Sermayenin egemen olduğu, üretimin, dağıtımın ve bölüşümün sermaye tarafından belirlendiği, yaşamın her alanının; çalışma ve çalışma dışı yaşamın sermayenin kontrolünde olduğu, neyi üreteceğimize, ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, nerede yaşayacağımıza, kadın ve erkek olarak yaşamda hangi rolleri üstleneceğimize, ne düşünüp neye itiraz edeceğimize, itirazımızın biçimine sermayenin yön verdiği, kısacası tüm yaşamımızın sermaye tarafından belirlendiği bir dünyada yaşıyoruz.
Fabrikalarda, iş yerlerinde, tarlada sermayenin belirlediği şartlarda acımasızca sömürülüyoruz. İşçi ve emekçiler olarak her gün/yıl daha fazla çalışıp daha çok yoksullaşıyoruz.
Sermaye, sayıları birkaç yüz bin olduğu halde, biz milyonlarca işçi ve emekçiyi istediği gibi sömürme ve yönetme gücünü nereden alıyor. Çünkü onlar sadece fabrikalara büyük toprakların sahibi değiller, onların ortak çıkarlarını koruyacak devletleri var. Bizi yüzyıllardır, devletin, patronun, işçinin, küçük çiftçinin ortak devleti olduğunu söyleyerek kandırdılar, kandırıyorlar. Gerçekte bu devlet bizi sömürmek, ülkenin tüm kaynaklarını sermayeye akıtmak için vardır. Yaşayarak biliyoruz ki; bu devlet hakkını arayan, sendikalaşmaya çalışan, ücret talebinde bulunan, açlık ücreti olan asgari ücrete isyan eden işçinin karşısındadır. Her gün yoksullaşan, iflasa sürüklenen, küçük esnafın, dükkâncının karşısındadır. Suyu, rüzgârı, madenleri vb. bedavaya sermayenin hizmetine sunulmasına, doğanın talanına karşı yaşam hakkını korumaya çalışan, mücadele eden köylünün, aydının karşısındadır. Erkek egemenliğine karşı eşitlik ve özgürlük istemiyle mücadele eden kadının karşısındadır. Özgür, eşit bilimsel bir eğitim için mücadele eden, geleceksizliğe mahkum edilen öğrencinin karşısındadır.
Bu devlet her zor durumda zamlarla, vergilerle, çeşitli adlar altında (kdv, ötv vb.) haraçlarla sermayenin hizmetindedir. Sermaye düzeninin bütün defoları, ekonomik-politik krizler, enflasyon, fiyat artışları, işsizlik, yağma, talan, işçi ve emekçilerin sırtına yükleniyor. Aşırı kâr tutkularının, krizlerin dünyayı paylaşma savaşlarının bedelini işçi ve emekçilere ödetiyorlar.
Bugün dünya kapitalizmi, derinleşen ekonomik-siyasi kriz ve büyüyen bir paylaşım savaşının kavşağındadır. Dünya sermaye sistemimin 2008 krizi, alınan bütün önlemlere rağmen yeni bir aşamaya vardı ve büyüyerek sürüyor. Büyüyen krizin bugünkü yeni dalgasının karakteristik özelliği, stagflasyondur, yani yüksek enflasyonla işsizliğin birlikte büyümesi, ekonominin resesyona (durgunluk) girmesidir. Kapitalist sistemin emperyalist örgütlenmesinin bir sonucu olarak krizin bu yeni dalgası gelişmiş ülkelerden (ABD, Almanya, İngiltere vb.) gelişmemiş, dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan ülkelere doğru büyüyerek sürüyor. Bu sürecin siyasi sonuçları, işçi ve emekçilerin artan sömürüsü, koyu bir gericilik ve milyarları yoksulluk ve ölüme sürükleyen yeni bir paylaşım savaşıdır.
Türkiye, ekonomisi en kırılgan olarak nitelenen bu ülkeler içinde birkaç ülkeyle (Arjantin, Venezüella, Lübnan, Sri Lanka) birlikte ilk sıralarda yer alıyor.
Dünya kapitalizminin büyüyen istikrarsızlığına paralel olarak Türk kapitalizminin istikrarsızlığı da büyüyor. Burjuva devletin işçi ve emekçilere yönelik saldırıları hiçbir kural tanımaksızın pervasızlaşıyor. İşçi ve emekçilerin zorunlu yaşam gereksinimlerinin (yiyecek maddeleri, su, elektrik, doğalgaz, ev kiraları) fiyatları, sürekli olarak artıyor. Enflasyon üç haneli rakamlara ulaşarak zaten düşmekte olan ücretleri her geçen gün daha da aşındırıyor. İşsizlik, işten atılma tehdidi, burjuvazi tarafından işçi ve emekçileri “terbiye” etmenin bir aracına dönüşmüş durumda. Kürt halkı üzerindeki baskı ve tutuklamalar sürüyor. İşçi ve emekçiler her gün daha çok çalışıp daha çok yoksullaşırken, burjuvazinin kazançları çoğalıyor. Gelir dağılımı işçi ve emekçiler aleyhine bozulmayı sürdürüyor. Nüfusun %50’si milli gelirin %12’sini alırken, %10’u milli gelirin %67’sini alıyor. Toplumun bir kutbunda büyüyen yoksulluğa, öteki kutupta debdebeli bir yaşam eşlik ediyor.
