nihaî ifadesi olmadığı bir yeniden kuruluş ve konumlanmadan söz ediyoruz.
Ulaşılması gereken ilk eşik: Kurucu Konferans
Bir ihtiyacı hissetmekle, gidermek arasında mesafe olduğu açıktır. Bu mesafenin kapatılabilmesi, daha en başından planlı ve sistematik bir kuruculuk faaliyetinin, gerçekliğimizden ve mevcut durumun sunduğu imkânlardan hareketle omuzlanabilmesine ara vermeksizin, çağrısının örgütleneceği kurucu bir konferansın potansiyel hiçbir öğesini dışarıda bırakmadan yürütülecek hazırlığına bağlıdır.
Kurucu konferansın takvimini, bu hedef doğrultusunda yürütülecek faaliyet içinde olgunlaşacak şu ölçütler belirleyecektir:
•Eylemli yürüyüşün gerek taze dinç güçler, gerekse de komünist kişi, öbek ve çevreler arasında aldığı yol ile parti düzeyine sıçrayacak bir temsil niteliği kazanması;
•Temel mücadele başlıklarında yürütülecek çalışmaların üzerinde ortaklaşılacak bütünsel bir programa sıçramaya elvermesi;
•İşleyişe, siyasal faaliyeti geleceği bugüne izdüşüren bir dizi yeni alışkanlıklar yaratarak üretecek bir kültürleşme bilincinin egemen olması.
Kurucu dönem dinamik,
değişken bir yapıya sahip olmalıdır
Bugün devrimci partinin yaratılması bir dönem boyunca başlı başına hedeftir; ama bu hedefe varıncaya kadar, sürecin herhangi bir aşamasının kendi başına amaçlaştırılmaması gerekir. Daha ileri birlik zeminlerine sıçrama, nitelikli birikimlerle buluşma hedefi bir an olsun gözden kaçırılmamalı; şu an için ortak bir disipline sahip olmadığımız komünistlerle kurucu dönem görevlerinin birlikte omuzlanabilmesi için, ilkelerimiz ve amaca yönelmiş yürüyüşümüz dışındaki her konuda, her türlü özveriye hazır olunmalıdır.
Sınıf mücadelesini dünya çapında ortadan kaldırmak üzere yola çıkıyoruz ve aynı yolda yürüdüklerimizi, kısmi ya da yerel faaliyetler içindeki örgütlerin birbirinden kopuk mücadelelerin ve teorik-politik gayretlerin devrimci sınıf partisinin yaratılması hedefine bağlı olarak merkezileşmesini sağlayacak girişime birlikte öncülük etmeye çağırıyoruz.
31 Temmuz 2010