2. Emperyalist savaş sonrası, ABD hegemonyası altında kurulu kapitalist dünya dengeleri bugün önemli ölçüde değişti; Kapitalist-emperyalist devletler arasında 1971’den beri bozulan denge, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından daha da bozuldu. Japonya ve Almanya, 2. Dünya Savaşı sonrasında kendilerine dayatılan bağımlılığı yırtıp atarak ekonomide hızla ilerlediler. Almanya, egemenlik ve denetim sınırlarını Hitler döneminin ötesine taşıdı. Çökmesinin ardından hızla toparlanan Rusya ve denetimli bir kapitalistleşmeye giren Çin’in sürece katılımıyla mevcut denge katbekat bozuldu. Sermayenin daralan pazarlarının korunması, genişletilmesi ve mevcut paylaşımın yeniden düzenlenmesi, değişen bu güç dengelerinin kaçınılmaz bir gereğidir. Burada özellikle bir noktanın altını çizmek gerekiyor; Mevcut güç dengesini bozan bütün bu girişimlerin başlıca hedefi ABD’nin ekonomik ve siyasi hegemonyasıdır. ABD’nin 20. yy sonunda başlattığı, 2000’li yıllarda büyüterek sürdürdüğü savaş, hegemonyadaki delikleri kapamayı amaçlıyor. ABD hegemonyasının ekonomik ve politik olarak zayıflaması bu hegemonyanın denetimi altındaki birçok ülkenin ABD’ye olan bağımlılıklarını gözden geçirme olanağını sağladı. Latin Amerika’da, Asya’da, Afrika’da birçok ülke emperyalistler arasındaki bu çatışmadan yararlanma olanağını elde etti, kısmen de olsa Almanya, Fransa. Çin ve Rusya boşluğu doldurmaya çalıştı, çalışıyor. Ancak bu çatışma bugüne kadar olan biçimleriyle yürüyemez; kriz ve değişen güç dengeleri pazarın ve dünyanın yeniden bölüşümünü zorluyor.
Geçen konferanstan bu yana geçen bir yıllık sürede, 2000’lı yıllarla birlikte kapitalist-emperyalist sistemde egemen olan iki eğilim (kriz ve savaş) daha da belirginleşti. Kapitalizmin dünya krizi, kimi ülkelerde, belirli bir düzelme olsa da, genel olarak derinleşme eğilimini koruyor. Bu durum ekonomik ve siyasal alanda emperyalist devletler arasında yeni kapışmaları öne çıkartıyor. Emperyalist devletler hem birbirlerine, hem de denetim altında tuttukları devletlere karşı yeni baskı koşulları dikte ediyor. Hegemonyası gerileme eğiliminde olan ABD, elinde bulundurduğu ekonomik ve siyasal olanakları diğer emperyalist devletlere ve bağımlı ülkelere karşı etkili bir koz olarak kullanıyor. Bu yolla ithalatı ve ihracatı arasındaki bozulan dengeyi düzeltmeye çalışıyor. Bu dengeyi yeniden kurmak için bir birçok devlete, Meksika ve Kanada ile imzaladığı gibi yeni ekonomik anlaşmalar dayatıyor, ya da Çin ve AB dahil birçok ülkeye karşı gümrük duvarlarını yükselterek ticaret savaşları sürdürüyor. Ortadan kalktığı iddia edilen sınırlar, çitler, setler ve gümrük duvarları olarak geri dönüyor. Kısacası küreselleşen kapitalizm, tersine mevcut pazarların korunması söz konusu olunca farklı koşullar ve biçimler altında ulus- devlet formuna geri döndü. Sermayenin uluslararasılaşması sürerken, sermaye egemenliğinin uluslararasılaşamayacağı görüldü.
Emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çatışmalar büyüme eğilimini koruyor. Emperyalist savaş her gün bir adım daha yakınlaşıyor. Bunun en açık belirtilerinden birisi gümrük savaşları ve hızla artmakta olan silahlanma harcamalarıdır. ABD bugün Rusya, İran ve Kore Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere on beş ülkeye karşı fiili ambargo uyguluyor. Çin ve AB dahil birçok ülkeye karşı gümrük savaşlarını başlatmış durumda. ABD’nin başlattığı gümrük savaşına maruz kalan AB ise, ABD’nin bu girişimine karşı aktif bir tutum alamıyor. Bunun en somut örneğini ABD’nin İran’a karşı uygulamaya koyduğu yaptırımlar karşısındaki tavrında görüyoruz. Yaptırımlara karşı olduğunu açıklasa da onları etkinleştirilecek önlemleri uygulayamıyor. Ambargolar, gümrük savaşları ABD’nin gücü olduğu kadar güçsüzlüğünün de bir göstergesidir. Gücüdür; hala bu yöntemleri, hedef aldığı ülkeleri yola getirmede etkin bir silah olarak kullanabiliyor. Öte yandan kendi egemenlik alanındaki ülkelere karşı güç kullanması ise ABD hegemonyasındaki gerilemeye işaret ediyor. Emperyalist bir savaşın yaklaştığına dair belirtilerden bir diğeri de hızla artan silahlanmadır. Başta emperyalist devletler olmak üzere, hemen bütün devletler silahlanmaktadır. Eskiden bağıtlanmış silahlanmanın sınırlandırılması anlaşmaları geçersiz ilan ediliyor. Ayrıca dünyanın savaş bölgelerine yenileri eklenmiş durumdadır.