İşçi ve emekçilere yönelik bu ekonomik saldırıya, politik saldırı eşlik ediyor. Haklar budanıyor, hak arama kanalları devlet terörüyle kapatılıyor. Korku iklimi tutuklamalar, yüksek hapis cezaları, işten atma tehditleriyle yaygınlaştırılıyor. Bunların yetmediği yerde, işçi ve emekçilerin aklını çelmek, onları kendi gerçek sorunlarından uzaklaştıracak yeni yöntemler devreye sokuluyor. Bu iklim burjuva sınıf içindeki kargaşayı da büyütüyor. Burjuvazinin bir kesimi iflaslar ve iflas tehditleri ile karşı karşıya.
Burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçileri kendi sorunlarından uzaklaştırmak, onlar üzerindeki toplumsal hegemonyasını perçinlemek için cumhuriyet tarihi boyunca iç ve dış düşman taktiğini kullanmıştır/kullanmaktadır. Sosyalist sistemin çökmesiyle, geleneksel komünizm tehlikesi etkisini kaybedince, gelişen Kürt mücadelesi üzerinden bölünme “tehdidi” Türkiye’nin “beka” sorununun temeli haline getirildi. Geleneksel dış tehditlere (Yunan, Ermeni) yenileri eklendi. Dış ve iç düşman söylemi sadece işçi ve emekçilerin kafasını karıştırmak, şoven bir milliyetçiliği köpürterek onları kendi etrafında birleştirmekte etkili bir araç olarak iş görmüyor, aynı zamanda burjuvazinin bütün fraksiyonlarının, örgütlerinin, partilerinin, işçi ve emekçiler karşısında birleşmelerinin de zeminini oluşturuyor.
Erdoğan ve AKP şimdi bu geleneksel burjuva taktiği, kendi beka sorunuyla birleştirerek uyguluyor. İç ve dış düşman retoriğini kullanarak, işçi ve emekçilerin öfkelerini yönlendiriyor. Burjuva düzenin için düştüğü acz büyüdükçe, savaş tamtamlarının sesleri de yükseliyor. Ekonomik ve politik kriz derinleştikçe hak arama eylemlerine karşı polis ve jandarma baskısı, saldırı ve tutuklamalar artıyor. Suriye’ye, Rojava’ya, Güney Kürdistan’a, Irak’a yönelik askeri saldırılar, saldırı tehditleri birbirini izliyor. Ege ve Doğu Akdeniz’de tansiyon yükseltiliyor. Köpürtülen şovenizm üzerinden yeni bir toplumsal seferberlik örgütlenmeye çalışılıyor. Bu yöntemlerle burjuva kesimler arasındaki çelişki ve çatışmalar minimalize ediliyor, partiler tek bir koro halinde burjuvazinin ulusal çıkarları adına harekete geçiriliyor, işçi ve emekçiler üzerindeki burjuva hegemonya perçinleniyor.
İşçi sınıfı, emekçiler, burjuvazinin bu ekonomik-politik ve ideolojik saldırıları karşısında çaresiz değildir. Tersine çaresizlik ve acz içinde olan burjuvazidir. Eğer bu acz dönüp dolaşıp karşımıza burjuvazinin gücü olarak çıkıyorsa, buna yol açan işçi sınıfının kendi sınıfsal konumundan uzaklaşması, kendi gücüne yabancılaştırılmasıdır.
Sınıf mücadelesinde egemen sınıfın gücü sadece onun ideolojik politik üstünlüğü, sahip olduğu olanaklar ve manevra kabiliyetiyle belirlenmez; karşı sınıfın güçsüzlüğü de onun hanesinde bir güç olarak görünür. Bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur. Olağan yöntemlerle yönetemez halde olmasına rağmen burjuvazinin güçlü görünmesine yol açan, işçi sınıfı ve emekçilerin şu andaki ideolojik politik ve örgütsel güçsüzlüğüdür.
Bu güçsüzlüğe yol açan nedenlerden biri, işçi ve emekçi kitlelerin içinde bulunduğu korku, umutsuzluk, uyuşukluk ve dağınıklıktır. Kapitalizmin, kendi işleyişiyle kitlelerde bugün egemen olan korku, umutsuzluk ve bunların yol açtığı tepkisizliği dağıtacağından kuşku yoktur. Nitekim belirli bir ivme yakalamamış olsa da, tekil ve dağınık olsa da, kitlelerde zaman zaman görülen bir hareketlenme buna işaret ediyor. Ancak bugünkü durumdan çıkış kitlelerdeki bu hareketlenme ile gerçekleşemez. İktidarı ve muhalefetiyle burjuvazinin uyguladığı seçim taktiği, yaşanan bütün olumsuzlukların seçimle değişeceğini empoze edilmesi kitlelerdeki ataletsizliği daha da büyüterek, burjuvazinin manevra kabiliyetini artırmaktadır. Diğeri ve en önemlisi ise sürece müdahale etme gücüne sahip proleter bir siyasetin olmayışıdır. Kitlelerle bağ kuran böyle bir siyaset olmadan sınıfın bugün içinde bulunduğu atalet ve umutsuzluk yenilemez. Devrimci bir siyaset olmadan; en keskin, en kararlı kitle hareketleri bile sonuç almaya yetmez.
