Siyasal Durum ve Görevlerimiz:
Burjuvazi içindeki rekabet ve çatışma, uluslararası ve iç ekonomik, politik gelişmelerin etkisi altında kimi zaman küllenerek, kimi zaman da alevlenerek sürüyor. Sermayenin bu kavgası sermaye hareketinde verilidir. Sermaye başka sermayeler olmadan, onlarla ilişki ve rekabet içine girmeden varlığını sürdüremez. Bu noktadan bakıldığında rekabet ve bunun kaçınılmaz sonuçları olan yolsuzluk, vurgun, rüşvet ve çatışma sermaye hareketine dışardan sokulmuş unsurlar değil, bizzat onun varoluş biçimleridir. Kapitalizmin hızlı ve “sorunsuz”geliştiği dönemlerde rekabet ve çatışma, sermaye hareketinde üstü örtülü olarak sürer. Ama ne zaman ki üretim tarzı kendi iç çelişkilerinin duvarına çarpar, ne zaman ki krizler ortaya çıkar, o zaman, rekabet yolsuzluk ve çatışma sermaye hareketinin yegane biçimi olur. Bugün kapitalist rekabeti sermaye savaşlarına dönüştüren, bu durumdur. Kapitalist rekabet kapitalizmin genel krizi koşullarında bir yandan dünyanın egemenlik alanları, diğer yandan da pazarların emperyalist tekeller arasında yeniden paylaşımı olarak sürüyor. Tek tek kapitalist ülkelerde yaşanan ve kendini yolsuzluk, rüşvet ve her bakımdan çürümüşlük olarak ortaya koyan sermaye savaşları, bu genel tablodan, kapitalist gelişmenin ulaştığı dünya-evrensel boyut ve sistemini bir bütün olarak etkisi altına alan kapitalizmin genel krizinden bağımsız olarak ele alınamaz.
2008 Krizini Anlamak
Kâr oranlarının düşme eğiliminin yarattığı meta, para ve üretken sermayenin uluslararası hareketliliğindeki artış eğilimi, bu hareketliliğin yarattığı sonuçlara göre kapitalist sistemin dönemsel olarak farklı politikalar izlemesine neden olur.
Emek üretkenliğindeki sıçramalı artış, zıt yönlü etkilerin işlemez olduğu noktada bir çatışmaya neden olmuş ve yıllarca etkisi devam eden ve devam edeceğini öngördüğümüz bir kriz evresine girilmiştir. Ancak 2008 krizinin nedeni olan emek üretkenliğinin artışı, makinenin temel unsurlarında bir değişime bağlı değildir. Kriz, yüksek teknoloji üretiminin yaygınlaşması sonucunda ortaya çıkmış, güç kaynağı, aktarım mekanizması veya aletin yapısında değil, makinenin denetim noktasında bir değişiklikten kaynaklanmıştır. Bu gün yüksek teknoloji ürünleri işlevsel olarak gitgide işçinin kafa emeğinin yerini almaktadır. Makine ile kol emeği emek aracının unsuru haline gelirken, şimdi, yüksek teknoloji ürünleri ile kafa emeği kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. İnsan emeğinin binlerce yıldır üretim için zorunlu olduğu kol ve kafa emeği türleri şimdi emek aracının unsuru haline gelirken geriye tahayyül etmek, tasarlamak ve estetik emek türleri yani belki de kafa emeğinin en yaratıcı unsurları olabilecek emek türleri kalmıştır. Bu gelişme, üretim ilişkileri kapitalist olduğu sürece güvencesizliği, kiralık işçiliği, esnek çalışmayı zorunlu kılan, insanlığın geleceğini karanlıklaştıran bir yapıya sahiptir. Bu durum bu şekilde devam ettiği ölçekte insanlık bu güne kadarki tarihinde hiç bu kadar değerlerinden uzaklaşmış, insanlığından bu denli koparılmış olmayacaktır.
1990 sonrası yaşanan hızlı kapitalist büyümede, üretici güçlerdeki gelişmenin ortaya çıkardığı yeni işkolları (bilgisayar üretimi, iletişim sektörü vb.) ile konut ve otomotiv sektörleri, lokomotif rolünü üstlendi. Sermaye hemen her yerde özellikle bu iki sektörü (konut ve otomotiv), hem gelişimini ve hem de tüketimini finanse ederek destekledi. Desteklenen bu sektörlerde “aşırı” üretim, aşırı değerlenmelerle el ele yürüdü. Özellikle konut sektöründeki aşırı şişme, yeniden kredilendirilişi büyütülerek patlamaya hazır bir bombaya dönüştü.
Sermaye birikiminin büyük hız kazandığı 1990-2007 arasındaki döneme damgasını vuran, üretici güçlerdeki gelişmenin yol açtığı “aşırı” üretim, mali piyasalarda aşırı şişme ve aşırı spekülasyondur. Sonuç ise Engels’in 1825’deki kapitalizmin ilk genel krizi için betimlediği tablonun, bugün çok daha geniş bir alanda, büyüyen ölçüde ve çok daha sarsıcı biçimde yaşanmasıdır. Sermayenin değersizleşmesi, kriz, konut sektöründe yaşanan aşırı şişme ile birlikte, kredilerin geri ödenemez olduğunun ortaya çıkmasıyla patladı ve bütün kredi sistemine yayıldı. Borsalar, tahvil, hisse senedi ve türev piyasalar çöktü. Bankalar, fonlar birbiri ardından batma noktasına geldi.
Kapitalist sistemin krize tepkisi bu kez alışılmışın ötesindeydi. Daha önceki krizlerden edindiği tecrübeyle, krizin ani bir çöküntüye dönüşmesini engellemek için devletler aktif olarak devreye girdi. Önce bankalar kurtarıldı, arkasından kurtarılma sırası tekellere geldi. Devletler para basarak, banka ve şirketlere ucuz faizle (neredeyse faizsiz) kredi pompalayarak krizi denetim altına tutmaya çabaladılar. Başta ABD, AB, İngiltere ve Japonya merkez bankaları olmak üzere para basma “yetkisi” olan (bilindiği üzere bir çok devletin bu yetkisi emperyalist devletlerin dayattıkları kurumlarca gasp edilmiş durumda) merkez bankaları, krizin başından beri, piyasaya büyüyen oranda para sürdü ve sürmeye devam ediyor. Krizin başından bu yana piyasaya sürülen para miktarı çoktan on trilyon doları geçti.
Bu yolla hem iflasların önüne geçilmesi hem de büyüyen işsizlik ve düşen ücretlerle tehlikeye düşen sermaye gerçekleşmesi, (pazardaki daralma, meta satışlarının düşmesi) tüketimin ucuz krediyle finanse edilerek artırılması hesaplandı. Bu tarzda bol para ve düşük faiz, krizin denetim altında tutulmasında kısa vadede başarılı da oldu. Krizin çökertici etkisi hafifletildi. Ama bu durum bir yandan krizi müzmin bir hale dönüştürürken, öte yandan mevcut gerilimi öteleyip biriktirerek büyütüyor. Daha büyük bir krizin kapısını açıyor.
Ucuz ve bol para üretimde bir büyümeye dönüşmüyor; tersine, spekülatif alanlara kayıyor. Piyasadaki para miktarı arttıkça borsalardaki, türev piyasalardaki kumar da büyüyor. Kapitalizm düşen meta satışlarını, pazarlardaki daralmayı işçi ve emekçilere ucuz kredi açarak aşmaya çabalamıyor. Bu yolla işçi ve emekçilerin sadece geleceği ipotek altına alınmıyor; onların sisteme bugünkü itirazlarının önü de kesiliyor. Özellikle kriz sonrası büyüyen bu ipoteklenme bugün öyle bir noktaya ulaştı ki, ipotekli kitlelerin hane halkı borçlarının toplamı, ülkelerin yıllık gayri safi milli hasılalarının toplamını geçmiş durumda. Sistemde çarkların ağırda olsa dönmesini sağlayan Kredi-İpotek sistemi, (tüketici kredisi, kredi kartı, vb. çeşitli adlarla verilen krediler) kitlelerin, işten atılma korkusuyla kapitalist sisteme karşı tepkisini törpülerken, kapitalizme yönelmesi gereken öfkeyi aile içine, kadın ve çocuklara çeviriyor.
Burjuvazinin krizi hafifletmek için bugün büyük bir umutla sarıldığı bu yöntem (ucuz, bol paraya ve devlet ihaleleri ile sermayeyi destekleme ve kredi sistemiyle kitleleri ipotekleme ) kısa vadede burjuvazinin istediği sonuçları verse de krizi ortadan kaldırmıyor, gerilimi öteliyor. Hem burjuvazinin iç çatışmasını, hem de emek sermaye çatışmasını keskinleştirerek daha sarsıcı bir krizin koşullarını biriktiriyor. Bugün ise rekabetin artık can pazarına dönüştüğü döneme girerken gümrük vb. koruma duvarlarının yavaş yavaş yükseltilmesine tanık olmaktayız. Artık krizin gitgide derinleşmesiyle beraber sermayenin ortak çıkarları söylemi, yerini çıkar çatışmasını içeren bir dile bırakmıştır. Gericilik ve milliyetçilik yükselen akımlar olarak işçi sınıfının mücadelesinin karşısına çıkarken, şimdi her ulusun sermayesinin kendi bacağından asılma dönemi gelip çatmıştır; politik araçların ekonomik araçların uzantısı olduğu çırılçıplak görünür hale gelmiştir. Kriz artık politik araçlardan başka bir yolla çözülebilir niteliğini yitirmiştir. Bugün gittikçe yaygınlaşan ve İngiltere’nin birlikten ayrılma kararıyla somut hale bürünen ‘her koyun kendi bacağından asılsın’ eğiliminin, gerici- milliyetçi iktidarları başa getirmesinin temel nedenlerinden birisi bu eğilimdir.
Emperyalist Paylaşımda Yeni Evre
Kapitalizmin üzerinde oturduğu bugünkü yapı, II.Paylaşım Savaşının ardından kuruldu ve savaştan her (ekonomik, siyasi, askeri…) bakımdan galip çıkan ABD hegemonyasının, Bretton Woods anlaşmaları üzerinden hem hegomonyasını ilan ediyor, hem de dünyanın yeni paylaşımını sağlıyordu; Bretton Woods’da kurulan bu hegemonik örgütlenmenin ideolojik ayağını anti- komünizm ve anti-Sovyetizm oluşturmaktaydı.. ABD kendi hegemonyasının kabulü karşılığında kapitalist dünyayı komünizme karşı koruma görevini üstleniyordu. Ekonomik ayağını IMF, Dünya Bankası ve GATT ( Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması – GATT sonradan Dünya Ticaret Örgütü olarak değişti), askeri – siyasi ayağını ise NATO oluşturdu. Bretton Woods’da oluşturulan ABD hegomonyasında ilk çatlak 1960’lı yılların ortasında ortaya çıktı. Fransa, Afrika’daki eski sömürgeleri üzerindeki denetimini ABD’ ye kaptırmasına, F. Almanya ile birlikte AET’yi ( Avrupa Ekonomik Topluluğu) kurarak karşılık verdi. Bununla da kalmayıp, NATO’nun askeri kanadından ayrıldı. ABD, hegomonyasının ilk sarsılması 70’li yılların başında gerçekleşti. ABD ekonomisi krize girdi. Dolar, altın karşılığı özelliğini kaybetti. ABD’nin dünya sanayi üretimi ve ticaretindeki payı 1950’li yıllarla karşılaştırıldığında yarı yarıya düştü. 1980’li yılların sonunda ise hegemonyanın üzerinde yükseldiği ikinci ayak da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla çöktü. Sovyetler Birliği’nin çöküşü kapitalizm için sadece devlet biçiminde örgütlenmiş düşmanın ortadan kalkması anlamına gelmiyordu; bu, aynı zamanda Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika ve Ortadoğu’da yeni paylaşım alanlarının ortaya çıkması demekti. Paylaşımı belirleyen güç dengesindeki her değişim, zorunlu olarak yeniden paylaşımı gündeme getirir.
ABD’nin bu yüzyıla dönük stratejisinin esası, dünya enerji kaynaklarının azami kontrolü üzerine dayanmaktadır. ABD’ nin çıkarlarını ve hegomonyasını tehdit edebilecek ittifakların engellenmesi onun temel dış politikasıdır. Ortadoğu coğrafyasında ise ABD açısından İsrail’in güvenliği hala birinci derecede önemlidir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler İsrail’in güvenlik meselesinin ABD hegomonyası ile doğrudan ilişkili olduğunu ortaya koymakta, buna bağlı olarak da Irak, Libya daki askeri operasyonların ABD’ nin hegomonik gücünü bir yandan artırırken, bir yandan da İsrail’in içinde bulunduğu sıkışmışlık alanını gitgide genişleyen bir koridora dönüştürmektedir.