ABD ve İngiltere belgelerinde Rusya açıkça baş düşman olarak belirtiliyor. Balkan devletlerinin birçoğunun NATO’ya dahil edilmesinden sonra Baltık devletleri de NATO üyesi yapıldı. Bu gelişmelerle Rusya’nın batıdan kuşatma altına alınması büyük ölçüde tamamlandı. Kuşatma stratejisinin batıdaki son halkası olan Ukrayna’nın sürece dahil edilmesi girişimleri sürüyor. Ukrayna, Rusya’yı kışkırtma alanı olarak kullanılıyor ABD, AB’yi Rusya’ya karşı daha da aktifleştirmek için NATO’yu kullanıyor. Rusya’nın kuzey sınırında sistemli ve giderek büyüyen askeri tatbikatlar birbirini izliyor.
Açıkça belirtilmese de ABD Çin’i hegemon konumunu sarsan baş tehlike olarak görüyor. Bu yüzden de Çin’i istikrarsızlaştırmak için her yöntemi kullanıyor. Çin’in dünya ticaretinde yükselen konumunu sarsmak için bir yandan gümrük duvarlarını yükseltirken, Çin’in enerji kaynaklarına ulaşma yollarını denetim altına almaya çalışırken, öte yandan Çin Halk Cumhuriyeti’ni içerden istikrarsızlaştırmanın yollarını deniyor. Pasifik’te Kore Halk Cumhuriyeti’nin askeri faaliyetlerini gerekçe göstererek Güney Kore ve Japonya ile ittifakını güçlendiriyor, Çin üzerindeki ablukayı genişletiyor. Çin, ABD’nin bu çabalarına kendi ekonomik önlemlerini alarak, Asya devletleri ve Rusya ile ilişkilerini güçlendirerek cevap veriyor.
Ortadoğu’da ABD’nin egemenlik çabaları ABD ile Rusya arasında denetimli bir savaşın yürütüldüğüne işaret ediyor. Obama’nın ABD başkanlığı döneminde Ortadoğu için yaptığı şu açıklama: “Bu ülkeler bizim sahillerimizden çok uzakta olsalar bile ekonomiyi ve güvenliği belirleyen kuvvetleri, tarih ve inançları nedeniyle geleceğimizin bu bölgeye bağlı olduğunu biliyoruz.” Bu açıklama, ABD’nin Ortadoğu’da varlığının kalıcı olduğunu, Ortadoğu’da sürmekte olan savaşın daha da büyüyeceğini gösteriyor. Yemen’e karşı bombardımanların artırılması, ABD ve İngiltere denetiminde Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail arasında yenilenen ittifak bölgede İran’a karşı yeni bir savaşın başlayacağını gösteriyor. Hürmüz boğazındaki son gelişmeler, ticaret gemilerine karşılıklı el konulması, fiilen sürmekte olan ilhak savaşının bir emperyalist dünya savaşına dönüşme olasılığını büyütüyor.
İngiltere’nin AB’ne katılımı AB içinde Fransız – Almanya ittifakını bozmaya yönelik bir girişimdi. Brexit bu girişimden beklenileni alamamanın bir sonucu olarak gündeme geldi. AB içinde zaten sallantılı olan “birlik”, bu girişimle daha da istikrarsızlaştı. ABD özellikle Alman tekellerine karşı cezalandırıcı önlemler alarak ve otomotiv sektörü başta olmak üzere Alman mallarına uygulanan vergileri artırarak bu istikrarsızlığı daha da büyütmeye çalışıyor. Öte yandan, 90’lı yıllarda doğu Avrupa’nın bölüşülmesinden aslan payı Almanya’nın alması, AB içinde kurulu Fransa – Almanya dengesini önemli ölçüde bozdu. İngiltere’nin AB’den ayrılması, Avrupa’da yeni dengelerin yolunu da açıyor. Fransa bir yandan Avrupa zemininde Almanya ile birlik görüntüsü verirken, öte yandan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da İngiltere ve ABD ile yakınlaşıyor. Rusya ve Çin karşısında ABD – İngiltere eksenine kayıyor. ABD, İngiltere ve Fransa’nın Kuzey Denizinde hedefi Rusya olan tatbikatı bu yargıyı doğruluyor.