Türkiye bu koşullarda yeni bir seçim sürecine giriyor. Sayıları yüzleri bulan irili ufaklı burjuva partiler işçi ve emekçilerin artan öfkesini düzen içi kanallara akıtmak için birbiriyle yarışıyor. İktidar, uyguladığı baskı ve şiddeti, halkı mahkum ettiği yoksulluğu, devletin bekasıyla gerekçelendirirken, muhalefet mevcut olumsuz tabloyu devletin bekası adına düzelteceğini vadediyor. Devletin baskı ve şiddetinin, partilerin ileri sürdükleri vaatlerin ortak paydasını devletin bekası oluşturuyor. Burjuva partiler için esas olan ve değişmemesi gereken devlettir. Çünkü devlet olmadan sermaye var olamaz.
Burjuva devlet en “demokratiğinden” en baskıcısına kadar burjuvazinin işçi ve emekçileri sömürmek, zapt-ı rapt altına almak için sermaye sınıfının egemenlik aygıtıdır. Büyük sermaye gruplarına dayanan bu devlet, temelinde baskı aygıtlarının (ordu, polis, yargı aygıtı, hapishaneler vb.) yer aldığı dikey bir örgütlenmeye dayanır. Bu dikey örgütlenme ideolojik aygıtlar (okul, din, manipülasyon araçları, medya vb.) ve temsili kurumlar (parlamento, partiler, sivil toplum örgütleri, her meslekten “akil” insanlar vb.) ile toplumun tümünü ahtapot gibi saran geniş bir yatay örgütlenmeyle beslenir. Bu aygıtın görevi devletin bütün temel işlevlerini planlayan ve yürüten ana aygıtı (dikey aygıtı) beslemek ve gölgelemektir. Parlamentonun görevi ise dikey aygıtın aldığı kararları onaylayıp genelleştirmektir. Bu noktada en baskıcısıyla en “demokratik” burjuva iktidar arasındaki fark, temsili kurumların görece etkinliği, başka bir deyişle devletin gerçek niteliğini gölgeleme derecesidir. Bu etkinliğin temeli de emperyalist sömürü ve bu sömürünün beslediği göreli istikrardır. Kapitalist düzeni sarsan sınıfsal bir direncin henüz ölümcül bir noktaya ulaşmamış olmasıdır. Başka bir değişle “kan rezistansın türevidir.” Son dönemde, büyüyen kriz ve yeni bir paylaşım savaşını gündeme gelmesiyle bu ülkelerde de “burjuva demokrasisinden” gericiliğe geçiş hızlanmaktadır.
2017 referandumuyla burjuva devlet yeniden yapılandırılırken, burjuva siyasette bu yeniden yapılanmaya uygun olarak yeniden düzenlendi. Burjuva siyasette bloklaşmalar oluştu. Çok partili burjuva siyaset iki temel blok olarak örgütlendi.
Bu bloklaşmalar politik ve ideolojik konumlarıyla hangi sınıfı temsil ediyorlar? İktidar bloğu (AKP; MHP), ittihatçı ve ihracatçı büyük burjuvaziyi, çıkarları emperyalist tekellerle bütünleşen sanayi ve finans kesimleri temsil ediyor. Bu süreçte AKP’nin kendisi de emlak talanı ve devlet ihaleleriyle en büyük sermaye şirketleri arasına girdi. Ekonomideki bu politikanın politik alana yansıması ise koyu bir gericiliktir. Bu gericiliğin toplumsal alana yansıması, ötekileştirme, işçi ve emekçilerin hak arama girişimlerinin bastırılması, toplu sözleşme sisteminin devlet zoruyla fiilen ortadan kaldırılmasıdır.
Kurulduğundan bugüne burjuva ideolojisinin ana ideolojik ekseni olan Türk-İslam sentezi, kimi zaman bu sentezde ağırlıklar değişse de, TC’nin ana ideolojik ekseni oldu. AKP ile birlikte bu sentez İslam-Türk sentezi olarak yeniden yapılandırıldı. Dış konjonktürdeki gelişmeler, Ortadoğu’da başlayan isyan dalgası, Müslüman Kardeşler’in bir çok ülkede iktidara gelmesi ya da güçlenmesi bu değişimi kolaylaştırdı.
Büyük burjuvazi bu değişimi, Türkiye’nin emperyalistleşmesinin aracı olarak selamladı ve destekledi. Ancak konjontürdeki değişmeler, Müslüman Kardeşler’in güçlenmesinden kaygı duyan Arap devletlerinin (Mısır, S.Arabistan, BAE vb.) karşı tavır alması, bu güçlenmenin bölgede ABD-İngiltere çıkarlarına zarar vermeye başlaması ve Rusya’nın Ortadoğu’ya müdahalesiyle süreç tersine döndü. Müslüman Kardeşler’in gücü kırıldı. Deyim yerindeyse Türk Burjuvazisi’nin iştahı boğazında düğümlendi. Türkiye dış politikada yeniden ABD ve İngiltere’nin İsrail üzerinden kurduğu eksene dönmek zorunda kaldı. 20 yıllık hükümet etme sürecinin ardından hükümet bloğunun halka vadedeceği talan, baskı, koyu bir şovenizm ve Sünni İslam’ın pazarlanmasından ibarettir.
AKP karşıtlığı temelinde oluşan muhalefet bloğu ile iktidar bloğu arasında sınıfsal nitelik açısından ufak farklar dışında temelde herhangi bir farklılık yoktur. Aralarındaki farklar ne olursa olsun bütün burjuva partiler burjuva devlet aygıtının hizmetindedirler.