Suriye müdahalesi ve bu müdahalenin izlediği seyir paylaşım savaşının yeni bir evreye girdiğini gösteriyor. Suriye müdahalesi öncesi Afrika ve Ortadoğu’da (Afganistan, Irak, Libya) sürdürülen emperyalist müdahalelerin belirgin özelliği ABD askeri üstünlüğü altında karşı cephe olmaksızın tek cepheli müdahaleler olmalarıydı. Suriye’de savaşın bu seyri Rusya ve Çin’in karşı cepheyi oluşturmasıyla değişti. Pasifik ve Kafkaslar’da kararlılıkla sürdürülen Rusya-Çin işbirliği Akdeniz’de de aynı kararlılıkla sürdürüldü. Başlangıçta Suriye’ye Libya’ya yapıldığı gibi müdahale edileceğini açıklamalarına rağmen ABD ve İngiltere, Rusya ve Çin’in kararlı duruşu karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Bu ABD ile Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana savaş ihtimaliyle ikinci kez karşı karşıya gelmeleriydi. İlki Gürcistan’da gerçekleşti. Rusya’nın burnunun dibindeki bu karşı karşıya geliş, Osetya’nın Gürcistan’dan koparılmasıyla sonuçlandı. Suriye’de ise ABD ilk kez başka bir emperyalist odağın karşısında gerilemekteydi. ABD’nin Irak’ın üçe bölünmesi esasına dayalı bir sistem öngördüğü görülmelidir. Buna göre Güneyde Şii eksenli bir yapı, Kuzeyde Kürt bölgesi ve geri kalan kısımda ise Sunni bir Arap bölgesi öngörmektedir. Bu sürecin en önemli özelliği İsrail’e tehdit olabilecek ülkelerin tek tek devreden çıkarılması ya da işgal edilmek suretiyle yeniden yapılandırılması çabasıdır.
ABD Suriye’de atmak zorunda kaldığı bu geri adımı, Rusya’nın burnunun dibine sokularak karşıladı. Daha önce ABD’nin aktif desteğiyle “Bağımsız Devletler Topluluğu”ndan koparılan Ukrayna, bu kez savaşın Rusya topraklarına taşınmasının aracı oldu. Bu gelişme bizi paylaşım savaşının yeniden başladığı yere, Avrupa’ya geri döndürüyor.
Ukrayna’yı konumuz açısından önemli kılan, onun stratejik konumudur. Ukrayna’nın Ortadoğu’yu aratmayan etnik ve dinsel yapısı ve ülkedeki güçlü gerici-şoven eğilim dikkate alındığında potansiyel olanın fili olana dönüşmesinin hiç de zor olmadığını görülüyor. Üstelik bu bölgede Ukrayna tek de değil; etnik, dinsel farklılıkları ve devletlerarası halledilmemiş sınır sorunlarıyla bölge tutuştuğunda dünyayı da kavuracak bir barut fıçısından faksızdır. Bütün bunlara bakarak ‘artık Avrupa’da bir savaş çıkmaz’ sözünü gönül rahatlığıyla söyleyebilmenin olanağı yoktur.
Emperyalist savaşın adım adım mayalanmakta olduğu bir başka bölge de Pasifik bölgesidir. Söz ve Eylem, bu bölgedeki gelişmeleri izleyerek düzenli olarak okurlarına iletiyor. Gelişmeler uzun bir dönemden beri Çin’in, ABD ve Japonya tarafından kuşatılmaya çalışıldığını gösteriyor. Bu durum Çin Rusya ittifakını güçlendirirken savaş olasılığını da büyütüyor. Dünyanın bu üç kritik bölgesindeki gelişmeler yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hiç de uzağında olmadığımızı gösteriyor. Bütün bu gelişmeleri vicdan ve ahlak ölçütleriyle ele alıp hâlâ genel bir savaşın çıkamayacağını iddia etmek, kapitalizmi anlamamaktan öteye onu aklamaya çalışmak, gelecek kıyıma zemin hazırlamaktır.
“Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında; sanayide bunalımdan, siyasette ise “savaştan” başka araç yoktur.” Bütün bunlara, dünyada hızla artan silahlanma yarışları eklendiğinde ilan edilmemiş bir savaştan, ilan edilecek bir savaşa doğru yol alındığı söylemek, hiç de abartma sayılamaz. Savaşı önleyecek tek güç ise, kapitalizme başkaldıran, devrim yürüyüşünde ulusal ve enternasyonalist birliğini pekiştirip büyüten tüm işçi ve emekçilerdir. Bugün kamusal işlevlerini yitirmiş ve çıplak bir zor aygıtından başka hiç bir anlam taşımayan devletin yıkılması ve sosyalizmin yeniden inşası nesnel anlamda hiç bu kadar yakın olmamıştır.
Türkiye Nereye?
Tunus’ta canlanan, Mısır’da alevlenen ve Suriye’de gerçekleşebilecek gibi görünen Türkiyenin emperyal hayalleri, yine Mısır’dan başlayan süreçle domino taşı misali bir anda yıkıldı. Suriye’ye doğrudan müdahalenin emperyalist güç dengelerine takılması, hayallerinin küçülmesine neden oldu. Katar ve Suudi Arabistan’ın parası ve Türkiye’nin silah, cephane, üs, eğitim, kadro ve militan desteğiyle büyük ölçüde Suriye dışından katılımlarla Suriye silahlı muhalefeti örgütlendi.
Türkiye, Suriye müdahalesine kendisine biçilen rolün ötesinde, emperyal hayaller ve çıkarlar uğruna ve bir Kürt soykırımına dönüştürebilme hedefiyle dahil oldu. Baştan beri bölgedeki konumlarını Suriye’de Esad’in yenilgisiyle ilişkilendiren Türk egemenleri , bunu sağlamak için olmadık yol ve yöntemleri denedi. Bunlardan sonuç alamayınca birbiri ardı sıra provokasyonlara başvurdu. Çünkü Suriye, Türk burjuvazisi için sadece bir bölgesel etki alanı değildir. Suriye aynı zamanda Suriye müdahalesini bir Kürt soykırımına dönüştürme anlamında, Türk devletinin en önemli sorunu olan Kürt sorununun da “çözüm” alanıdır.
Bu durum, Rusya’nın Suriye sorununa doğrudan müdahil olmasıyla birlikte geri döndürülemez ölçüde değişti. ABD’nin baskısıyla istemeyerek de olsa koalisyonda yer alarak İŞID’le ilişkilerini sınırlamak zorunda kalan Türkiye, Rusya’nın sahaya inmesiyle de Suriye’deki öteki ittifaklarını (El- Nusra, Sultan Murat Tugayları vb.) da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Rusya’nın Suriye sorununa müdahil olmasının hemen ardından İŞID’e karşı yürüttüğü operasyonlar ve bu kapsamda İŞID’den petrol satın alan Çalık grubuna ait yüzlerce tankeri bombalaması, Türk devleti ve özellikle Erdoğan’ın sinirlerini gerdi. Erdoğan’ın yönetimindeki Türk devleti her cephede kaybetmenin telaşı içinde, içeride Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşı adeta kentlerin yıkımı üzerinden acımasızca sürdürürken, dışarıda da yeni provokasyonlara başvurmaktan çekinmedi. Rus uçağının düşürülmesi süreci bu tür provokasyonlarınen açık örneğidir. Kısaca Türkiye bu defa da umduğunu bulamamıştır. Ancak bütün bu başarısız girişimlerin Erdoğan yönetimindeki Türkiye’yi durdurmaya yetmeyeceği görülüyor. Başarısızlığın bütün faturasını bir önceki Davutoğlu hükümetine yükleyerek yeni hükümet ile yeni konsept oluşturmaya çalışarak Rusya ile yaptığı mutabakat üzerinden kendi güney sınırını nispeten güvenceye alma adına sınırlı bir operasyona imza atan Hükümet, El Bab’ın IŞID’ın elinden alınarak Cerablusun kontrol edilebilmesini amaçlamıştı.. Bu çerçevede yürütülen harekat, ilk önce sert bir kayaya çarpmış gibi bir etki yaratmış olsa da Cumhurbaşkanının El Bab dan öteye geçmeyeceğiz güvencesini IŞID’a duyurması sonrasında durum az çok kurtarılmış, askeri bir hezimet olmaktan çıkmıştır..
AKP’nin önce El Nusra’yı, ardından IŞİD’i desteklemesinin bir diğer nedeni olarak da düşünülmesi gereken Rojava gerçeğidir.. Kürtlerin kendi bölgelerinde yönetimlerini ilan etmeleri ve daha sonra burada kantonlarla demokratik bir yönetim şekli izlemeleri Türkiye’yi çok tedirgin etti. İçerde Kürt Hareketi ile müzakere masasına oturan Türkiye, Rojava’da Kürtlere karşı cihatçılar aracılığıyla kanlı bir soykırım politikasına imza atıyor. Suriye Kürdistan’ı, dört taraftan ablukaya alınmış durumda ve bu abluka da Türkiye’nin desteğiyle gerçekleşiyor.
Bilindiği üzere, 2015 Haziran seçim sonucu AKP ve Erdoğan ve ailesi için “kefen giymek”ten farksızdı. Seçim sonucu ortaya çıkan siyasal tablo her ne kadar AKP’siz bir iktidarı olanaksız kılıyor idiyse de, AKP ve Erdoğan için hangi partiyle olursa olsun bir koalisyon, yolun sonu demekti. Erdoğan bu olasılığı seçimin yenilenmesi taktiğini benimseyerek ortadan kaldırdı. Geride kalan tek sorun, yenilenecek seçimin nasıl kazanılacağıydı. Bulunan yol, devlet terörü ve gelecek endişesinin büyütülmesi oldu. Özellikle Kürdistan coğrafyasında hiçbir yasa ile sınırlandırılmayan önlemler, güvenli bölgeler, sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı vb., ilan edildi ve kuşatma altındaki halk baskı ve katliamlara maruz kaldı. Savaş, kuzey Kürdistan’dan Türkiye’nin batısına taşındı. Doğuda Kürtlere karşı sürdürülen savaş, Batıda bombalama, yakma ve yağma türü saldırılar biçiminde iç savaş tehdidine dönüştürülerek sürdürüldü. Hükümet ve devletinin Kürt halkına dayattığı bu savaş, emperyalist devletler – ABD, AB ülkeleri – tarafından hükümetten koparılan ve koparılacak tavizler karşılığında desteklendi. İncilik Üssü ABD’nin kullanımına açılırken, AB de göçmen sorunu konusunda önemli tavizler kopardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, göçmen sorununda yakaladığı hava ile birlikte uluslararası iklimi de kullanarak AKP’nin tek başına iktidarının olası bir koalisyondan daha makul bir seçenek olacağını sürekli olarak egemen sınıfa dayatarak, seçim süreci boyunca sürekli yükselen bir grafik çizerek, topluma kriz ve istikrarı oylatmak suretiyle kendisini istikrarın temsilcisi olarak sunmayı başarmış oldu.. AKP ve Erdoğan tek başına iktidarı, uygulanan terörle seçime katılımı düşürmekte görürken, korku ve endişe iktidar oldu.
2011 Haziran seçiminin hemen ardından yayınlanan Söz ve Eylem’in 2.sayısında yer alan “İleri Demokratik Savaş Hükümeti” başlıklı yazıda, 3.dönem AKP hükümeti, bir savaş hükümeti olarak nitelendirildi. Uluslararası alanda, bölgede ve ülkedeki gelişmelerin ele alındığı yazıda Türk devletinin, Türkiye’nin içinde yer alacağı bir emperyalist savaş ve iç savaşa uygun olarak yeniden yapılandırıldığı tespiti yapıldı. Aradan geçen sürede yaşananlar, bu tespiti doğruladı. En başta emperyalist devletler arasında bozulan güç dengeleri, kapitalizmin dünya krizinin sarsıcı etkisi altında bozulmaya devam ediyor. Emperyalist güç odakları arasında, pazarların, hammadde – enerji kaynakları ve ucuz işgücünün ele geçirilmesi biçimindeki eski çatışma, değişen bu güç dengeleri altında yeni biçimlere büründü. Çatışmayı yatıştıracağı varsayılan kısmi pazar paylaşımları, “taşeron” savaşları, ilhak ve işgaller, tersine çatışmayı daha da büyüttü. Yani kısaca, kapitalist dünya sistemi, “bozulan denge ancak yeni bir savaşla kurulabilir” düsturuna uygun olarak işliyor
İkinci olarak mevcut uluslararası güç dengesini sarsan kriz, ülkelerin iç dengelerini, sınıflar arasındaki mevcut ilişkileri de sarsıyor. Sınıfların karşılıklı konumlanışını, örgütlenme ve bilinç düzeylerini yansıtan eski ilişki de bozuluyor. Bozulan ilişkilerle birlikte sınıf mücadelesinin üzerini örten ideolojik ve politik kabuk da parçalanmaya yüz tutuyor. İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durum, örgütlenme ve bilinç düzeyi ne olursa olsun, nesnel konumunun ona sağladığı potansiyel tehdidin fiili bir tehdide dönüşmesi, zaman ve mekan mevhumundan bağımsız olarak, muhtemel, hatta, kaçınılmazdır.