Bugüne kadar hiçbir zaman hegemon gücü elinde bulunduran emperyalist devlet, hegemonyasını barışçı yöntemlerle kaybetmeye razı olmamıştır. ABD de razı olmayacaktır. ABD’nin açıkladığı yeni Güvenlik Belgesi’nde (UGS) ana unsuru “barışın” savaşla korunması oluşturuyor. Bu belge emperyalist savaşın bugünkü biçimiyle sürdürülemeyeceğini ortaya koyuyor. 2. Emperyalist savaş sonrasında ABD hegemonyasında kurulan denge bozulmuştur. ‘Bozulan dengenin yeniden kurulmasında siyasal alanda savaştan başka bir yol yoktur.’
Gelişmenin önemli yanlarından bir diğeri de emperyalist devletler arasında cepheleşmenin netleşmesidir. Bugün Rusya açıkça belirtildiği gibi ABD – İngiltere cephesinin baş düşmanıdır. Cepheleşme belirtileri bununla sınırlı değil; bir çok devlet ABD- İngiltere cephesine dahil edilebilmek için gizli ve açık anlaşmalar ve operasyonlara maruz kalıyor. Kısaca kapitalizm altındaki patlayıcı yığını o derece büyümektedir ki, emperyalist dünya savaşının başlaması bir kıvılcıma bakıyor. ABD Başkanı Trump’ın İran’a karşı askeri müdahaleden son anda vazgeçtiğini açıklaması bir delilik belirtisi olarak görülemez.
Dünyanın birçok noktasında, savaşın fiili olarak sürdüğü, birçok noktada savaşın patlak vermesinin an meselesi olduğu, bugün savaş karşıtı ciddiye alınır bir mücadelenin olmayışı, sınıf mücadelesindeki geriliğin en açık kanıtlarından biridir. Komünistlerin savaş karşısındaki tutumları nettir; savaşın çıkmaması için sonuna kadar mücadele etmek, kriz ve savaştan devrimci hazırlık için yararlanmak, savaşı iç savaşla karşılamak. Leninci komünistleri, pasif barış savunucusu burjuva liberaller ve hümanistlerden ayıran en önemli özellik, savaşın, kapitalizmin kaçınılmaz bir özelliği olduğundan hareketle barışın ancak devrimle geleceğini, savaşa karşı en etkili mücadelenin devrim mücadelesi olduğudur. Bu tutumun bugünkü anlamı kriz ve savaşın yarattığı olanaklardan devrimci hazırlık için yararlanmaktır.
Kapitalizmin hızlı büyüme döneminin sonlanmasıyla birlikte reformcu dönem de kapandı. Tanık olduğumuz tam da budur. Dünyayı delilerin yönettiği söyleniyor. Trump, Merkel, Makron, Teresa, Putin, Erdoğan vb. bunların sayısı çoğaltılabilir. Dünyadaki tüm kapitalist hükümetlerin başında oligarklar ve zorbalar var. Bütün devletlerde açık ya da örtülü olağanüstü hal yasaları yürürlükte. Çünkü kapitalizm başka türlü işleyemiyor, yönetemiyorlar, kitleleri uyutmak, parlamento seçimlerine razı etmek için papaz yetmiyor. Cellada ihtiyaç duyuyorlar ve buluyorlar. Ama öte yandan kapitaliz altındaki patlayıcı yığını hızla birikiyor, patlamaya hazır bir ortama doğru gidiyoruz. Farklı ülkelerde farklı zamanlarda ortaya çıkan ayaklanmalar, isyanlar toplumsal devrimin yeni bir döneme girdiğini gösteriyor.
Türkiye
Türkiye dünya kapitalist sisteminin içerisinde birkaç ülke ile birlikte sistemin en istikrarsız ülkelerinden biridir. Ekonomik ve siyasal istikrarsızlık büyüyor. Sanayi üretimi hızla daralıyor. İhracatın ithalatı karşılama oranı artıyor olsa da, bu durum ekonomide bir düzelmeye değil, tersine ithal girdilere bağımlı sanayi üretimindeki bir gerilemeye işaret ediyor. Sanayideki gerilemenin bir başka göstergesi de düşmekte olan kapasite kullanım oranlarıdır. Türkiye’nin iç ve dış borç miktarı 500 milyar dolara yaklaşıyor. Bir borç sarmalına girmiş durumda. İşsizlik ve enflasyon birlikte artıyor. Hükümetin ekonomideki bu kötü gidişe karşı yaptığı tüm müdahaleler işlevsiz kalıyor. Batık şirketleri kurtarma operasyonları bir sonuç vermiyor. Konkordato ilan eden şirketlerin birçoğu emperyalist tekellerin eline geçiyor.