Aradaki küçük farklılıklardan biri, muhalefet bloğunun muhalefette olmasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizmde, burjuva muhalefet, hükümetlerin işçi ve emekçi düşmanı uygulamalarıyla düzenden yüz çevirmeye başlayan kitlelerin yeniden düzene bağlanmasının en önemli araçlarından biridir. Bu aynı zamanda burjuva parlamentolarının da varlık nedenidir. Muhalefet bloğu, eleştirileri ve vaatleriyle bu işlevi yerine getiriyor. İkinci fark, bu bloğun tüm burjuvaziyi temsil etmeye soyunması, özellikle tarım burjuvazisini, zengin köylülüğü dikkate alan bir ekonomik politikaya yönelmesidir. Bu bloğun en temel vaadi, bozulan ekonomiyi, liberal ekonomi kuralları temelinde, gerçekleşme koşullarının var olup olmamasından bağımsız, reforme etme vaadidir. Bu vaat aynı zamanda muhalefetin iktidara geldiğinde işçi ve emekçilerin yaşamında temelde hiçbir ciddi değişimin olmayacağının da ilanıdır.
Ayrıca muhalif blokla iktidar bloğu arasında ciddiye alınabilecek bir ideolojik farklılık da yoktur. Muhalefeti oluşturan partilerin CHP dışındaki kesimi, mevcut iktidarın birer türevidir. CHP ise uzun bir dönemden beri ideolojik olarak bu türev partilerle hem milliyetçilik hem de dinin siyası kullanımı bakımdan bir uyum içindedir. Bu alanlarda tek fark CHP’nin Alevilere yaklaşımındadır. Dış politikaya ilişkin yaklaşımlarındaki farklılık ise Batı’ya, ve NATO’ya bağlılıkla belirlenmektedir.
“Demokrasi İttifakı” olarak adlandırılan HDP’nin başını çektiği ve kimi sosyalist partilerle liberal solcuları bir araya getiren ittifaka gelince, “Üçüncü Yol” olarak da adlandırılan bu ittifakın temel şiarlarından biri, Kürt sorununun barışçı çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesidir. Her şeyden önce kendilerini “Üçüncü Yol” olarak nitelemeleri bu ittifakın daha katlanılabilir bir kapitalizmi savunduklarının itirafıdır. Ortaya koyulan 11 maddelik deklarasyon (Güçlü demokrasi, bağımsız yargı, kayyum rejiminin kaldırılması, Kürt sorununun demokratik çözümü, barışçı dış politika, kadın özgürlük ve eşitliği, adalet, liyakat, doğaya saygı, gençlere özgür yaşam, demokratik anayasa) bu ittifakın bir iki nokta hariç muhalefet bloğuyla paralelliğe sahip olduğunu gösteriyor. Kuruluş temelini oluşturan Kürt sorununda somut istemleri ise anadilde eğitim ve evrensel kimlik hakları (?) ile sınırlandırılıyor. Deklarasyonda yer alan bu 10 istem ile muhalefet buluğunun açıkladığı deklarasyon arasındaki en önemli farkı HDP ve onunla hareket edenlerin bu istemlerdeki samimiliğidir. Zaafları ise barış ve demokrasi söylemiyle devletin demokratikleştirilmesinin mümkün olduğu sanmanın küçük burjuva hayalciliği olduğunu görememeleridir.
Kimi sosyalist partiler bir araya gelerek “Sosyalist Güç Birliği” ile ittifaklar kervanına katıldılar. Açıklanan deklarasyonda ilk göze çarpan, bırakalım sosyalizmin içeriğine dair birşeylerin yokluğunu, sosyalizm kelimesine dahi yer verilmemiş olmasıdır. “Sosyalist Güç Birliği” eski iki harekete, Sosyalist İktidar Partisi ile Dev Yol’dan kopup gelenlere dayanıyor. TKH ile Devrim Hareketi ismini TKP olarak değiştiren partiden, Sol Parti ise birlik ve bölünme süreçlerinden geçerek kuruldu. İki kökenden gelen bu partiler güç birliklerini 5 maddelik bir deklarasyon ile açıkladılar. Deklarasyon “AKP, yirmi yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyet’in kazanımlarını tek tek ortadan kaldırarak tam boy piyasacı ve işbirlikçi bir siyasal islamcı” rejim kurduğu paragrafıyla başlıyor. Devamında ise, yok edilen Cumhuriyet kazanımlarından birinin laiklik olduğunu anlıyoruz. “laiklik için bir araya” geldikleri vurgusunu, tarikatların ve cemaatlerin kapatılması izliyor. Ama cumhuriyetin kazanımlarından biri olduğu düşünülmüş olacak ki, devlet dininin simgesi olan diyanetin kapatılmasının sözü bile edilmiyor. Deklarasyonda, özelleştirmelere karşı kamuculuk savunuluyor. Önce şunu söylemeliyiz; devletçilik yerine kamuculuk kelimesini kullanarak, isim değiştirerek şeylerin gerçek özünü değiştiremezsiniz. İkincisi, sizin kamu dediğiniz devlet varlıkları, burjuvazinin iddia ettiği gibi, esas olarak halkın parasıyla yapılsa da halka değil burjuvaziye aittir. “Yani en kolektif burjuva mülkiyettir.” Devlete dokunmada siz onları “kamulaştırdığınızda da onlar öncesinde olduğu gibi, yine burjuvazinin hizmetinde olacaktır. Deklarasyon en başa “AKP’ye ve onun temsil ettiği düzene karşı mücadele”yi koyuyor. Ayrıca, güç birliği sözcüleri açıklamalarında seçimlerde “Erdoğan’ın kazanmasına yardımcı olmayacak”larını belirtilmektedir. Bu açıklamanın arkasına ne yazarsanız yazın, sizin niyetinizden bağımsız olarak, kapitalizmin savunusuna çıkarsınız. Sosyalizme olan samimi inancınız bu gerçeği değiştirmez.