Savaş hazırlığının diğer bir boyutu içteki gelişmelere dayanıyor. Bunların en başında kriz ve krizin etkileri geliyor. Türkiye dünya kapitalist krizinden en fazla etkilenen ülkeler kategorisinde yer alıyor. Bu etkilenme, gelişmiş kapitalist ülkelerin aldıkları önlemlerle (parasal genişlemenin sonlandırılması, faiz artışına geçiş, kotalar v.b.) dünkünden çok daha güçlüdür. Ekonomide büyüme oranlarındaki düşüş, cari açığın izlediği seyir, Türkiye’nin OECD içinde gelir dağılımının en kötü olduğu ülkeler arasında ikinci sıraya yükselmesi ve Türk ekonomisinin son dönemde yaşadığı yüzde 30 civarındaki devalüasyon, doların hızla yükselişinin engellenmesi için gösterilen çabalar, birçok kamu bankası ve işletmesinin fona devredilmesi, EKK gibi kurullar oluşturulması, OHAL bahane edilerek uygulanan grev yasakları vb. bir çok gelişme ekonominin krizin ortasında olduğunu gösteren temel göstergelerdir. Bu gelişmelerin diğer boyutu da işsizlik ve enflasyonun iki haneli rakamlara ulaşması, zaten çok düşük olan reel ücretlerin enflasyon yoluyla daha da düşürülmesi, iş cinayetlerinin artarak olağanlaşması, yaşama ve çalışma koşullarının olağanüstü boyutta kötüleşmesidir. Öyle ki işsizlik, işçiler üzerinde ölümden daha etkili bir silaha dönüşmüştür. Artan intiharlar ve dinsel nedenlerin de etkisiyle çoğalan kadın cinayetleri iç gerilimdeki artışın diğer bir göstergesidir. Üstelik bütün bunların, yaklaşık üç yıl önce on milyonların kendiliğinden bir tarzda sokaklara döküldüğü bir ülkede olması burjuvazi için yeterince ürkütücüdür.
Temmuz Darbesi
15 Temmuz süreci öncesi hareketimiz yine AKP Cemaat arasında ki gerginliğe işaret etmiş, burada yeni bir oyunun sahneye koyulacağının tespitini yapmıştır. Bu çerçevede şöyle denilmişti; “Burjuvazi öteden beri kendi iç rekabeti ve çatışmasını işçi sınıfına ve emekçilere bir demokrasi mücadelesi olarak sunmuş ve kitleri bu çatışmada burjuva fraksiyonlardan biri lehine taraf haline getirerek egemenliğini sürdürmüştür. Bugün de olan aynısıdır. Bu kez, bu eski oyun AKP – Cemaat çatışması adı altında sahneleniyor. AKP işçi sınıfı ve Kürt ulusal mücadelesini hedef alan iç savaş yasalarının Cemaati dize getirmek için güncellendiği algısını yaratarak, hem dünkü suç ortağı, bugünkü rakibini etkisizleştirecek yeni ittifaklara yol açıyor, hem de bununla iç savaş yasalarına belirli bir meşruluk zemini yaratıyor. Cemaat bu oyuna demokrasi havarisi rolüne bürünerek, özgür basın söylemi etrafında yeni ittifak arayışlarıyla katılıyor”.
Darbe, 15 yıllık bir birikimin, ekonomik politik gerginliklerin, toplumu kutuplaştırma ile beslenen bir siyasetin, egemen sınıf içinde, onun devlet aygıtında yol açtığı, büyüttüğü çelişki ve çatışmanın vardığı boyutu ortaya koymaktadır.
Bu ülkede darbelerin, iktidardaki hangi partiye karşı ve hangi isim altında yapıldığından bağımsız olarak işçi sınıfını ve emekçileri hedef aldığını, işçi sınıfı ve emekçiler kendi deneyimleriyle biliyorlar. Bu açıdan darbe mizanseni ile onu, “demokrasi, insan hakları, hak ve özgürlükler”adına engellediklerini öne sürenler arasında hiçbir fark yoktur. Her durumda saldırının esas hedefi işçi sınıfı ve emekçilerdir.
Tayyip Erdoğan’ın darbenin “Allah’ın bir lütfu olduğunu” açıklaması, darbeyi başlatanlarla darbe arasındaki bağı ortaya koymaktadır. Erdoğan’a bağlı milis kuvvetlerinin silahlanarak sokağa çıkması, halkı sokağa çekmesi, yenilgi karşısında ne yapacağını şaşıran askerlerin linç edilmeye kalkışılması, camilerin hoparlörlerinin sonuna kadar açılarak halkın sokaklara çağrılması ile bu sürece katılmaları, Kürt halkının işçi ve emekçilerin katıksız boyun eğme ile iç savaş arasında sıkıştırılacağının ön göstergeleridir.
Temmuz darbesi her ne kadar 1980 darbesinde olduğu gibi doğrudan sınıf mücadelesinin sarsıcı etkisine karşı olarak değil de, daha çok burjuvazinin iç çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkmış gözükse de, sınıf mücadelesinin bugünkü geriliğine rağmen özünde burjuvazinin olağan yöntemlerle yönetemediğinin bir itirafıdır. Darbenin bu iki yönü-burjuvazinin iç çelişkisi ve onun yönetemez durumu ile olan ilişkisi görülmeden, gerçekleşen darbenin niteliği ve hedefleri de tam olarak kavranamaz.
TSK’nın emir-komuta zinciri tarafından özendirilen ve yine bu emir komuta zinciri ile başarısızlığa uğratılan darbenin önceden planlandığından ve belirlenen plan çerçevesinde ilerlediğinden kuşku yoktur. Bu noktada darbe yapmak için harekete geçenlerin bunu önceden bilip bilmemesinin hiçbir önemi yoktur. Sonuçta darbe mizanseni başarıya ulaşmıştır. Erdoğan ve çevresi 17-25 Aralık operasyonu nedeniyle kaybettiği imajı, demokrasi kahramanı edasıyla medyada boy göstererek yeniden kazanmış, burjuva muhalefeti, elini kolunu bağlayarak kendi ve rejim çevresinde birleştirmiştir. Bu süreçte tek yer almayanlar belki de darbenin esas muhatabının kendileri olduğu önsezisiyle AKP karşıtlığıyla, darbe karşıtlığı arasında bocalayan işçi ve emekçiler oldu.
Gülen Cemaati karşıtlığı manipülasyonu altında gerçekleştirilen bütün bunlar burjuvazinin iç çatışmasının, şimdilik kaydıyla çözüldüğünün açık işaretleri olsa da, Temmuz darbesinin gerçek niteliğini ortaya koymaz. Yukarıda da belirtildiği gibi gerçekte Temmuz darbesinin asıl hedefi, kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, olağan yöntemlerle yönetememezlik durumu ve bunun barındırdığı potansiyel tehlikenin önlenmesidir. Darbe süreci ilerledikçe bu durum daha net olarak ortaya çıkacaktır.
İçinde bulunduğu bilinç geriliği ve örgütsel dağınıklık her ne kadar işçi sınıfının bugün rejim için fiili bir tehdit olmadığına işaret etse de, Türkiye kapitalizminin müzminleşen ekonomik ve siyasal istikrarsızlığı bu potansiyel tehditi beslemekte ve diri tutmaktadır.
Temmuz darbesinin daha önce Türkiye’de yaşanan darbelerden tek farkı “konsey” üyelerinin asker olmaması ve parlamentonun kapısının açık oluşudur. Bunun dışındaki her şey klasik askeri darbelerde yaşananların aynısıdır. Değişen sadece isimlerdir; sıkıyönetimin ismi olağanüstü hal olarak değiştirilmiş, arama, tutuklama ve operasyon yetkileri sıkıyönetim komutanlığından il valilerine aktarılmıştır. Türkiye’nin, altında imzası bulunan insan hakları sözleşmeleri, hukuksal normlar resmen askıya alınarak darbe hukuku yürürlüğe sokulmuştur. Askeri darbelerin klasiği olan gözaltı süreleri 30 güne uzatılarak işkence yasallaştırılmıştır.
Darbe sonrası yeniden gündeme gelen devletin yeniden yapılandırılması, Erdoğan ve AKP’nin korkularının işin içerisine girmesiyle bir altüst oluşa dönüştü. Devlet mekanizmasında, ordu, polis ve bürokrasideki yığınsal tutuklamalar, işten atmalar, açığa almalar ve ordunun hiyerarşik işleyişine yönelik yeni düzenlemeler, bu yeniden yapılandırmanın boyutlarını ortaya koyduğu gibi, devlette ciddi sarsıntıları da beraberinde getirecektir. ABD, NATO ve AB’den yükselen eleştiriler de bu noktaya işaret ediyor.
Bugün Türkiye, Temmuz darbesinin ardından, başında Erdoğan’ın bulunduğu, oligarşik bir “konsey” tarafından yönetilmektedir. Bütün bunlar Erdoğan’ın görünür güçlenmesinin tersine, gerçekte çok daha güçsüzleştiğini ve devletin yeniden yapılandırılması sürecinin çatışmalı ve darbelere açık bir süreç olacağını ortaya koyuyor. Bu nedenle doğru bir tarif gerekecekse bugünkü sürecin adı OLİGARŞİK DİKTATÖRLÜK’tür. Bugünlerde gündeme getirilen Anayasa oylaması süreci, bu diktatörlüğün halka onaylatılması sürecidir.
Anayasa oylaması sürecinden beklenen darbenin, diktatörlüğün yasallaşmasıdır. Hedeflenen durum açıkça görülmektedir ki, sermaye cephesinin tekleşmesi, sermayenin tüm çıkarları adına dar bir grubun yönetimidir. Ayrıca AKP Hükümeti 2011 referandumunda yaptığı Anayasa mahkemesine ilişkin düzenlemeleri ve HSYK düzenlemesini demokratiklik olarak tüm kamuoyuna duyurmuştu. Ancak yeni Anayasa teklifinde görülmektedir ki, Anayasa Mahkemesi tam anlamıyla Cumhurbaşkanının denetimine geçerken, HSYK tamamen kaldırılmaktadır ve yerine geçirilecek yapı ise Cumhur başkanının denetiminde olacaktır.
Bu nedenle bu hükümet kendi yarattığı hukuku dahi ilga etmektedir. ABD’deki gibi güçlü bir meclis ve etkili başkan sistemine geçilecek propagandası yapılması ise tamamen uydurmadır.
Başkanlık sistemi esas olarak yasama ve yürütme erklerinin katı bir şekilde ayrılmasını gerektirir. Yeni sisteme göre ise Meclis, bir yasama alanı olmaktan tamamen çıkarılmış, cumhurbaşkanına bağlı bir büroya dönüştürülmüştür. Cumhurbaşkanı isterse Meclisi fesh edip yeniden seçim isteyebilirken, Meclis kendisi bunu yapmak isterse, kendi sayısının beşte üç çoğunluğunu yakalamak zorundadır.
Temmuz Darbesi, İşçi Hareketi ve Sosyalist Hareket
Temmuz darbesi karşısında büründüğü derin sessizlik işçi sınıfının içinde bulunduğu durumun, bilinç geriliği ve örgütsüzlüğün dışavurumudur.
Sınıfın ekonomik örgütlenmesini temsil eden konfederasyonlar ve bağlı sendikaların darbe sürecinde takındıkları tavır bu örgütlerin sınıf üzerinde denetim aygıtı görevini gördüklerini bir kez daha kanıtlamıştır. Gerçekleşmeyen darbeyi hep birlikte kınayan sendikalar, sıra gerçekleşen darbeye geldiğinde aynı tavrı sürdürmek bir yana, açık ya da örtülü biçimde darbenin yanında saf tuttular. Türk-İş ve Hak-İş darbeyi açıkça desteklerken, DİSK ve bileşenleri (KESK, TTB ve TMMOB) Erdoğan’ın diktatörlük hedeflerinden söz ederek Temmuz darbesini görmemezlikten geldi. Çok daha da vahimi, olağanüstü hal rejimince Fetullahçı olduğu için kapatılan 19 sendikanın kapatılmasına seslerini bile çıkarmadılar. Böylece, Olağanüstü Hal’le gelecek olan yığınsal işten atmalar ve hak gasplarına ilk desteği de sunmuş oldular. KESK ancak kendi üyeleri de açığa alınmaya başlanınca lütfedip açıklama yapma gereği duydu. Olağanüstü Hal’in Fetullah’çılara karşı ilan edildiğinin varsayılmasından olsa gerek , büyük bir aymazlık içinde, açığa alınan üyelerinin Fethullahçı olmadığını ispat etmeye yöneldi.