İktidar ekonomideki durgunluğu açmak için, yine halka yükleniyor; zamlar, vergilerle birlikte kredi kartı taksit sayısı arttırıldı, inşaat sektöründeki tıkanmayı açmak için faiz oranları düşürüldü. Ama bu palyatif tedbirler görüntüyü kurtarmanın ötesine geçemiyor. Derinleşen krizle birlikte yoksulluk da büyüyor. Gelir dağılımı olağanüstü ölçüde bozulmuş durumda, Nüfusun % 2,7si Milli Gelirin % 70’ine sahip, halkın neredeyse tamamı, kredi kartı ve tüketici kredileri yoluyla bankalara ipotekli. Göstergeler Türkiyenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal krizden IMF’ye baş vurmadan çıkamayacağını gösteriyor. Alınan ve sıradaki önlemler; fiyatlar, vergi ve harçlardaki süreklileşen artış, ücretlerin sınırlandırılması, sosyal hakların budanması, henüz özelleştirilmeyen varlıkların özelleştirilmesi vb. zaten gizli bir IMF programının uygulanmakta olduğunu kanıtlıyor.
Türkiye derinleşen ekonomik krizin yanı sıra ciddi dış ve iç sorunlarla karşı karşıya. 2011’de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu kapsayan ABD planına emperyalist heveslerle destek verdi. Ancak işler Türkiye’nin istediği gibi gitmedi. İhvan (Müslüman Kardeşler) hareketinin ezilmesi ile Türkiye’nin bölgede İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile kurduğu ittifak çöktü ve ABD ile ciddi sorunlar yaşamaya başladı. Başlangıçta Suriye iç savaşına Suriye’de bir hinterlant oluşturma hevesiyle dahil oldu. Rusya ve ABD’nin fiili işgali ile bu olanağı da kaybetti. Politikasında bir değişiklik yaparak ABD ve Rusya arasındaki çelişkiden yararlanarak, eğitip donattığı El Kaideci grupları da harekete geçirerek, Suriye’nin önemli bir bölümünü işgal etti ve bu işgalle Suriye masasındaki yerini korudu.
ABD’nin IŞİD’e karşı Kürt ve Arap gruplara verdiği destekle Kuzey Suriye’de bir Kürt statüsünün olgunlaşması, Türkiye ile ABD arasındaki çelişkilere bir yenisini ekledi. ABD Kuzey Suriye’de Kürtler ve Arapları bir araya getirerek bir federasyonun koşullarını oluştururken Türkiye bunu kendine karşı bir tehdit olarak gördü. Bu gelişmeyle Türkiye açısından Suriye sorunu Kürt sorununa dönüştü. İçerde Kürt halkına karşı çok boyutlu olarak yürüttüğü savaşı, Kürtlere karşı genel bir savaşa dönüştürdü. Güney Kürdistan’da işgal hareketini başlattı, Rojava’yı işgal hazırlıklarını sürdürüyor.
Türkiye Rusya ile ABD arasındaki çelişkilerden yararlanmayı öngören bir mekik diplomasisi izleyerek Suriye masasında kalmayı ve Kuzey Suriye’deki Kürt oluşumunu engellemeyi amaçlıyor. ABD ile ilişkileri daha da gerginleştiren S 400 sorunu bu mekik diplomasisinin bir sonucu olarak gündeme geldi. S 400 sorunu hem ABD, hem de Rusya için bir füze satışı sorunu olmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor. Rusya için, bu yolla NATO sistemi içine sızma ve zaten eski bütünlüğünü kaybetmeye başlayan NATO’yu daha da istikrarsızlaştırıcı bir anlam taşırken, ABD için NATO ‘daki siyasi ve askeri etkisinin zayıflaması, ekonomik olarak, dünya silah ticaretindeki payının tehlikeye düşmesi, hegemon gücünün yeni bir darbe yemesi anlamına geliyor.
ABD ile Türkiye arasında sürmekte olan S 400 gerginliğinde Türkiye’nin istediği Kuzey Suriye’de oluşturulacak güvenli bölgenin denetiminin Türkiye’ye verilmesidir. Bu sağlandığı takdirde S 400lerin aktifleştirilmemesi de dahil Türkiye, ABD’ye her türlü tavizi vermeye hazırdır.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bir diğer sorunda, AB ile Türkiye’yi karşı karşıya getiren Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz arama girişimleridir. Türkiye bu alanda uluslararası (ABD, İngiltere, Fransa) ve bölgesel (Kıbrıs, Yunanistan, Mısır, İsrail) bir ittifakla karşı karşıyadır.