Komünistler ne İçin Mücadele Ediyor!
Komünistlerin amacı; işbölümü, mülkiyet, sınıflar ve devletin olmadığı, emek ile emek araçları, zihinsel emek ile bedensel emek arasındaki karşıtlığın, dolayısıyla sömürü ve her türlü baskının (cinsel, ulusal, dinsel vb.) ortadan kalktığı, toplumsal örgütlenmenin siyasal niteliğini yitirdiği, üretici güçlerdeki gelişmenin emeği toplumsal üretimin nezaretçisi konumuna getirdiği, insanlar arasında her türlü ayrımcılığın ortadan kalktığı, bireyin çok yönlü gelişmesinin olanaklı olduğu komünist toplumun kurulmasıdır. Devrimi, yani kapitalizmin yıkılmasını, sermaye egemenliğinin ortadan kaldırılmasını, işçi sınıfı diktatörlüğünün kurulmasını, bu amacı gerçekleştirmede temel bir araç olarak görürler. Bu devrimle birlikte, sermaye egemenliğinin ayrılmaz ekonomik kategorileri olan, ve bugün işçi ve emekçilere hayatı çekilmez hale getiren faiz, rant, enflasyon, işsizlik, rekabet, savaş vb. kavramları tarihin çöplüğüne atılırlar. Komünistler bu amaçlarını hiçbir koşulda gizlemezler, ya da bu amacı fululaştıracak girişimlerde bulunmazlar.
Komünistler bu mücadeleyi kapitalizm zemininde onun yarattığı insan malzemesiyle, bu malzemeyi, dönüştürüp devrimcileştirerek yürütürler. Komünist parti önderliğinde işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü bu mücadelede çeşitli evrelerden (ileri atılma, ayaklanma, geri çekilme, güç kaybı, dağılma, savrulma, yenilgi vb.) geçerek zafere ulaşır/ulaşmıştır. Komünistler bu mücadelede hiçbir biçimde kendilerini tek bir taktikle sınırlamazlar. Mücadelenin her evresi kendine özgü taktiklerle belirlenir, her evreye uygun taktikler, işbirlikleri, geliştirler. Ama asla ideolojileri ve örgütsel bağımsızlıklarından taviz vermezler. Güç ya da işbirliği komünistlerin işçi sınıfının acil istemleri için diğer sosyalist ya da küçük burjuva partilerle yaptıkları yazılı ya da zımni belirli ve süreli anlaşmalardır. Çoğunlukla güçsüzlük temelinde gelişen kuyrukçuluk ise, burjuva ya da küçük burjuva partilerin vaatlerini gerçek kabul ederek bu partilerin açık ya da zımni desteklenmesidir. Komünistler ne kadar zor koşullar altında olsalar da işbirliğiyle örtülü bu tür bir kuyrukçuluğu reddederler.
Komünistler Parlamenter Mücadele ve Seçimler
Komünistler, birincisi, seçimleri ve parlamentoyu bir kurtuluş aracı olarak değil, bir mücadele alanı ve aracı olarak görür. Parlamenter yolla ya da barışçı yolla burjuva düzenin değişeceği gibi ham hayallere kapılmaz. Tersine, komünistlerin görevi işçi ve emekçilere parlamentonun gerçek işlevini göstermek, onların bu ham hayallerin arkasından gitmesini engellemektir. Bu anlamda parlamenter mücadeleye temel bir rol atfetmez; onu, burjuva devleti parçalayarak iktidarı almak için yürüttüğü parlamento dışı devrimci mücadeleye bağlı olarak ele alır. İkincisi, komünistlerin parlamenter mücadele taktiğinin özünü parlamento kürsüsünün, devrimin ideolojik, politik ve örgütsel hazırlığı için kullanılması oluşturur. Yani amaçları burjuvazinin parlamenterizm oyununa ortak olmak, parlamenter zeminde bir değişimi gerçekleştirmek değil, o kürsüyü kullanarak başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halka seslenmek, işçi ve emekçileri burjuva düzene prangalayan parlamentonun gerçek işlevini halka anlatmaktır. Üçüncüsü; komünistler seçimleri her zaman yürüttükleri faaliyetin -ajitasyon propaganda ve örgütlenme faaliyetinin- yoğunlaşma dönemi olarak görür. Bu anlamda boykotu, seçime katılmayı, işbirliğini, bir parti veya grubu desteklemeyi parlamenter mücadelenin somut biçimleri olarak ele alır. Parlamenter mücadele gibi bu mücadelenin biçimlerini de (boykot, katılma, destekleme) mutlaklaştırmaz. Ünlü Marksist yöntemin emrettiği gibi “somut durumun somut tahlili’nden hareket eder. Her seçimi, sınıf mücadelesinin o günkü somut durumu içinde ele alır ve taktiğini belirler. Sınıf mücadelesinin somut durumunu dikkate alarak her seçimi kendi koşulları içinde ele alarak tavır belirlerler. Parlamenter mücadeleyi, seçime katılmayı, burjuva parlamentarizmini meşrulaştırmak için değil, yığınlarda oluşan parlamenter önyargıları dağıtmak için kullanırlar. Bu yaklaşımla her koşulda seçimleri boykot eden anarşistlerden olduğu kadar, parlamentarizme bel bağlayan reformistlerden de ayrılırlar.