Sosyalist hareketin durumu daha da içler acısıdır. Bugüne kadar yapılmış bütün darbelerin işçi sınıfı ve Sosyalist hareketi hedef aldığını unutmuşçasına, burjuva partilerle birlikte darbelere karşı olduğunun ispatı yarışına girildi. Güçsüzlük ve umutsuzluğun verdiği eziklik içinde “her türlü darbeye karşıyız” söylemi, sosyalist hareketin amentüsü oldu.
Sosyalist hareketin reformist kanadı “demokrasiyi koruma ve geliştirme” adına ekonomik ve siyasi kriz içindeki devletin bekası için, AKP ve Erdoğan’a ilişkin bütün çekince ve eleştirilerini bir kenara bırakarak, Temmuz darbesine destek veren CHP’nin yanına koştu. Birçok sendika, meslek örgütü, sosyalist parti/ grup (DİSK, KESK, TMMOB, TTB,TSİP, DHP,BHH,EMEP, TÖPG, Halkevleri, Kaldıraç)- ( örgüt isimleri Bir Gün gazetesinde yer aldı) faşizme karşı birlikte mücadele umuduyla İstanbul mitingine katılarak CHP’nin yanında saf tuttu. Gerekçe “faşizme karşı işbirliği cephesi” adına işçi sınıfına neredeyse bir asırdır vaaz edilenin aynısıydı. “AKP’nin sokak egemenliğini kırmak”, “ İslami faşist diktatörlüğü önlemek”, “ CHP’yi işbirliğine zorlayarak CHP-AKP ittifakını bozmak”, “ düşmanı tecrit etmek”, bu yolla “faşizmi gerileterek” demokrasiyi korumak, kurtarmak.
HDP içinde yer alan sosyalist parti ve grupların gerek darbeye ilişkin değerlendirmeleri, gerekse darbeye karşı izlenecek yol konusunda öne sürdüklerinin de reformist kanattakilerden pek farklı olduğu söylenemez. Darbe mizanseninin ardından HDP’nin darbeye ilişkin ilk açıklaması, “darbeyi birlikte engelledik, demokrasiyi birlikte kuracağız” oldu. Öcalan’ın “çözüm süreci biterse darbe mekaniği devreye girer” sözünü tekrarlayarak AKP’yi yeniden çözüm sürecine dönmeye “ikna” edebileceğini varsaydı. Kürt halkına karşı imha savaşı hızından hiçbir şey kaybetmeden sürdürülmesine, yaygın tutuklamalar, baskı ve işkenceler eklenince, HDP “ikna”ya yönelik tavrından vazgeçerek, olay ve olgulara daha gerçekçi bir pencereden bakmak zorunda kaldı. Politikadaki bu değişim kendini “Erdoğan diktatörlüğü” karşısında “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun oluşturulması biçiminde somutladı.
Darbenin niteliğine ilişkin bu kafa karışıklığına karşın faşizm ya da diktatörlüğe karşı “devletin demokratikleştirilmesi”(!) hedefiyle, demokrasi cephesi/bloğu kurulması HDP ve sosyalist harekette darbeye karşı mücadelenin ortak paydasını oluşturuyor. Kimi sosyalist parti ve gruplar faşizme karşı birlikte mücadele etme adına, bir burjuva partisi olduğunu ağızlarından düşünmedikleri CHP’nin kapısını aşındırırken, HDP içerisinde kümelenen diğer kesim “barış, demokrasi ve Kürt sorununun çözümü için” demokrasi güçlerini, gençleri, kadınları, Alevileri ve sosyalistleri bir cephede birleştirme çağrılarını tekrarladı.
Faşizmi kimin, -darbe çanakçılarının mı, Erdoğan ve AKP’nin mi- temsil ettiği “küçük” ayrıntısı bir yana, HDP ve diğer sosyalist parti ve grupların dile getirdiği faşizme karşı mücadele cephesi/bloğunun hedefini demokrasinin korunması ve genişletilmesi oluşturuyor. Kulağa hoş gelse de, içinde bulunulan ideolojik-politik savrulma ve güçsüzlükten bir çıkış yolu olarak gözükse de, devletin demokratikleştirilmesine, demokrasinin korunması ve geliştirilmesine dayalı bir mücadele anlayışının burjuvazinin içine düştüğü ekonomik ve siyasal istikrarsızlıktan çıkışını kolaylaştırmanın dışında bir sonuç vermediği tarihsel deneyimle de sabittir. Bugüne kadar faşizme karşı demokrasinin korunması için başvurulan cephe taktikleri, en etkili olduğu ülkede bile, örneğin Fransa’da, burjuva demokrasinin güçlenmesinden başka bir sonuç vermemiştir, veremez. Çünkü demokrasi – kapitalist düzende önüne hangi ek getirilirse getirilsin- bütün temsili kurumları ve kurallarıyla egemen sınıfa hizmet eden bir devlet biçimidir. Dolayısıyla bütün sınıfları kesen (kapsayan) bir demokrasiden söz edilemeyeceği gibi, kapitalizm koşullarında hangi ad altında olursa olsun, burjuvazi ile proletaryayı bir araya getiren bir demokrasi mücadelesinden de söz edilemez.
Aynı demokrasi ön eki ile ifade edilmelerine karşın, devletin demokratikleştirilmesi, demokrasinin korunması, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkılmasını hedefleyen bir demokrasi mücadelesi ile işçi sınıfının düşman sınıftan, burjuvaziden sınıf mücadelesi yoluyla söke söke aldığı demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi bir ve aynı şey olmadıkları gibi, kesin bir sınıf karşıtlığıyla birbirinden ayrılırlar, ve kesinlikle birbirlerinin karşısında yer alırlar. Bu iki karşıt mücadele biçimlerinden birincisi, bütün temsili kurumları ve hukuk sistemi ile burjuva demokrasinin korunmasını öngörürken ve bunun için işçi sınıfını seferberliğe çağırırken, ikincisi işçi sınıfının mevcut durumunu korumayı, mücadele yeteneğini geliştirerek onu daha büyük ve sonuç alıcı mücadelelere hazırlamayı öngörür. Demokratik hak ve özgürlükler için işçi sınıfının yürüttüğü mücadele, hangi adla anılırsa anılsın, – faşizm, parlamenter demokrasi ya da burjuva diktatörlüğü – işçi sınıfının burjuva devlete karşı yürüttüğü mücadeledir. Demokratik özgürlükler işçi sınıfının devletle girdiği bu mücadelelerle kazanılmışlardır. Bu iki farklı yaklaşım iki karşıt sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın demokrasi mücadelesi konusundaki konumlarını yansıtır. İşçi sınıfı açısından bu mücadele onun iktidar için yürüttüğü sınıf mücadelesinin bir parçasıdır ve ondan bağımsız olarak ele alınamaz. Böylesi devrimci bir hedefe bağlanmayan bir demokratik haklar mücadelesi, onu yürütenlerin niyetinden bağımsız olarak, eninde sonunda burjuva düzenin istikrarına hizmet eder. Burjuva sınıfı içerisinde bir ayırıma dayanan (anti-faşist, anti-tekel vb.) mücadele stratejilerinin varacağı nokta tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi, burjuva demokrasisinin kutsanmasıdır. Bu aynı zamanda işçi hareketine musallat olan aşamalı devrim teorilerinin (anti-faşist , anti-tekel, ulusal-demokratik vb.) dayandığı ideolojik temelidir. Bu görülmeden ne bilimsel bir “faşizm” tanımı yapılabilir, ne de “faşizme” karşı devrimci bir mücadele yürütülebilir.
Tarihi boyunca Türkiye sosyalist hareketinin zaaflarından biri, güçsüzlüğü burjuvazinin iç çelişkilerine dayanarak, burjuva fraksiyonların biriyle ittifak yaparak aşabileceğini sanması, ideoloji ve politikasını buna uygun olarak belirleyerek devrimci ideoloji ve politikadan geri adım atması; bir diğeri de somut gerçekliği olduğu gibi değil de, kendi özlemlerine uygun olarak, abartılı bir biçimde–yani görmek istediği gibi – ele almasıdır. İtiraf etmeliyiz ki Türkiye sosyalist hareketi sınıf mücadelesinde iki uç savrulmayı ifade eden bu yaklaşımlardan ağırlıklı olarak birincisinin, yani ekonomizmin etkisi altında kalmıştır ve onun yıkıcı sonuçlarını yaşamıştır. Bugün de en büyük tehlikeyi bu akım oluşturmaktadır
İşçi Hareketinin Durumu
Kapitalizm yeni kârlılık alanları iddiasıyla, üretim sürecinin mekansal parçalanışını sağlamış ve nispeten daha az gelişmiş durumdaki ucuz işçi depolarının bulunduğu ekonomilere doğru kaydırmıştır. Bunun sonucunda bu tür ülkelerde, çevre, işçi güvenliği, işçi sağlığı gibi işçi sınıfının yüz altmış yıldan bu yana mücadelesi ile kazanmış olduğu kazanımlarının yerine, aralarında küçük çocuklarında bulunduğu işçilerin kölece çalıştırıldığı bir dünya yeniden karşımıza çıkmıştır. “Esnekleştirme ya da güvenceli esneklik”, kiralık işçilik vb. gibi uydurma kavramlarla sosyal ve sendikal haklar budanmaya çalışılmaktadır. İşçi sınıfının kanı canı pahasına sağlamış olduğu kazanımlar tehlike altındadır. İşçi sınıfının kıdem tazminat hakkı gaspedilmek istenmektedir..
Diğer yandan ise Suriye’den gelen mülteciler, hem ucuz iş gücü olarak işgücü piyasasındaki zayıf dirençleri daha da zayıflatmaktadır, hem de diğer yandan şovenizm körüklenmekte, göçmen işçiler ile işçi sınıfı karşı karşıya getirilerek sınıfın uluslararası dayanışması ve mücadelesi engellenmeye çalışılmaktadır..
Eğitim ve sağlık hizmetleri sektörleştirilerek, doğrudan sermaye üretim ve birikim sürecine eklemlendi. Sağlık ve eğitim, katma değeri yüksek, en pahalı metalar haline geldi. Diploma satın almaya endekslenen eğitim sistemiyle, bir yandan “okuma yazma oranı” yükselirken, cehalet katlanarak büyüdü. Öğrenci gençlik, açık bir hapishaneye dönüştürülen okullarla, bireysel özgürlük masalıyla, toplumdan ve toplumsal sorunlardan soyutlandı. Yüksek kâr hırsına dayalı tahribat, insan yaşamının bütün alanlarına yayıldı Yaygınlaşan yoksulluk ve çaresizlik koşullarında tepkiler içe dönüyor, toplumun nefes alma kanalları tıkandıkça, adli vakalarla birlikte kadına yönelik şiddet de artıyor..
Bugün sendikalar, uluslararası fonlardan aldıkları paylar ve devletle geliştirdikleri girift ilişkilerle, sınıf hareketindeki gerileme ve daralmanın da etkisiyle, burjuvazinin denetimine daha açık hale geldiler. Sadece kısa vadeli var olma mücadelesi içinde, işçi sınıfının genel ve uzun vadeli çıkarlarıyla uyuşmazlık içine girmekle kalmadılar, her türden burjuva ideolojisinin işçi sınıfına taşınmasının da, aracı oldular. İşçi sınıfının mücadelesini bütünlüklü bir çerçevede sürdürmek yerine salt toplu pazarlık ile yetinerek, sınıfın uyuşturulmasına hizmet ettiler.Bugün de burjuvazi, bu alanı manipüle ederek işçi sınıfının belirli bir kitlesini denetim altında tutuyor. .
Bu süreçte sınıfın örgütlenmelerinin geriletilmesinde, sendikaların politik eksenlerini bir yana bırakarak sosyalizme kapalı, salt “ekonomik temelli” bir mücadele hattı izlemelerinin etkisi de görmezden gelinemez.
Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın işçi sınıfının, kendiliğinden mücadelesi ile, ayağa kalkmaya yönelik hamleleri devam etmektedir. Bugün artık hiç bir yerde işçilerin varolan konumlarını birazcık iyileştirmek için dahi direnmekten başka çaresi kalmamıştır. Ayrıca bugün işçi sınıfının en basit ekonomik talepleri dahi, doğrudan ya da dolaylı olarak, burjuva devlet mekanizması ile karşı karşıya gelişi zorunlu kılmaktadır.
Sendikalaşma oranın yavaş da olsa artış eğilimi göstermesi, sigortalı işçilerin sendikalı olmaya doğru sürekli bir eğilim göstermeleri, sendikalı içilerin ise bürokrat tipteki sendikacılığa karşı daha çok söz sahibi olmaya çalışmaları, oluşturulan grev komitelerinin önceki gibi bir kaç sendikacı ile sınırlı olmaması, işçilerin bu komiteleri kendilerinin örgütlemesi ve bu komitelere grev süresince sahip çıkmaları olumlu göstergelerdir. Bu durum ister istemez süreklileşen kriz ortamı nedeniyle işçilere kırpıntılar sağlayan açıkgöz sendikacılık dönemini kapatmıştır. Artık işçiler sendikalarını zorlamakta, toplu sözleşme ve grev süreçlerinde doğrudan söz sahibi olmaya çalışarak bürokrat tip sendikacılığı etkisizleştirecek adımlar atmaktadırlar. OHAL yasalarına rağmen, işçiler direnmeye çalışmaktadırlar. TÜRK-İŞ’e bağlı Demiryol-İş sendikası, DİSK’e bağlı Birleşik Metal Sendikası ve yine son olarak DİSK’e bağlı Genel –İş Sendikası işçileri, birbirlerinden farklı sendikalar ve işkollarında örgütlenseler de birbirlerine benzer mücadele örnekleri yaratmaya devam etmektedirler. Son dönemdeki, İZBAN, SCHNEİDER ELK., KARBEL grevleri göstermiştir ki, işçiler kendi geleceklerini sendikacıların ellerine değil, kendi ellerine almaya çalıştıkça kazanabilmektedirler.
İşçi sınıfı, bugün geliştireceği yeni yöntemlerle, açık mücadele biçimleri yanında, farklı mücadele biçimlerini de kullanarak, kendi gücüne güveni temel alan, iyi düşünülmüş ve iyi hazırlanmış, sağlam örgütlenmeler ve eylemlerle, mücadele kararlılığı ve azmini geliştirerek, üst üste yığılan başarısızlıklarla, rekabet içinde bölünmüşlükle, kaybettiği güveni, rekabeti saflarından atarak, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenmeleri, işçi dernekleri, kooperatifler, kültür evleri vb. araçlarla, fabrikaların dışına taşırarak, çevresindeki örgütlenme ağını geliştirerek, birleştirici eylemi öne çıkararak, bunu, küçük de olsa, birbirini izleyen başarılarla, sınıf hareketinin ve toplumun, tümüne yayarak, bu zinciri kırabilir. Bu, sınıf içinde kazanma psikolojisini geliştireceği gibi, partinin üzerinde hareket edeceği zemini genişleterek, siyasi faaliyetin, tüm topluma yayılarak, yol almasını da kolaylaştıracaktır
Ne Yapmalı?
Sosyalizmin çözülmesi sonrasında liberalizmin zaferini ilan ettiği o günler geride kalmıştır. Dünyadaki tıkanıklık ve kaosun nedeni, sosyalizmin tarihsel süreçteki reel varlığı değil, ömrünü tarihsel olarak doldurmuş, kapitalizmin, zoraki, fiili varlığıdır.
Tarihin hiçbir döneminde dünyamız bu kadar komünizme hazır hale gelmedi. Ve ne yazık ki işçi sınıfımız ve komünistler tarihlerinin hiçbir döneminde bu kadar örgütsüz, bu kadar kafa karışıklığı içinde ve bu kadar birbirlerinden uzakta olmadılar. Bu koşullarda mücadelenin başarısı, çok yönlü bir hazırlıkla, karşı ideolojik hegomonyayı kurmaya yönelerek, farklı yöntemlerle, daha büyük bir gücün, birleştirilip, bilinçlenip, örgütlenmesine bağlıdır. Bu tarzda oluşacak kapsamlı bir yürüyüş, devrimin sarsıcılığını belirleyeceği gibi, devrimlerin, bölge ve dünya devrimi potansiyellerini de büyütecektir. Bugün işçi sınıfı, dünyanın hemen her köşesinde aynı sorunla, devrimci bir sınıf partisinin yaratılması sorunuyla karşı karşıyadır
Devrim, özünde iktidarı ele geçirip onun sınıfsal karakterini değiştirmektir. Bu altüst oluş, bu kökten değişim, ancak yığınların başkaldırısıyla bütünleşmiş ve onlara önderlik edecek, sıkı disiplinli, bilinçli, devrimci ve savaşkan bir öncü sayesinde başarılabilir.
Devrimci Parti Teorisinin Temelleri
Proletarya bugün de, dünyanın devrimci dönüşümünü sağlayacak temel güçtür. Tarihsel misyonu (öz görevi); tarihin son sömürü sosyo-ekonomik formasyonu olan kapitalist-emperyalist sisteme devrim yoluyla son vermektir. Bu da demektir ki; işçi sınıfının tarihsel kaderi proletarya devrimini gerçekleştirip iktidarın burjuva karakterini kökten değiştirmek; proletarya diktatörlüğünü en etkili şekilde kullanarak burjuva özel mülkiyet düzenine ve sömürüye son vermek; burjuvaziyi bir daha belini doğrultamayacak –karşı/devrime yeltenemeyecek- biçimde ezmek; işçi sınıfının sosyalist iktidarını gerçekleştirerek yeryüzü ölçeğinde artık devletin gereksiz olduğu özgür komünist topluma yolculuğunda tüm insanlığa kılavuzluk etmektir.
Proletarya; bu tarihsel misyonunu, devrimci sınıf partisi ve onun kılavuzluğu olmadan gerçekleştiremez. Yani proletaryanın siyasi mücadelede en etkili ve en vazgeçilmez silahı; ‘devrimciler örgütü’ olarak da nitelediğimiz “Komünist Partisi”dir. Komünist Partisi, işçi sınıfının en sıkı disipline sahip, en yüksek örgütlenme biçimidir. Aynı zamanda devrimci proletarya partisi, sınıfın politik mücadelesinde nesnel ve vazgeçilmez ve yeri başka örgütlerle doldurulamaz bir ihtiyaçtır. Proletarya, bilinçli politik devrimci öncüsü olmadan devrimini yapamaz; sınıf iktidarını kuramaz.
Bir sınıf partisi oluşu Komünist Partiye, “proleter doğa”sını kazandırır. Sınıfın bağrında örgütlenmesi, onun her düzeydeki örgütlenme ve mücadelelerine kılavuzluk etmesi, proletaryanın (ve tüm emekçilerin) bütün tepki, direniş ve başkaldırılarına bilinçlilik, örgütlülük, yaygınlık ve derinlik kazandırmak için çaba harcaması, bütün bu mücadeleleri birbirine bağlayarak açığa çıkan toplumsal enerjiyi devrimci bir sel yatağında toplayıp, bu akışı devrim ve iktidar mücadelesine bağlaması anlamına gelir. Partinin, bu çetin sınıf mücadeleleri içinde öne çıkan doğal işçi liderlerini birer komünist lider düzeyine yükselterek onları devrimci partiye kazandırmak… partinin proleter doğasını pekiştirecektir. Bunu gerçekleştirmek, komünist kadroların en temel görevlerinden biridir.
Komünist partisinin “devrimci karakter”i; onu, birer işçi partisi olmalarına karşın öteki reformist, parlamentarist (sosyal demokrat, çeşitli sosyalist, Euro-komünist ) partilerden farklı kılar. Bu tür partiler; işçi sınıfı içinde örgütlenmelerine karşın ideolojik olarak, politik ve örgütsel olarak düşman sınıftan tam bir kopuşu göze alamazlar ve ona cepheden saldıramazlar. Daha da kötüsü sınıf işbirlikçisi politikalarını sürdürebilmek ve sınıfın devrimci enerjisini felç etmek amacıyla sınıf içine sızmış reformist, nasyonalist, parlamentarist, sendikalist, ulusalcı vb. sınıf uzlaşmacı burjuva etkilerin yarattığı sahte kurtuluş yanılsamalarından yararlanırlar. Oysa proletarya partisinin Marksist-Leninist teoriye dayanan devrimci karakteri; onun burjuva etkilerden ideolojik, politik ve örgütsel olarak tam kopuşunu zorunlu kılar. Devrimci parti bu zehirli ideolojik burjuva etkilerine karşı kararlı bir mücadele yürütür. Ve düşman sınıfın etkilerinden uzak, ondan tamamen bağımsız ve ona tümden karşı bir politika yürütür.
Proletarya Partisi, yalnızca proleter sınıfın değil; tüm ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların tarihsel kurtuluşlarının da öncüsüdür. Ayrıca devrimin zafere ulaşması için; tüm ezilen sınıf ve tabakaların, tüm mağdur ve mazlumların, tüm özgürlük ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların en güvenilir desteği, kılavuzu olmayı da başarmalıdır ki onların desteğini kazanabilsin; kendisiyle birlikte tüm insanlığı sömürü, baskı ve kölelikten kurtarabilsin. Bu politika, partinin öznel bir niyeti olarak değerlendirilemez; tüm ezilen ve sömürülenlerin desteğini kazanmayı başarması, proletaryanın tarihsel devrimci misyonunu yerine getirebilmesinde nesnel bir zorunluluk ve vazgeçilemez bir ihtiyaçtır. Çağımızın en devrimci sınıfı olan Proletarya, kendisini devrimcileştirmeden, tüm ezilenlerin aktif desteğini kazanmadan, onların mücadelelerini kendi devrim mücadelesiyle birleştirmeyi başaramadan sosyalist devrim ve komünizm hedefine yürüyemez.
Devrimler ve mücadeleler pratiğimiz, işçi sınıfının ihtiyacı partinin, Leninist yeni tip proletarya partisi olduğunu göstermektedir. Elbette yeni yeni başarılı devrimler pratiğimiz, hiç kuşkusuz bilimsel teorimizi de, devrimci parti teorimizi de zenginleştirecektir.
Proletaryanın Devrimci Partisi; sınıfımızın en sıkı disiplinli ve en yüksek düzeydeki politik örgütü; sınıfın bilinçli öncüsü, devrimci öncüsü ve enternasyonalist öncüsü; sınıflar mücadelesinin öncü müfrezesi, devrimin genelkurmayı, amiral gemisi ve buzu kırıp yolu açan öncü savaşçı gücüdür. Bütün bu nitelikleri taşımayı, verdiği mücadelelerle tamamen hak eden bir partinin bile, bunları kaybetmeyeceğinin garantisi yoktur. Devrimci parti, bu nitelikleri her gün yeniden ve yeniden hak etmeli ve fethetmelidir.
Proletaryanın Devrimci Partisi ya da “ Komünist partisi; işçi sınıfının bilinçli “devrimci öncüsü”dür.” demek, ne anlama gelir? Diğer toplumsal örgütlerden (bu özelliği onu; birer sınıf örgütü olan işçi sendikaları, dayanışma sandıkları, işçi kooperatifleri ve derneklerinden ayırır) farklı olarak, İşçi sınıfının en sıkı disipline sahip, en yüksek düzeydeki politik örgütü; yani sınıfın ideolojik, politik ve örgütsel birliğinin en yüksek biçimidir. İşçi sınıfının en sıkı disiplinli, örgütlü devrimci öncüsüdür. Komünist partinin devrimci karakteri; devrimci teoriyle donanmış, sınıf mücadelelerinin ateşleri içinde çelikleşen disiplinli ve yaratıcı kadrolarda ve onların ruh verdiği ilkeli, esnek politik mücadelede somutlaşır.