İç siyasal sorunlara gelince, bunların başında Kürt sorunu geliyor. Sorunun çözümünde Kürt ulusal hareketi, ortak vatan, demokrasi, toplumsal uzlaşma noktasına geldiği halde, Türk devleti gerek devletin üzerinde yükseldiği parametrelerin parçalanacağı korkusu, gerekse uluslararası konjonktürün barındırdığı tehlikeler nedeniyle çözümden giderek uzaklaşıyor. Bu alanda en büyük sorunu Kuzey Suriye’deki Kürt oluşumuyla Kürt ulusal hareketi arasındaki siyasal bağ oluşturuyor. Kürt ulusal hareketine yönelik saldırılar, tutuklamalar, aralıksız sürdürülüyor.
Türkiye, emperyal hevesler uğruna yarattığı göçmen sorununu, bu hevesler suya düşünce, bir koz olarak kullanarak AB’nin siyasi ve mali desteğini aldı. Şimdi bu sorun Türkiye’nin en önemli iç sorununa dönüşmüş durumda. Suriyeli göçmenlerden ucuz bir iş gücü olarak yararlanan devlet şimdi bu sorunu hem Kuzey Suriye’nin işgaline bir gerekçe olarak, hem de içerde şovenizmi köpürtmenin bir aracı olarak kullanıyor. Ensar, yerini saldırgan şoven bir dalgaya terk ediyor.
İç siyasette önemli gelişmelerden bir diğeri de yerel seçimler oldu. Yerel seçim AKP iktidarının zayıflamasına yol açarak yaşanmakta olan siyasi krizi daha da derinleştirdi. Özellikle tekrarlanan İstanbul seçim sonuçları AKP’deki güç kaybını açıkça ortaya koyarken, burjuva siyasal alanda yeni dalgalara zemin yarattı.
Ekonomik ve siyasal istikrarsızlığı büyüten bütün bu etkenler kapitalizmin altındaki patlayıcı yığınını harekete geçiriyor. Burjuvazi bugünkü konjonktürde bu gelişmeleri uzun vadede denetim altına alabilecek reformist olanaklara sahip değildir. Tam tersine süreci denetim altına almak için ekonomik ve siyasi şiddeti daha da büyütüyor. İşçilerden kemerleri sıkmaları isteniyor. Enflasyon, vergi ve zamlarla zaten düşmüş olan reel ücretler daha da aşağı çekiliyor. Bunlar yetmiyor, işçilerin sosyal hakları budanıyor. Sınıfa yönelik bu saldırı gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara doğru katmerlenerek yayılıyor.
Bugün Türkiye ve benzer ülkeler 1800’lü yılların ortalarında yaşanılan kapitalist vahşilikten daha beterini yaşıyor. Yani “uygarlık” geliştikçe vahşet de büyüyor. İşsizlik, fiyat artışları, mesleki ve beslenememekten doğan hastalıklar, iş cinayetlerine bakıldığında, bize bu kapitalist vahşet konusunda kesin bir bilgi veriyor. Bu vahşetin diğer bir boyutu da kadına yönelik şiddettir. Bütün bunların anlamı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal ilişkiler, nesnel olarak gittikçe devrimcileşmesidir.
İşçi Hareketi
Bugün işçi sınıfı burjuvazinin ekonomik, politik, ideolojik çok yönlü bir saldırısı altındadır. Saldırının etkinliği sadece burjuvazinin ideolojik ve politik şiddetinden kaynaklanmıyor. Bizzat sınıf örgütleri de bu saldırının önemli bir aracı olmuş durumda. Herbiri burjuva partilerin birer eklentisi durumuna gelen sendikal konfederasyonlar (HAK-İŞ, DİSK, TÜRK-İŞ vb.) devletle girdikleri girift ilişkilerle sınıfın karşısında konumlanmış durumdadır.
Bu konfederasyonların aralarındaki fark, bağlı oldukları burjuva siyasal partilerin aralarındaki fark kadardır. Türk-İş başkanının kamu işçileri toplu sözleşmesi için hükümetle yaptığı görüşmelerde takındığı tutum, devletle kurulan ilişkinin en son örneğidir.
Bütün bu olumsuzluklara karşın işçi sınıfının, kendiliğinden mücadelesi ile ayağa kalkmaya yönelik hamleleri devam etmektedir. Ancak sınıf içindeki bu mücadele potansiyeli çoğu zaman işsizliğin, işten atılma korkusunun sınıf dayanışması üzerinde yarattığı baskıya ve sendikaların uzlaşmacı tutumuna yenik düşüyor; çoğu durumda atılan işçiler tek başına mücadele etmek zorunda kalıyor.
Öncü işçiler işten atılıyor, sendikalaşma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanıyor. İşçi sınıfı içindeki bu arayış ne yazık ki bugün içine hapsedildiği sendika-devlet cenderesini kırıp yeni bir sendikal anlayışı, sınıf sendikacılığını kendiliğinden gerçekleştiremez. Aşağıdan gelen bu arayışın, yeni bir sendikal anlayışı ortaya koyacak ve bunun sınıf içinde yerleşmesini sağlayacak siyasal bir etkiyle buluşması gerekiyor.