İşçi Sınıfının Birliği ve Mücadelesinin Acil İstemleri
Bir yandan derinleşen krizin yıkıcı ve yoksullaştırıcı etkileri, diğer yandan yaklaşan seçimler ve anketlere yansıyan AKP’nin oy oranlarındaki düşüş, işçilere, emekçilere ve Kürt halkına yönelik saldırıları pervasızlaştırıyor. Bugün Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçiler sermayenin, başta ekonomik, politik ve ideolojik olmak üzere çok yönlü ağır bir saldırısı altındadır.
Burjuvazi ortaya çıkmasını engelleyemediği ekonomik krizi; fiyat artışları, işsizlik ve vergiler yoluyla işçi ve emekçilerin sırtına yüklüyor. Nebati Bakan, izlenen bu politikayı, aldıkları önlemlerle dar gelirliler (işçi ve emekçileri kastediyor) hariç herkesin zenginleştiğini söyleyerek itiraf etti. Yükseltilen enflasyonla reel ücretleri düşürüp, işsizliği artırarak, kriz sonrası yüksek kâra dayalı büyümenin zeminini hazırlıyorlar.
Bu ekonomik saldırıya giderek şiddetlenen ve yaygınlaşan bir politik saldırı eşlik ediyor. Hak aramaya yönelik en küçük eylemler, gösteriler devlet müdahalesiyle bastırılıyor. Aşırı yoksullaşmanın barındırdığı potansiyel tehlikenin yol açabileceği patlamaları önlemek için her yöntemi kullanıyorlar. İşçi ve emekçiler seçim tartışmalarıyla oyalanıyor. Seçime üç yıl kala başlatılan zamanında, erken, ya da baskın seçim söylemiyle kitlelerin öfkesi ve enerjisi kontrol altına alınıyor. Her gün birbirlerine küfreden burjuva hükümet ve muhalefet, seçim tartışmalarıyla işçi ve emekçileri hak aramaktan ve eylemden uzak tutmakta birleşti. Hükümet sokağa çıkanları polis copu ve hapishaneyle, muhalefet provokasyona gelmekle tehdit ediyor.
Protestolara yol açabileceği hesaplanarak, büyük kitlelerin bir araya geldiği festivaller yasaklanıyor, futbol müsabakalarında güvenlik tedbirleri artırılıyor, kentlerin büyük meydanları abluka altına alınıyor. Diyanet bu seferberliğe şükür seanslarıyla katılıyor. Suriye ve Irak’ta Kürtlere karşı savaş ve olağanüstü hal ilanı yedekte tutuluyor. Erdoğan alınan bu önlemlerle krizin sosyal etkilerini denetim altına aldıklarını söyleyerek burjuvaziyi teskin etmeye çalışıyor.
Seçmene vaadde bile bulunma olanağını kaybeden iktidar bloğu, seçim stratejisini elinde bulundurduğu ekonomik, politik ve ideolojik güç üzerinden kurarken, muhalefet bloğu ise seçmende gelenekleşmiş, sosyalist cenahın bile daha iyi örgütlenme koşulları getireceği varsayımıyla benimsediği, “kötünün iyisini seçme” alışkanlığına güveniyor.
Bütün bunlara rağmen güçlü olan sermaye ve onun devleti değil, güçsüz olan işçi ve emekçilerdir. Vaatler, baskı ve terörle kendi çıkarlarına yabancılaştırılan, işçi ve emekçilerdir. İşçi ve emekçilerin geriliği ve bölünmüşlüğüne dayalı bu güçsüzlüğü, karşı tarafı yani sermaye ve onun devletini ayakta tutuyor.
Ama kriz ve yoksulluk sermayenin lehine kurulu bu dengeyi bozuyor. Sermaye ve devletin işçi sınıfı ve emekçiler üzerine kurduğu ideolojik ve fiziki şiddete dayalı korku yavaşta olsa dağılıyor. Son dönemde artan protestolar, işçi direnişleri, doğal yaşamı korumaya yönelik direnişler, kadınların taciz ve katliamlara yönelik eylemleri, eşitlik mücadeleleri, gençlerin özerk bilimsel üniversite ve barınma hakkı mücadeleleri, köylülerin doğanın yıkımına karşı yürüttükleri yaşam hakkı mücadeleleri, yoksul ve küçük köylülerin emeklerinin hakkını koruma mücadeleleri, işsizliğe ve hayat pahalılığına karşı gittikçe büyüyen öfke, bütün bunlar düzenin altında patlayıcı yığınının, patlamaya hazır bir enerjinin büyüdüğünü gösteriyor.
Ancak tekil ya da grupsal eylemler, biriken bu enerjiyi büyütmüyor, tersine çoğu durumda bu tür eylemler, güç ve enerji kaybına yol açıyor. Nesnel olarak büyüme eğilimindeki bu öfke ve enerjinin tekil ve grupsal eylemlerin tıpkı, küçük derelerin birleşerek coşkun bir nehir haline gelmesi gibi, ülke çapında etkili ve yığınsal eylemlere dönüştürülmesi gerekiyor. Bu konuda asıl sorumluluk devrimci ve komünist hareketlere düşüyor. Ama bunun için devrimci ve komünist hareketlerin bu sorumluluğu üstlenecek bir bakış açısına sahip olmaları, ilk başta kendilerini birleşik bir güç olarak örgütlemeleri gerekiyor. Yani örneğimizden hareket edersek, önce daha bilinçli ve örgütlü güçlerin küçük nehrini oluşturmak gerekiyor. Ancak böyle davranarak ülke çapında birleşik eylem sonuç alıcı bir güce dönüştürülebilir.