Öte yandan Partinin devrimci öncü olması; kapitalizmle kesin bir uzlaşmazlık içinde olması; kapitalizme karşı verilen mücadelenin sosyalist devrim mücadelesine sıkıca bağlaması ve sosyalist devrime yürüyüşü başlatması demektir. İktidarı devrim yoluyla ele geçirdikten sonra da proletarya diktatörlüğü aracını en etkin biçimde kullanarak burjuvaziyi ezmesi ve emperyalist-kapitalist karşı-devrim girişimlerini boşa çıkarması ve sosyalist toplumu inşa etmesidir. Böylece tüm insanlığı adım adım, sömürünün ve sınıfların ortadan kalktığı, sınırların anlamını yitirdiği, artık gereksiz hale gelen devletin sönümlenip yok olduğu; her insanın tüm yeteneklerini çok yönlü ve son sınırına kadar geliştirebildiği, bilim ve teknolojinin kâr için değil, insanı özgürleştirmek için kullanıldığı ve insanın doğa ile uyum içinde yaşadığı komünizmin özgür dünyasına ulaştırmak dünya proletaryasının ve onun devrimci dünya komünist hareketinin tarihsel misyonudur. Ya proletarya ve onun bilinçli öncüsü düşman sınıfı dünya ölçeğinde alt edip büyük insanlığı özgürlüğe taşıyacak; ya da kapitalist- emperyalist barbarlık doğal yaşamla birlikte – kendileri dahil – tüm insanlığı yok edecektir. Üçüncü bir yol yok. Başta işçi sınıfımız ve nüfusun binde 999’unu oluşturan ve emeğiyle yaşayan biz sıradan insanlar; bir an önce kendi kaderimize ve dünyamızın kaderine el koymak zorundayız. Elbette örgütlü olarak ve elbette çağımızın en devrimci sınıfı proletarya ve onun devrimci partisinin öncülüğünde.
Bugün Türkiye devriminin, dolayısıyla Komünist Hareketin önündeki ivedi görev; Komünist bir çekim merkezinin yaratılması, bu çekim merkezi etrafında, adım, adım bir işçi sınıfı ve emekçi devrim cephesinin kurulması, bunun Ulusların kendi kaderini kendilerinin tayin hakkı ve sosyalizm perspektifi ile Kürt ulusal mücadelesiyle ilişkilendirilmesidir.
Komünist hareketin ve işçi hareketinin mevcut durumu, ideolojik savrulma, örgütsel dağınıklık ve politik güçsüzlük dikkate alındığında ve buna darbe koşullarının ağır baskıları eklendiğinde devrimci hazırlığın önünde büyük zorlukların olduğu açıktır. Ama zor olan, olanaksız olan değildir. Yeter ki zorlukları nasıl aşacağımızı bilelim; akıntıya kapılmadan, anaforlara düşmeden hedefi doğru belirleyip, bu hedefe varmak için gerekli enerji ve cesareti, yıkıcılığı ve hüneri ortaya koyabilelim.
Sınıf Hareketinin Komünist Hareket İle Birliği
Tekrarlanan bir cümledir: politika güç ile yapılır; güç ise savaşım amacına uygun bir niteliğe ve bu niteliğin harekete geçirdiği bir niceliğe tekabül eder. Proleter devrim açısından bu güç, devrimci bir çekim merkezinin yaratılması ve bunun, başta sınıfın öncü kesimleri olmak üzere sınıf hareketiyle buluşmasıdır. Sorun bir sınıfsal konumlanış, ideolojik ve politik mücadele sorunudur. Mevcut sınıf dışı konumlar terk edilmeden, burjuvazinin iç çatışma zemininde güç arama girişimlerinden vazgeçmeden, mücadeleyi hem teorik ve hem de pratikte emek – sermaye çelişkisi eksenine oturtmadan, komünist hareketle, işçi sınıfının birlik girişimleri, boş bir gevezeliğin ötesine geçemez
Şimdi uzun süren geri çekilme döneminin ardından tüm yerkürede, işçi sınıfı hareketi, yeniden ileri atılmaya hazırlanıyor. Yeni bir devrimci dönem uzak değil, “komünizm hayaleti” tüm dünyayı kat ediyor. Uzun bir süredir yok sayılan, ölü ilan edilen sosyalizm ve Marksizm dünyanın fethine çıkıyor. Damlanın taşı delen gücü, hareketin sürekliliğindedir. Güçsüzlük aşılabilir bir şeydir. Yeter ki güçsüzlüğe esir olmayalım, rotayı kaybetmeden, hedefe kilitlenerek, büyük rüyaların peşinden koşacak sabrı ve kararlılığı gösterebilelim.
Yayın faaliyet raporu:
Söz ve Eylem 2011 Mayıs ayında 1 Mayıs Özel sayısı ile yayın hayatına başladı. Bugün yayın hayatının altıncı yılını dolduruyor. 2011 Mayıs’ından 2015 Haziran’a kadar, yani dört sene, aylık olarak yayınlandı. bu süre içerisinde hem teorik, hem de ajitasyon propaganda görevini bir arada yürütmeye çalıştı.
2014 Konferansı’nda alınan karar gereği, Söz ve Eylem üç aylık teorik yayın organına dönüştürüldü. Siyasi gerçeklerin açıklanması ise İşbaşı gazetesi tarafından üstlenildi. İşbaşı yayın hayatına başladığı 2015 Eylül’den bugüne kadar bazen ayda iki, çoğunlukla ayda bir olmak üzere 21 sayı çıktı. Söz ve Eylem ise 2015 Ekim’inde başladı; kitap dizisi serisinin bugüne kadar beşincisini çıkardı. Ayrıca Mayıs 2014’ten itibaren Genç Sosyalist, önce Söz ve Eylem, sonra İşbaşı içerisinde ve daha sonra da ayrı bir gençlik dergisi olarak başladığı yayın hayatını sürdürüyor; bugüne kadar 24 sayısı çıktı. Bu altı yıl kesintisiz bir yayın hayatı anlamına geliyor ki, bizim gibi yeni bir hareket için küçümsenemez bir başarıdır.
Bu başarı tüm militanlarıyla, sempatizanlarıyla, destekçileriyle, bir bütün olarak Komünist Hareketin başarısıdır. Ancak bu başarının yoldaşlarımız tarafından yeterince kavrandığını söylemek mümkün değildir. Gerek eleştiri ve önerilerin yetersizliği, gerekse yazı ve haber akışının zayıflığı bu kanıyı doğrulamaktadır. Yola çıkarken temel sloganımız “her yoldaş Söz ve Eylem’in bir yazarı, eleştirmeni, bir muhabiridir” sloganıydı. Ancak bu altı sene zarfında en fazla yerine getiremediğimiz de bu oldu. Üzülerek söylemeliyiz ki yayın organlarımıza karşı kayıtsızlık, sadece eleştiri, öneri, haber ve yazıların yetersizliğiyle sınırlı değildir; doğrusunu söylemek gerekirse yayın organları bizim dışımızda bizden daha dikkatlice izlenmektedir.
2011’de yola çıkarken önümüze devrimci komünist parti hedefini koyduk, yayın faaliyetini bu hedefin önemli bir öğesi olarak ele aldık. Yayın faaliyetimizi, önümüze koyduğumuz hedefe ulaşmak için ne kadar yeterli ve etkin olarak yürüttüğümüzden bağımsız olarak bu yaklaşım doğru bir yaklaşımdır. Biliyoruz ki siyasal faaliyet, yayın faaliyetine indirgenemez, ama bunun kadar doğru olan başka bir gerçek de yayın faaliyeti olmadan siyasal bir faaliyetin olamayacağıdır. Bu noktada sorun, yayın faaliyeti ile siyasal faaliyetin diğer anlamları (siyasal ve örgütsel faaliyet) arasındaki ilişkinin doğru bir temelde kurulmasıdır. Bizim bugüne kadar bu ilişkiyi doğru bir temelde kurduğumuzu iddia etmek bir abartı olacaktır. Çevremizden bize yönelik eleştirilerde en çok duyduğumuz şey “teorik ve siyasal olarak doğru şeyleri söylüyorsunuz ama eyleminiz bununla paralellik içermiyor” eleştirisidir. Bize bu eleştiriyi yöneltenlerin eylemden anladıklarıyla, bizim anladığımız farklı olmakla birlikte bu eleştiride doğru bir yan vardır. Bu yan doğrudan eylemle ilgili değil, örgütlenmeyle siyasal mücadele arasındaki bağla ilgilidir. Çünkü eylem, eğer bugün bu eleştiriyi bize yöneltenlerin eylem anlayışından farklı bir içerik taşıyorsa ki, taşıyor, örgütlenmenin aynı zamanda onu destekleyen doğrudan bir bileşenidir; tersi durumda eylem günlük tepkilerin toplamına indirgenir ki, bu komünist bir eylem anlayışı olamaz. Komünist eylem, komünizmin zaferi için yürütülen amaçlı ve örgütlü eylemdir. Bize bu eleştiriyi yöneltenlerin eylem açısından bizden fazla yaptıkları basın açıklamaları ve genel protestolardan ibarettir. Biz böyle bir eylem anlayışının gerekli ama yeterli bir eylem anlayışı olduğunu düşünmüyoruz. Eylem örgütlenmenin bir aracı ise ve örgütlenmeye hizmet ediyorsa doğru, ilerleticidir. Öteki türlü dağınık, kendiliğinden, tatmin duygusunun ötesine geçemez, geçemiyor.
Eylemli bilinç taşınması günümüz devrimci mücadelesinin dayanması gereken en önemli özelliğidir. Ancak eylemli bilinç taşıma devrimci bir örgüte dayanmıyor ve örgütlenmenin kaldıracı olamıyorsa, tepkilerin ortaya konulduğu bir sabun köpüğü olmadan öteye geçemiyor. Haziran başkaldırısı bu durumu yeterince aydınlatmaktadır.
Sorunu net bir biçimde ortaya koyabilmek için yayın faaliyetinin içeriğinin ne olması gerektiği konusunu aydınlatmamız gerekiyor. Komünist bir yayın faaliyeti üç ana fonksiyonu içerir. Bunlardan birincisi, Parti’nin ideolojik teorik birliğinin sağlamlaştırılması ve etkinleştirilmelidir. Bu komünist bir partinin üzerine yükseleceği temelidir ve bu temel bizim yayın faaliyetimizin özünü belirler. Bu temel Marksizm-Leninizm’dir. Marksizm-Leninizm’in temel alınması bize özgü bir ayrıcalık değildir; bizim dışımızda birçok parti ve grubun iddiası da budur. Bizim bu grup ve partilerden farkımız Marksizm’in lafzının değil, içeriğinin temel alınmasıdır. Bu anlamda bir yol açmaya çalıştığımız doğru olsa da işin daha başındayız, bu alandaki temel görevimiz, sınıf mücadelesi tarihi içinde Marksizm-Leninizm’e bulaşan ve onun içinde yer edinen ayrık otlarının temizlenmesidir. Bu görev belirleyicidir ve ancak daha yoğun bir teorik ve ideolojik mücadele ile gerçekleştirilebilir. Bu alanda attığımız adımları daha da güçlendirmek önümüzdeki yayın faaliyetinin en çetin alanlarından birini oluşturmaktadır.
Bugün Komünist Hareketin önündeki en önemli görevlerden biri Marksizm-Leninizm’e yönelik bu etkili ideolojik saldırıyı yine Marksizm-Leninizm temelinde hareket ederek etkisizleştirmektir. Bu aynı zamanda komünist parti ya da grupların mücadelesine yön verecek devrimci bir doktrinin yaratılması mücadelesidir. Parti’nin örgütsel varlığının ve siyasal mücadelesinin temeli olan bu teorik-ideolojik mücadele hakkıyla yerine getirilmeden, parti kadrolarının devrimci eğitimi ve yetkinleşmesi sağlanamayacağı gibi, örgütsel varlığının sürekliliği de korunamaz.
Yayın faaliyetinin önemli bir diğer fonksiyonu da ajitasyon propaganda faaliyetini üstlenen yayın organlarının parti ile yığın arasında, deyim yerindeyse volan kayışı işlevini görmesidir. Yayın organları partinin sınıf mücadelesinin çeşitli alanlarındaki görüşlerini, strateji ve taktiğini yığına ileterek ve yığının eğilimleri, duyguları, tepkileri hakkında bilgileri de partiye aktararak örgüt ile yığın arasında somut bir bağ kurar. Bu noktada yığın kavramı üzerinde durmamız gerekiyor; yığın kavramı sınıf mücadelesinin somut durumuna, seyrine göre değişen bir niceliği ifade eder. Sınıf mücadelesinin geriye düştüğü koyu gericilik dönemlerinde birkaç yüz kişi ile ifade edilen yığın, bu mücadelenin yükseliş seyrine bağlı olarak birkaç bin, on bin, hatta devrimci durumlarda milyonları ifade eder. Toplumsal mücadelenin bugünkü durumunda bu kavram bazen binleri, bazen de on binleri ifade ediyor.
Komünist bir örgüt için yığın kavramı, örgütün mücadelesinde temel aldığı sınıf ile bu sınıfın siyasetle ilişkisi tarafından belirlenir. İşçi sınıfını temel güç olarak ele alan Komünist Hareket için yığın kavramı sınıf mücadelesinin bugünkü alanında, işçi sınıfının en duyarlı en hareketli küçük bir kesimini oluşturuyor.