Sınıf sendikacılığı ancak sınıfın taşıdığı potansiyel gücün, mücadele eğiliminin sınıf temelli bir siyasetle buluşturulmasıyla gerçekleşebilir. Bu konuda da görev komünistlere düşüyor.
Bu temelde örgütlenme faaliyetini yürütürken komünistler, mevcut konfederasyonlara bağlı, sınıf sendikacılığından yana sendikaları desteklemeli, sınıf uzlaşmacı yaklaşımları olduğu kadar, sendika kurmak için sendika anlayışına dayalı sekter yaklaşımları da mahkûm etmelidirler. İşçi sınıfı, bugün geliştireceği yeni yöntemlerle, açık mücadele biçimleri yanında, farklı mücadele biçimlerini de kullanarak, kendi gücüne güveni temel alan, iyi düşünülmüş ve iyi hazırlanmış, sağlam örgütlenmeler ve eylemlerle, mücadele kararlılığı ve azmini geliştirerek, üst üste yığılan başarısızlıklarla, rekabet içinde bölünmüşlükle kaybettiği güveni, rekabeti saflarından atarak, birleştirici eylemi öne çıkararak, bunu, küçük de olsa, birbirini izleyen başarılarla, sınıf hareketine yayarak içine sokulduğu sendika-devlet cenderesini kırabilir. İşçi sınıfının sendikal birliği ancak böyle, sürekli ve sabırlı çabalarla kurulabilir. Bu, sınıf içinde kazanma psikolojisini geliştireceği gibi, komünist siyasi faaliyetin zeminini de güçlendirecektir.
Sosyalist Hareket
Farklı parti ve gruplarıyla bir bütün olarak sosyalist hareket, uzunca bir süreden beri güç kaybediyor. Güç kaybı kendini ideolojik konumlarda, politikada, eylemlilikte ortaya koyuyor. Bu güç kaybının, nedenini sadece sınıf mücadelesinin sertleşmesine bağlı olarak insanların geri çekilmesi olarak göremeyiz. Elbette bunun etkisi vardır ama güç kaybına yol açan ana etken, ideolojik, stratejik ve taktik gerileme, pratikte mücadele hedefleri ve biçimlerinin, düzenin kabul edeceği sınırlara çekmeleridir. Bu geri çekişiliş bugüne kadarki hemen tüm birlik girişimlerinin (Haziran hareketi, HDK) temel özelliğidir.
Mücadeleyi burjuvazinin tümüne, mevcut kapitalist düzene karşı bir mücadeleden kopararak, faşizmin geriletilmesi, barış, demokrasi, toplumsal uzlaşma söylemiyle AKP’nin geriletilmesi, ya da iktidardan düşürülmesi hedefine indirgenmesi, bu ideolojik ve politik kaymanın temel argümanı olmuştur.
Büyük çoğunluğuyla sosyalist hareketleri parlamentarizme hapseden bu süreç, önce sosyalist parti ve grupların hedefsiz, ilkesiz birleşmeleriyle başladı, Ardından savrulma, AKP’nin uyguladığı baskı ve sindirme politikaları arttıkça daha da güçlenerek CHP ile fiili işbirliklerine kadar vardı. Bu süreç 2019 yerel seçimi ve ardından iptal edilen İstanbul seçimiyle en tepe noktaya çıktı. Burjuvazinin AKP eliyle uyguladığı baskı ve sindirme politikaları sürdükçe bu eğilimin daha da güçleneceği açıktır. Bir yandan iktidarın uyguladığı şiddete, öte yandan bir anlamda bundan da beslenen liberal rüzgara, devrimci hareketler ancak devrimci bir platform yaratarak karşı durabilirler. Hareketimizin, Birleşik Devrimci Platform çağrısı, bu gerici ve liberal rüzgara birlikte cevap verme esprisine dayanıyor. Gerçekleşmesi zor olsa da bu çağrıya inat ve ısrarla sürdürmeliyiz.
Komünist Hareket
2011’de Söz ve Eylem’i çıkartmaya başladığımızda hedefimiz sınıf mücadelesine yön verecek devrimci bir partinin yaratılmasıydı. Bu hedefe ulaşmak için üç noktayı öne çıkardık; birincisi, arı Marksist –Leninist bir bilince ulaşmaktı. Bunun için ilk iş Marksizm-Leninizm’e uzun bir süreden beri bulaşmış olan ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra neredeyse ona egemen olan ayrık otlarını temizlemekti. Bunu gerçekleştirmek için teorik temellerimizi, sınıf mücadelesi tarihi içinde ele almaya çabaladık. İkincisi Türkiye devriminin üzerinde temelleneceği devrimci bir program oluşturmak ve üçüncüsü de, işçi sınıfına, emekçilere siyasal gerçekleri açıklayacak ajitasyon propaganda araçlarını yaratmaktı. Arada geçen sekiz yılda bu noktalarda, yeterli olmasa da, azımsanmayacak bir yol aldık.