Çıkış yolu işçi sınıfının, emekçilerle birliği ve mücadelesidir. Mücadele ederek, örgütlenerek, birleşerek, kapitalist sistemde çalışma ve yaşama şartlarımızı daha da iyileştirebiliriz ve kapitalizme karşı sonsal mücadeleye güçlü bir biçimde hazırlanabiliriz.
Bu hiç hayal değildir. Yeter ki gücün bizde olduğunu kavrayalım, birleşelim, örgütlenelim.
***
Örgütlü gücün karşısında, hiçbir kuvvet duramaz!
Çalışma ve yaşama şartlarını iyileştirmek için işçileri, emekçileri şu acil talepler için mücadele etmeye çağırıyoruz:
1- Sınırsız toplantı, gösteri ve basın özgürlüğü
2- Devrimci demokrat siyasal tutukluklara özgürlük
3- Kürt sorunu Kürt halkının ayrılıp ayrı bir devlet kurma kakının sağlanmasıyla köklü bir çözüme kavuşur. Bugün Kürt siyasal hareketlerinin savundukları demokratik özerklik/federasyon talepleri sorunun bu köklü çözümü doğrultusunda ileri doğru atılmış reformcu bir adım olarak desteklenmelidir.
4- Irkçılığın yasaklanması, silahlanmaya son verilmesi
5- Asgari ücretin devletin işverenlerle belirlediği bir ücret tabanı olmaktan çıkartılması, işçi örgütleriyle işveren arasında grevli toplu sözleşme yöntemiyle belirlenmesi. Ücret tabanının dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının üzerinde belirlenmesi ve her üç ayda bir enflasyon oranı dikkate alınarak yenilenmesi
6- Sendika seçme özgürlüğü, sendikalaşmayı zorlaştıran tüm sınırlanmaların kaldırılması, memur statüsündeki işçilere, polis ve askerlere grevli toplu sözleşme hakkının verilmesi
7- Grevlerin pratik uygulanması üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması, dayanışma grevi ve politik genel grev üzerindeki yasakların kaldırılması.
8- İşsizlik sigorta fonu yönetiminin sendikalara devredilmesi. İşsizlik ücretinin işsiz kalınan süre boyunca ücretin yarısından az olmayacak ölçüde belirlenmesi
9- Kod 29 sayılı maddenin kaldırılması, iş sürecinde işçi ve işveren arasındaki anlaşmazlıkların işçi ve işveren temsilcilerinin eşit katılımının sağlandığı bir kurul tarafından çözülmesi.
10- İşçi memur ayırımının kaldırılması, taşeron sistemine son verilmesi
11- Eşit işe Eşit ücret. Ücretlerde kadın erkek eşitsizliğinin ortadan kaldırılması
12- Kadınlara yönelik her türlü ayırımcılığın taciz ve tecavüzün ağır ceza kapsamına alınarak en yüksek cezalarla cezalandırılması
13- 20 kişiden fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde ücretsiz kreş zorunluluğu, 0-5 yaş arasında çocukların beslenme ve hijyenik ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanması.
14- Konut kiralarının ücretlerin %30’unu, elektrik, doğalgaz ve su giderlerinin %15’ini geçmeyecek biçimde düzenlenmesi.
15- Tarımda yoksul, küçük ve orta köylülerin tarla ipoteklerinin kaldırılması, borçların silinmesi, bu kategorideki köylülerin kendi kooperatiflerini kurmalarının önündeki engellerin kaldırılması, tarımsal desteğin, kredi, makine, tohum ve mazot vb. bu kooperatifler vasıtasıyla sağlanması
16- Kır işçileri, işçi sınıfının en örgütsüz, düşük ücretli, en ağır koşullarda çalışan kesimini oluşturuyor. Gündelikçi tarım işçileri hem örgütsüzlük hem de ücret ve çalışma ve yaşam koşulları açısından kır işçilerinin en alt kesimini oluşturuyor. Bir tarafta patronlar diğer tarafta dayıbaşlarının baskı ve sömürüsü altında sefil yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Tarım işçileri ve gündelikçi işçilerin tüm örgütlenme ve sendikal hakları tanınmalı, yaşam koşulları iyileştirilmeli, ücretleri ortalama işçi ücretlerinin üzerinde belirlenmelidir.
17- Herkese parasız sağlık hakkı. Özel hastahanelerin ve kliniklerin kapatılması. Sağlık kurumlarının tüm sağlık çalışanların katıldığı seçimlerle oluşturulan senatolar tarafından yönetilmesi, başhekimlerin bu kurum tarafından seçilmesi
18- Özel eğitim kurumlarının kapatılması, eğitimin her aşamada parasız olması, eğitim programlarının öğrenci, aile birlikleri ve akademisyenlerin temsil edildiği eğitim şurası tarafından belirlenmesi
19- YÖK’un kapatılması, lise ve üniversite öğrencilerinin örgütlenmesinin önündeki bütün engellerin kaldırılması.