Komünist Hareket önümüzdeki dönemdeki yayın faaliyetini ağırlıklı olarak bu hedef kitleye ulaşmak üzere yeniden örgütlemelidir. Yayın alanında daha önemli bir sorunumuzu ise hedef kitleye ulaşmadaki zorluklar oluşturuyor. Bu zorluklar en başta, Komünist Hareketin mevcut kadro yapısı, kadronun niteliği ve niceliği ile ilgilidir ve ancak mevcut kadronun performansını birkaç kat artırmasıyla giderilebilir.
Yayın faaliyetinin üçüncü işlevi, yayın organlarının örgütlenmenin bir aracı olarak kullanılmasıdır. Bizim en çok kavrayamadığımız ve gereklerini yerine getirmediğimiz alan da burasıdır.Bu konuda içinde bulunduğumuz kayıtsızlığı sayıların dili ile açıklamak daha net bir fikir verecektir. İşbaşı gazetesi başlangıçta bin adet basılıyordu, şimdi ise 650 adet basılıyor. Başlangıçta 850 dağıtılıyordu, şimdi ise 600. Bu durum yayın dağıtımındaki gerilemeyi açıkça ortaya koyuyor. Kitap dizisi haline geldikten sonra Söz ve Eylem’in 500 olan baskı sayısının 400’ü dağıtılıyor, gençlik dergisi Genç Sosyalist’e gelince 400 basılıyor ve neredeyse tamamı dağıtılıyor. Bu dağıtım sayıları bize sadece ulaştığımız kitle hakkında bir bilgi vermiyor, aynı zamanda uğraştığımız kitle ile örgütsel ilişkimiz hakkında da bilgi veriyor.
Yayın organlarının kolektif bir örgütleyici işlevi görebilmesi ancak örgütsel bir aracın, yayın okuma grubu vb.nin devreye sokulması ile olanaklıdır. Komünist Hareket hemen her konferansında yayın okuma, ya da çalışma gruplarının kurulmasına dikkati çektiği halde bugüne kadar bu alanda kayda değer bir yol alamadık. Sayıların dili de bunu kanıtlıyor. Ortalama 500 yayın dağıtılıyor, okuma gruplarının iki ya da üç kişiden oluştuğu hesaba katıldığında bugün hareketimizin çevresinde en az 30 okuma grubunun oluşması gerekiyordu, pratikte ise bu rakam ancak bunun yüzde onu kadardır. Bu da bizim yayın faaliyetini örgütlenmenin bir aracı olarak kullanmadığımızı gösterdiği gibi, yayın dağıtımındaki düşüşün nedenlerini de açıklıyor.
Yayın organları çevresinde oluşturulacak böylesi bir örgütlenme ile yayın okuma veya çalışma grupları hem bireysel faaliyeti örgütsel bir faaliyete dönüştürecek, hem de yayın dağıtımını belirli yoldaşların üstlendiği bir iş olmaktan çıkartacaktır. Okuma gruplarındaki her yoldaş ve sempatizan aynı zamanda yayın dağıtımının bir unsuru haline gelecektir.
Yayın organlarının bu üç işlevi yerine getirebilmesi, yayın organı ile örgütsel faaliyet arasında canlı, etkili bir iletişim kurulmasına bağlıdır. Hareketimizin örgütsel ağına bağlı olarak kurulacak okuma grupları sadece öneri, eleştiri, bilgi, haber ve yazılarıyla yayın faaliyetinin daha etkili yürütülmesine katkıda bulunmakla kalmayacak, ilk nüveleri oluşturarak, örgütsel faaliyetin daha da gelişmesini sağlayacaktır. Bunun için okuma gruplarının daha baştan itibaren bu hedefe hizmet edecek biçimde oluşturulması gerekiyor. Kurulacak her okuma grubunun mutlaka bir sorumlusu olmalı, sorumlu grupta okunacak, tartışılacak yazılarla ilgili ön hazırlık yapmalı, toplantıların düzenli olması sağlanmalı, süreç içerisinde grup üyelerinin yayın organlarına katkıda bulunması özendirilmeli, üyeleri, yayın dağıtımına katılmalı ve toplantıları bir rapor haline getirerek bağlı bulunduğu birime rapor etmelidir. Birimler yayın gruplarının kurulması ve düzenli biçimde çalışması için gerekli sabrı ve inadı göstermeli ve grup sorumluları kanalıyla grubun çalışmasını yönlendirmelidir. Bu tarz, faaliyet hareketimizin eylem kabiliyetini de artıracaktır.
İdeolojik mücadelenin yetkinleştirilmesi, kadronun eğitimi, hedef kitleye ulaşılması ve bağların güçlendirilmesi, yayın organlarının kolektif örgütlenmenin aracı haline getirilmesi ve bunların bir örgüt formuna büründürülmesi Komünist Hareketin bugünkü faaliyetinin ana dayanak noktalarını oluşturuyor. Bunların nasıl hayata geçirileceğinin cevabını ise hareketimizin kadro birleşimini temsil eden konferansımız verecektir.
Kadronun komünizm mücadelesinin her evresinde belirleyici bir rol oynadığını biliyoruz. Kuruculuk döneminde kadronun bu rolü kat be kat artmaktadır. Komünist bilinç, disiplin, mücadele kararlılığı, feragat, cesaret, ısrar, dava ile bütünleşme vb. komünist bir kadronun niteliğini belirleyen öğelerdir. Bu niteliklere sahip komünist kadronun asıl işlevi, sınıf mücadelesinin verili anında ana halkayı yakalamak ve bu halkanın gereklerini yerine getirerek mücadeleyi bir sonraki evreye taşımak, hazır hale getirmektir. Önüne partileşme hedefini koyan Komünist Hareket için bugün yakalanması gereken ana halka, yukarıda üç ana işlevi özetlenen yayın faaliyeti üzerinden örgütlü bir çalışmayı örmektir. Konferansımız bütün dikkatini bu konuya, yani ana halkanın tespit edilmesine ve bu halkanın gereklerini yerine getirecek bir faaliyetin örülmesine vermelidir.
Öğrenci Gençlik Hareketi
Öğrenci hareketi (her ne kadar lügatımıza ‘gençlik hareketi’ olarak geçse de burada genç olmak ile öğrenci olmak arasına bir ayrım koyuyoruz) kendiliğinden akademik/ekonomik talepleri öne sürebilen, esnek, heterojen, çok kimlikli ve çok katmanlı bir hareketi ifade eder. Bu hareket kendiliğinden yıkıcı bir karakter barındırmaz. Bu karakteri, hareketin devrimciliği, talepleri, hareket içerisindeki sosyalist unsurların varlığıyla doğrudan ilişkilidir.
Öğrenci hareketi, özellikle 1968’den sonra tüm dünyada toplumsal muhalefetin önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir. Sosyalist hareketin/Marksizm’in; Küba devrimi, Che miti, antiemperyalizm, Vietnam savaşı gibi önemli olay, olgu ve kişilerin bu durumdaki etkisi yadsınamaz. Türkiye özelinde baktığımızda da sahici bir sosyalist hareketin gelişiminin yine 1968 gençlik isyanı ile ilişkili olduğu görülecektir. Türkiye sosyalist hareketinin süreklilik ve kopuş halinde kendini var ettiği dönem; öğrenci hareketinin akademik taleplerini aşan söylem ve eylemlerin ve ardından bunları aşan programlarıyla devrimci örgütlerin oluşması sürecine denk düşer.
Tarihimizde 1971 kopuşu olarak adlandırdığımız devrimci kopuş, öğrenci hareketi içerisinde yükselen devrimci örgüt ve kadroların bıraktığı bir mirastır. Türkiye’deki yarım asırlık devrimci gelenek incelendiğinde de görüleceği üzere, öğrenci hareketi; içindeki devrimci unsurların gücü oranında sosyalizm mücadelesine su taşımıştır. Ancak 1980 sonrası Türkiye’deki yenilgi ve 90’larda sosyalist blokun dağılması süreci, sosyalist mücadelenin bütününe ket vurduğu gibi öğrenci hareketi içerisindeki sosyalist eğilim ve unsurların da azalmasına, erimesine sebep olmuştur.
Marksizm’in tüm dünyada ideolojik-politik saldırı altında olması, Marksizm’in sadece işçi hareketinde değil, öğrenci hareketinde de ciddi bir yenilgi almasına, geri çekilmesine neden olmuştur. Bugün öğrenci hareketi içerisinde Marksist-Leninist öğretinin görece üstünlüğü ortadan kalkmış, anarşizan, post-Marksist teoriler ve akımlar egemen olmaya başlamıştır.
Türkiye’de 1980 sonrasında; 1990larda kent yoksullarının ve sınıfın genel yükselişine eşlik eden, talepleri reformist, ancak eylem biçimi radikal bir gençlik hareketi karşımıza çıkar. Bu hareket, 2000’lerin başında cezaevleri başta olmak üzere devrimci harekete dönük çok yönlü saldırı ve toplumsal muhalefetin, işçi hareketinin genel geri çekilişi doğrultusunda sürekli bir gerileme dönemi yaşamıştır.
2013 Gezi İsyanı, öğrenci hareketinin politikleşmesine, düzen dışı öğretilere açık bir pratik sergilemesine olanak tanımış olsa da, sosyalist hareket bu alanı değerlendirememiş; öğrenci hareketi örgütsüzlüğü örgütlemek şiarıyla yeniden geriye çekilmiştir.
Öğrenci Hareketinin Güncel Özellikleri
Öğrenci gençlik içerisindeki karşı devrimci unsurların varlığı bugün de güncelliğini ve gerçekliğini korumaktadır. Muhbirlik, düzen içi-burjuva öğretiler, üniversitelerde İslamcı, milliyetçi ve devletçi siyasal faaliyet; Türkiye’deki öğrenci gençlik içerisinde oldukça güçlü bir etki sahibidir.
Türkiye’deki devrimci öğrenci siyasetinde öne çıkan talepler genel hatlarıyla reformist bir çizgiyi aşamamaktadır. Parasız, bilimsel, eşit eğitim; barınma ve ulaşım hakkı gibi talepler devrimci mücadelede kazanım olarak görülmekten ziyade –özellikle öğrenci siyasetine damga vuran örgütlerce- mutlaklaştırılan mücadele zemini olarak karşımıza çıkıyor.
Öğrenci hareketinin genel reform taleplerini sahiplenmek ve bunları yükseltmek bütün bir devrimci hareketin zorunluluğudur. Ancak genel siyasetten kopuk, uzun vadeli devrimci taleplerden uzak bir siyasal mücadele öğrenci hareketini devrimcileştirmekten uzak bir tutumdur.
Olanaklar ve Olasılıklar
Türkiye’de son yıllarda kendini daha açık bir şekilde hissettiren politik kriz ve bunun yarattığı saldırgan devlet refleksleri, işçi sınıfının örgütsüzlüğünün genişlemesi, ekonomik taleplerin dahi dillendirilememesi ve kazanımların sürekli kaybedilmesi şeklinde kendini göstermektedir.
İşçi hareketindeki bu çekilme toplumsal muhalefetin genelinde de korku, ümitsizlik ve panik halinde kendini göstermekte. Öğrenci hareketi de bu durumdan bağımsız değildir. Ancak akademinin toplumsal alandaki etkisi, Türkiye’deki öğrenci hareketinin –bütün sorunlara rağmen- güçlü bir sosyalist geleneği içinde barındırıyor olması, genç olmanın toplumsal diğer kesimlere göre gelecek kaygısı, mücadele motivasyonu gibi özgün karakteristikleri öğrenci hareketinin güncel pozisyonu açısından yeni olanakları karşımıza çıkarmaktadır.
Düzen karşısında sahici bir alternatif, söylem, seçenek üretilemeyen böyle bir dönemde öğrenci hareketi içerisinde sosyalizm propagandasını yapmak, düzeni teşhir etmek; öğrenci hareketinin toplumsal alandaki etkisini manipüle etmek ve bu alana müdahale edebilmek anlamına gelecektir.
Öğrenci hareketi içerisinde örgütlenmek: 1- toplumsal muhalefetin bir unsuru olarak öğrenci hareketini etkilemek; bu alanda devrimci talepleri öne sürmek; sınıf mücadelesine farklı bir mevziden müdahale etmek anlamına gelecektir. 2- salt var olan harekete müdahale değil, aynı zamanda devrimci kadrolar yetiştirmek, geleceğin işçilerini bugünden devrimci siyasete katmak açısından da öğrenci hareketi içerisindeki olanakları değerlendirmek elzemdir.