Bu tarz bir yürüyüş hattı oluştururken kalkış noktamız, “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” Leninci belgisiydi. Marksizm- Leninizm’in bu en temel belgisi, aynı zamanda sınıf mücadelesinde Marksistlerin hayata geçirmekte en çok zorlandıkları, oportünizmle devrimciliği ayıran bir ayraç olagelmiştir. Tarihsel deneyim devrimci bir parti olmadan teoriyle pratiğin birliğinin gerçekleşemeyeceğini, pratik gibi teorinin de devrimci kalamayacağını gösteriyor.
Devrimci parti oluşturma hedefinde bizim tıkandığımız ana nokta da burasıdır. Vurgulandığı gibi devrimci teori ile devrimci pratiğin birliği devrimci bir parti formunda vücut bulur. Devrimci parti ise en yalın tanımıyla devrimci bir nitelik ve o niteliğe uygun bir niceliğin merkezi birliğidir. Yani devrimci bir kadronun kendisini merkezi tarzda örgütlemesidir. Devrimci kadro, basitçe bir dizi niteliğin (ideolojik yetkinlik, devrimci inanç, disiplin, feragat, özveri, cesaret, yoğunlaşma, uzmanlaşma vb.) toplamı değildir. Bunun çok daha ötesinde, bu niteliklerin merkezileşmesi, kolektif bir niteliğe bürünmesidir. Bunlar olmadan devrimci bir kadrodan söz edilemeyeceği açıktır. Ama bu nitelikler üzerinden yapılan bir tarif yine de eksik kalacaktır. Devrimci bir kadronun en önemli kriterlerinden biri de mevcut durumda öne çıkan sorunu yoğunlaşma ve çözmedir; yani çubuğu gerekli noktada gerekli yöne bükebilme becerisidir. Bu süreç içerisinde bizi en fazla zorlayan şüphesiz sistemli bir kadro politikası geliştirememiş olmamızdır. Kadronun devrimci eğitimi konusunda belirli bir yol almış olsak da, aynı şeyi disiplin, yoğunlaşma, uzmanlaşma, özveri ve feragat konusunda gönül rahatlığıyla söyleyemeyiz. Bu sayılan nitelikler konusunda çoğu zaman sempatizanlar kadronun önüne geçmişlerdir. Bu da kadronun saygınlığı ve örnek olma özelliğini etkilemektedir.
Sınıf mücadelesi devrimci bir yükseliş döneminde değil, üstelik devrimci harekette kafa karışıklığı had safhada. Yaşamın olağan akışında bizi olumsuz olarak etkileyen, yoğunlaşmamızı, disiplini, özveri ve feragati gerileten ögeler, motivasyonu artırıcı, morali yükseltici ögelere ağır basıyor. Böylesi bir süreçte devrimci niteliği korumak, ancak bilinçle ve olağan yaşamın dışında kalarak, feragati artırarak mümkündür. Elbette nesnel ortamın üzerimizdeki etkilerini yok sayamayız Ama devrimcilik bir anlamda bu olumsuz koşullara karşı savaşmak değil midir?
Sosyalist hareketteki çok yönlü gerilemenin bizi de etkilediği koşullarda düzenlediğimiz bu konferans hareketimiz için yeni bir atılımın başlangıcı olmalıdır. Bu, her şeyden önce eksik ve hatalarımızı doğru tespit etmemize, onların üstesinden gelmek ve önümüze koyacağımız hedeflere ulaşmak için kendimizden başlayarak hareketimizi yeniden örgütlememize, özellikle iyi bir işbölümüne, disiplinli ve denetime dayalı kolektif merkezileşmeyi gerçekleştirmemize, bunun için gerekli özveri, feragat, yoğunlaşma düzeyini yükseltmemize bağlıdır.