20- Üniversitelerin öğrenci, öğretim üyeleri ve diğer çalışanların katılımıyla seçilen Üniversite Senatoları tarafından yöneltilmesi, rektörlerin bu kurumca seçilmesi
21- Özel ve vakıf öğrenci yurtlarının kapatılması, yurtların öğrenci ve çalışanların seçimle belirlediği bir kurul tarafından yönetilmesi, yurt ücretleri ve beslenmenin devletçe karşılanması
22- Doğal dengeyi bozan her türlü kapitalist tahribata, yer altı ve yer üstü kaynakları üzerindeki kapitalist yağmaya son verilmeli, sermayenin rant ve enerji ihtiyacının karşılanması adına yoksul köylülerin yaşam hakkını yok eden doğaya yönelik her türlü tahribat durdurulmalıdır.
23- Dinlerin birbiri karşısında üstünlüğüne dayalı her türlü dinsel ayrıcalık ve baskıya son verilmeli, okullardan dini müfredat, resmi belgelerden din hanelerinin kaldırılmalı, devletin resmi dininin temsilcisi diyanet lağvedilerek, her dini grubun kendi işlerini kendi içlerinde, açıklık ilkesine bağlı kalarak halletmeleri sağlanmalı
24- Savaş ve yoksulluk nedeniyle kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalan işçi ve emekçilere yönelik her türlü ırkçı ve ötekileştirici söylem ağır cezalarla cezalandırılmalı, bu kategorideki göçmenlere vatandaşlık hakları verilmelidir.
***
Yukarda sıralanan, yenilerinin eklenmesiyle daha da zenginleştirilebilir olan bu acil istemlerin bir çoğu Türkiye de dahil hemen tüm burjuva devletlerin anayasa ve yasalarında yazılıdır. Ancak bu yasalara burjuva devletler genellikle işlerin iyi gittiği dönemlerde kısmen de olsa uyarlar. İşler kötüleştiğinde yani kriz patladığı ve pazarlar daraldığında yasaların, ya yazılışlarında ama ile başlayan kısıtlamalar yürürlüğe girer, ya da güvenliğin sağlanması adı altında değiştirilirler.
Yukarda yer alan acil istemlerin mücadeleyle kazanılması işçi sınıfının mevcut durumunda bir iyileşme sağlasa da köklü bir değişikliğe yol açmaz. Ayrıca sağlanan iyileşmeler ise çoğu zaman geçicidir. Bu bir kısır döngüdür. İşçi sınıfı mücadele ederek haklar kazanır, bu haklar burjuvazini yeni bir ekonomik ve politik saldırısıyla, deyim yerindeyse kuşa çevrilirler.
O halde işçi sınıfının durumunda köklü bir değişime yol açmayacak olan bu mücadele neden gereklidir?
Komünistler için burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki diktatörlüğü olarak burjuva devlet açık ve nettir Ancak bu durum milyonlarca işçi ve emekçi için açık ve net değildir. Kapitalist toplumda baskı ve sömürü altındaki geniş yığınlar devrimci bir altüst oluştan geçmeksizin içinde debelendikleri çelişkilerden, onları düzene bağlayan kör güçlerin etkisinden, gelenek ve alışkanlıklardan arınamazlar. Bu arınma ancak kitlelerin kendi öz talepleri doğrultusunda, kendi örgütleriyle yürüttükleri mücadele ile gerçekleşebilir. İşçiler, ancak hak ve çıkarlarını koruma mücadelesi içinde gerçek bir sınıf kimliğine kavuşur. Kendini ve düşmanı bu mücadeleler sırasında tanır; birleşme ve dayanışma bilinci bu mücadele sırasında gelişir; siyasal mücadelenin zorunluluğunu bu mücadelelerden geçerek kavrar ve farklı mücadele biçimlerine yönelme gereksinimini bu alanda öğrenir. Ayrıca bu mücadele olmadan sınıfı kurtuluşa taşıyacak sınıf partisinin işçi sınıfının başta en ileri kesimleri olan işleri işçiler olmak üzere sınıfın kitlesiyle birleşemez, devrimci hazırlık görevini yerine getiremez.
Öte yandan işçi sınıfının burjuva sınıf karşısında sınıf olarak davranma yetisini geliştiren ve onun devrimci hedefleri kavramasında yardımcı olan hak ve özgürlükler mücadelesi ne ölçüde başarılı olursa olsun, sisteme karşı yürütülen doğrudan iktidar mücadelesine bağlanamadığı durumda, başarısız olmaya mahkûmdur. Çünkü özünde reformist olan ve bu nedenle düzen sınırları içinde kalan bu mücadeleler, kitlelerin durumunda geçici rahatlama dışında somut bir düzelme sağlayamadıkları gibi, siyasal mücadeleye bağlanamadıkları durumda hem sınıfın düzene köleliğini perçinler, hem de bu mücadele araçlarını köleliğinin araçlarına dönüştürür.
İşçi sınıfı, ancak mücadele içinde, üretimden gelen gücünü, sayısal üstünlüğünü, bilinç, örgüt ve eylemle birleştirebilirse mevcut kaostan devrimci bir çıkışı sağlayabilir. Bunun ilk adımı işçi ve emekçilerin artan burjuva saldırılar işsizlik, pahalılık, karşısında birleşmesi, toplumun tüm emekçi ve diri güçlerinin bir cephe etrafında birleşmesidir. Bugünkü ideolojik savrulma, politik güçsüzlük ve örgütsel dağınıklık içinde komünistlerin önündeki temel görev işçi sınıfının devrimci müdahale gücünün örgütlenmesi olarak nettir. Bu görevin önündeki engeller büyüktür, ama aynı ölçüde olanaklar da vardır ve artmaktadır