Bugün Türkiye’nin ve dünyanın içinden geçtiği kriz ve savaş durumuna karşı öğrenci hareketinin toplumsal kurtuluşun adresi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Ancak mücadele bütünlüklü bir olgudur. Kendiliğinden öğrenci hareketi ya da onun içinde yapılacak olan siyasal çalışma toplumsal kurtuluşun doğrudan adresi olmasa da, yarattığı olanaklar devrimci siyaset açısından değerlendirilmek zorundadır.
Öğrenci Hareketine Bakışın İdeolojik Arka Planı
Gençlik toplumsal bir kategoridir. Belirli bir yaş grubunu teşkil eder. Biyolojik, toplumsal belli faktörler, tarihsel olarak gençliğin yüklendiği misyon; bütün egemen sınıfların gençlik üzerinden yeni bir inşa, gelecek planlamaları gençliğin tüm dönemlerde ve düzenlerde siyasal olarak farklı bir zemine oturmasını sağlamıştır.
Bugün için de bahsedilen misyonun bir gerçekliği vardır. Her ne kadar salt genç olmanın devrimci mücadele açısından bir anlamı olmadığını bilsek de gençlik içinde örgütlenmeyen, belirli noktaları tutamayan hareketlerin devrimci mücadele açısından başarı şansı da oldukça düşüktür. Bu yüzden komünist faaliyet içerisinde gençliğin rolünü ele almadan önce gençliğe bakışımızın ideolojik-politik çerçevesini çizmekte fayda var.
Gençlik hareketi derken kastedilen tüm gençliğin genel siyasal hareketi değil, özelde öğrenci hareketi-üniversite ve lise hareketidir. Bu yüzden gençlik hareketi, gençlik mücadelesi şeklinde bahsedilen şey, üniversite ve lise siyasetidir.
Üniversite tarihsel olarak bilimin üretildiği bir alan olarak değerlendirilse de, kapitalizm ile birlikte üniversitenin seyri nitelikli işgücü ihtiyacı doğrultusunda gelişmektedir. Bugün üniversiteler sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda değişimlere tabi tutulmaktadır. Ancak buna rağmen hem gençliğin toplumsal rolü, hem de Marksizm’in entelektüel alandaki gücü burayı komünist faaliyet açısından önemli bir alan haline getirmektedir.
Öğrenci hareketi, öğrenciler bir bütün değildir. Sınıfsal ve politik olarak bölünmüştür. Öğrenci kitlesi içinde burjuva ideolojiler (milliyetçilik, siyasal İslam vb.) oldukça güçlüdür. Diğer yandan bu politik ayrışmaya sınıfsal ayrışma eşlik eder ki çıkış noktası olarak kendimize burayı belirliyoruz: Öğrenci gençlik sınıfsal olarak bölünmüştür. Sınıfsal aidiyetleri üretim ilişkilerindeki konumlarına göre, herhangi bir yerde çalışmıyorlarsa da ailelerinin sınıfsal pozisyonuna göre belirlenir. Toptancı “öğrenci=küçük burjuva” gibi tüketim ilişkileri esaslı öğretilerle öğrenci-sınıf ilişkisi açıklanamaz. Öğrencinin küçük burjuva ya da sınıfsal analizden kopuk olarak algılanması siyasal çalışma esnasında yanlış taleplerin, çalışma biçimlerinin öne çıkarılmasına neden olacaktır.
Emekçi ailelerin çocukları bir şekilde üretim sürecine (yarı zamanlı işlerde çalışmak gibi) katılarak henüz öğrenciyken sınıfın bir parçası olmaya başlarlar. Öğrencilerin tamamına yakını ise mezuniyet ile birlikte fiili olarak proleter kimlik kazanmak zorundadırlar. Nitelikli işçi ihtiyacının bütün sektörlerde kendini hissettirmesi; avukatlık, doktorluk, mühendislik gibi ‘küçük burjuva’ addedilen meslek dallarındaki proleterleşme süreci; yeni mezun gençlik içindeki işsiz oranının ¼’ten yüksek olması gibi etmenler ile ele alınınca, sınıfsal analiz konusundaki itiraz ve kökene göre sınıfsal tasnif yapmak daha anlaşılır bir hale gelecektir.
Bu yüzden topyekün bir öğrenci hareketinin devrimciliğinden söz edilemez. Hareket, içerisinde burjuva unsurları da barındırır.
Bugün Türkiye’de hem devrimci hareketin tarihsel olarak çıkış noktası olması hem de nitelik (akademinin toplumsal etkisi) açısından üniversiteler büyük önem taşımaktadır. Son yıllarda üniversiteli öğrenci sayısındaki devasa artış meselenin nicel açıdan önemini de gözler önüne sermektedir. Bugün toplumsal muhalefetin en diri unsurlarından biri, üniversite bileşenleri olarak öğrenci gençliktir.
Üniversite siyaseti kendi başına ele alındığında ekonomik alan mücadelesinin ötesine geçemez. Öğrenci gençliğin kendiliğinden talepleri; ücretsiz, bilimsel, anadilde eğitim; ulaşım, barınma ve beslenme hakkı; akademik özerklik vb. talepler kendi başlarına siyasal bir zemin oluşturmazlar. Bunlar kitlenin kendiliğinden ekonomik-akademik talepleridir.
Hareketin gençlik içerisinde çalışmada ele alacağı temel ideolojik-politik arka plan, bütün kendiliğinden öğrenci mücadele ve taleplerinin siyasallaşması, devrimci siyasetle buluşması ve sürekli düzen teşhiri şeklinde olmasıdır.
Uzun vadede siyasal hat öğrenci taleplerinin dillendirilmesinin ötesinde bu taleplerle kapitalizm arasındaki ilişkinin teşhiri şeklinde düşünülmelidir. Ücretsiz ulaşım, barınma ve eğitim gibi hakların; akademik bağımsızlığın; eşit ve bilimsel eğitim hakkının yine bu düzenle çelişkisi öne çıkarılmadan bu kazanımlar siyasallaştırılamaz. Buna karşı yapılacak propaganda sosyalizmin genel propagandasından ayrı düşünülemez. Bütün kazanımlar diğer toplumsal mücadele alanlarında olduğu gibi devrimci bir perspektifle ele alınmak zorundadır.
Öğrenci hareketi içerisinde sınıfsal yarılma yaratmak, sınıf siyasetini üniversiteye taşımak bir diğer önemli husustur. Burada kastedilen kuru bir işçicilik propagandası yapmak değil, sınıf siyasetinde öne çıkan taleplerin, kazanımların; genel olarak mücadelenin üniversite siyasetine sirayet etmesini sağlamaktır. (asgari ücret talebinin, hepsi birer işçi olacak olan öğrencilerin gündemine sokulması; iş cinayetlerine karşı eylemler örgütlemek; mezuniyet sonrası öğrencilerin işçileşeceği gerçeği; mobbing, güvencesizleşme gibi gündemleri tartışmak, bunlara karşı siyasal propaganda).
Lise alanında özgünlükler barındıran ve komünist faaliyet açısından görece önemli yer tutan “meslek liseleri” üzerine çalışma yine yukarıda bahsedilen sınıfsal yarılma ekseninde gelişmeli; staj sömürüsü ve doğrudan işçilik üzerinden meslek liseli öğrenciler nitelikli birer işçi olarak harekete örgütlenmeli.
Yolumuz İşçi Sınıfının Devrim Yoludur! şiarı bütün bir çalışmanın ideolojik-politik dayanak noktasını bize sunar.
GSB’nin Faaliyeti; Amaç, Hedef, Talepler
GSB, kapitalizmin yıkılmasının ve sınıfsız, sınırsız, mülkiyetsiz bir dünya kurmanın koşulunu; devrimci bir sınıf hareketi yaratılması olarak görür. Bunun mutlak koşulunu da devrimci öncü partinin yaratılması olarak tespit eder. Kapitalizmi yıkma ve sosyalizm inşasının öznesini işçi sınıfı ve onun öncülüğündeki ezilenler olarak belirler. Burada asıl yıkıcı güç ve merkez olarak devrimci partiyi görür.
GSB, işçi ve emekçi sınıfların öğrenci gençlik içindeki yansımasını temel alan bir gençlik örgütlenmesini savunur. Siyasal bir gençlik hareketi yaratmayı hem gençliğe yol göstermek, onun Marksist-Leninist eğitimine yardımcı olmak, komünizm mücadelesine daha örgütlü ve bilinçli katılımını sağlama, hem de kendini yenileme, genç ve dinamik kadrolarla takviye etmenin bir koşulu olarak görür. Başka türlü gençliğin enerjisi devrimci teoriyle birleştirilemez; genç olmaktan gelen özellikleri, coşkusu, dinamizmi, cesareti ve yüksek feragati devrim kanalına akıtılamaz. Öte yandan gençliği önemli bir devrimci güç yapan bu özellikleri, sosyalizm mücadelesiyle birleştirilmeden devrimci bir işlev göremez.
GSB, devrimci partinin üstlenmesi gereken siyasal görevlerin sorumlusu olarak kendini görmez ancak, gençliğin sorumluluk bilincini geliştirerek, inisiyatif almasını özendirerek, deneyim kazanmasını, olası yanlışlardan sakınmasını ve sınıf mücadelesinde daha etkin yer almasını sağlamayı hedefler.
Öğrenci gençliğin farklı bir örgütsel formda örgütlenmesi, parti ile gençlik örgütü arasında sıkı bir ilişkiyi, bu ilişkinin temeli olan ideolojik ve politik birliği varsayar. İdeolojik ve politik birliğe dayanmayan bir örgütsel ilişki, kaçınılmaz olarak farklı uçlara yönelmeye mahkûmdur. Parti örgütüyle gençlik örgütünün “örgütsel bağımsızlığı” özerk bir örgütlenme olarak algılanamaz.
GSB, devrimci ve sosyalist parti ve gruplar arasındaki siyasi rekabetin gençlik örgütlerine taşınmasına, “daha etkin bir akademik mücadele” adına siyasal mücadeleyi burjuvaziye havale eden görüşlere karşı durur. Siyasal mücadele olmadan etkin bir akademik mücadelenin yürütülemeyeceği gerçeğinden hareket eder. Burjuvazinin saldırılarına karşı ve akademik demokratik hakları için gençlik örgütlerinin ortak mücadelesini destekler. Bu temelde özellikle lise ve üniversitelerde gençlik gruplarının güçleri oranında temsil edildikleri federatif ve konfederatif örgütlenmeleri teşvik eder.
Bulunduğu alanlarda konsey, meclis tipi örgütlenmelerin teşvikini yapar ve bu örgütlenmeleri siyasal faaliyet alanı olarak değerlendirir.
Bütün ajitasyon ve propaganda faaliyetinin temelini sosyalizm propagandası üzerinden oluşturur. Bütün akademik taleplerin, öğrenci mücadelesinin siyasallaşması/ devrimcileşmesi için mücadele eder. Hak mücadelesini bu minvalde ele alır. Taleplerini sunarken yapısal sorunları ve kapitalizmi teşhir etmek, sosyalizmi bir alternatif olarak kitlelere ulaştırmak göreviyle mükelleftir.
GSB, kendisini demokratik merkeziyetçi bir şekilde, birimler hiyerarşisi ile örgütleyen; öğrenci gençlik içerisinde siyasal faaliyet yürüten yaygın bir kitle örgütlenmesidir. Kendisini GSB’li olarak gören ve temel programatik hedefleri kabullenen herkes GSB’lidir. Her bölgedeki Genç Sosyalistler inisiyatif alıp faaliyet yürütebileceği gibi, merkezi işlerin (yayın, yıllık faaliyetler vs.) örgütlenmesi yukarıdan aşağıya kurulan (aşağıdan yukarı denetlenen/ yenilenen) birimler aracılığı ile gerçekleşir.
GSB milliyetçiliğe, faşizme, ırkçılığa karşı mücadele eder. Bu ideolojilerin egemenlerin ideolojileri olduğunu vurgular. Kendisine enternasyonalist bir çizgi belirler. Ekoloji sorunu, kadın ve LGBTİ sorunu, ezilen ulus gibi sınıflı toplumların ve özellikle kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunlara karşı ezilen grupları ve onların mücadelelerini destekler.
Öğrenci gençliğin temel taleplerini sahiplenir:
-Ana dilde ve daha bilimsel bir eğitim,
-Zorunlu din dersinin kaldırılması,
-İşçi ve emekçi gençlerin eğitimden, yurtlardan, sağlık ve kültür hizmetlerinden parasız yararlanması,
-YÖK’ün kaldırılması ve üniversitelerin, tüm bileşenlerin katıldığı seçimle gelen konseyler tarafından yönetimi,
-Eğitimde gerçek fırsat eşitliği; emekçilere ücretsiz eğitim, barınma, ulaşım ve beslenme hakkı,
-Staj gören öğrencilere normal ücret ve sosyal sigorta hakkı.