Belirlediğimiz hedeflere doğru yol alabilmemiz için faaliyetimizin öncelikli alanlarını iyi belirlememiz, bu alanlara yönelik işlevsel bir işbölümünü gerçekleştirmemiz, ısrarcı olmamız ve her aşamada faaliyeti denetleyecek pratik mekanizmalar kurmamız gerekiyor. Hareketimizin bugün için öncelikli çalışma alanlarını şöyle özetlemek mümkündür;
1-Devrimci ajitasyon, propaganda faaliyetini örgütlemek. Bu faaliyeti birkaç kola ayırabiliriz;
a) kadronun düzenli ve sistemli eğitimi. Bunun için merkezi bir eğitim programı hazırlanmalı ve tüm kadro yeri ve zamanı belirlenerek bu eğitimlerden geçirilmeli, Söz ve Eylem’in yayın faaliyeti bu eğitimi dikkate alacak şekilde yürütülmeli.
b) İşbaşı gazetesi yayın faaliyetini işçi sınıfının öncü kesimlerine yönelik olarak yeniden düzenlemeli,
c) Genç Sosyalist dergisi, lise ve özellikle üniversite gençliğine yönelik olarak yayın faaliyetini yeniden gözden geçirmeli. Bu üç yayını bir yanda baskı aralıklarını düzenli hale getirip niteliklerini yükseltirken, öte yandan da dağıtım ağlarını sürekli olarak geliştirmeliyiz, yayın okuma grupları oluşturarak kurduğumuz ağı süreklileştirmeliyiz. Her yoldaşın özellikle işçi ve gençliğe yönelik yayın organlarına yazı yazması, muhabirlik yapması sağlanmalı, eleştiri ve önerileri alınmalıdır. Ancak bunlar yapıldığında yayın organları gerçekten kolektif bir ajitatör, propagandist ve örgütlenme aracı işlevini görecektir.
2-İşçi sınıfı içinde devrimci faaliyetin yürütülmesi; Sınıf içinde çalışma faaliyetimizin temel yönelim alanıdır. Bu faaliyet fabrika ve işyeri bazlı bir faaliyettir ve hedefi öncü işçilere ulaşma ve onların devrimci tarzda örgütlenmesine yöneliktir. Bugün işçi sınıfının büyük kitlesi dikkate alındığında ideolojik ve örgütsel gerilik içinde olduğu bir sır değil, Ama buna rağmen işçi sınıfı içinde sosyalizme gönül vermiş, sınıf mücadelesinde deneyimli az da olsa bir kitle vardır. Bu kitleye ulaşmanın yol ve araçlarını bulmak bizim görevimizdir. Yoğunlaşmamız gereken en önemli konulardan biri de budur.
3-Ögrenci Gençlik Hareketi, Toplumun en duyarlı ve hareketli alanlarından biri olan öğrenci gençlik hareketine özel bir ilgi göstermeliyiz. Öğrenci gençlik , özellikle üniversite gençliği uzun bir süreden beri geri çekilme içindeydi. Özelikle geçen yılın sonundan başlayarak öğrenci hareketi bir toparlanmanın içine girdi, önümüzdeki öğrenim sezonunda gençliğin daha da aktifleşeceğinin işaretleri var. Hem Genç Sosyalist ve hem de gençlik örgütlenmesini, bu eğilimi dikkate alarak yeniden örgütlemeliyiz. Hem işçi sınıfına hem de gençliğe yönelik çalışmada başlangıç noktamız, var olan ilişkiler olmalıdır. Eğer var olan ilişkiler iyi değerlendirilir ve ısrarcı olunursa bu ilişkiler bizi mutlaka yeni ilişkilere taşıyacaktır.
4-Eylemlilik, Bir hareketin kendini toplumsal planda var etmesinin en önemli aracı kendi eylemliliğidir. Bu bizim en zayıf olduğumuz alanlardan biridir. Çoğu durumda sayısal azlık, kendi eylemimizi planlayıp örgütlememize engel oluyor. Eylemlilikle sayısal güç arasında doğrudan bir ilişki kuran bu tutumdan hızla uzaklaşmalıyız. Eylemliliği işçi direnişlerine katılmaktan, az bir güçle iyi örgütlenmiş protestolara, afiş, bildirilerden panellere kadar geniş bir alanda ele almalı ve uygulamalıyız. Eylemlilik konusunda özellikle gençlerin önünü açmalı, onları tüm olanaklarımızla desteklemeliyiz. Eylemliliğin başka bir alanı da sosyalist parti ve gruplarla yapılacak iş ve eylem birlikleridir. Bu eylem birliklerine mutlaka kendi kimliğimizle, pankart ve sloganlarımızla katılmalıyız. Bu aynı zamanda bizim sosyalist parti ve gruplarla olan ilişkilerimizi de geliştirecektir.
5-Mali olanakların yaratılması; gerek ideolojik mücadelede, gerekse örgütlenmede hareket kabiliyetimizi engelleyen önemli faktörlerden biri de mali olanaksızlıklardır. Mali olanaklarımızın artırılması, daha etkili ideolojik mücadele, eylemlilik ve örgütlenme demek olduğunu akıldan çıkarmadan daha özverili davranmalıyız.
Bütün bunlar, devrimci hazırlığın önümüze koyduğu açıl devrimci görevlerdir. Bu görevlerin üstesinden gelmek kaçınılamaz devrimci bir zorunluluktur.
:::::::::::::::::