ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” stratejisini hayata geçirmek üzere başlattığı ve ilk hedefi Batı Asya ve Ortadoğu olan hegemonya savaşında Türkiye büyük hedeflerle yer aldı. Ocak 2011’de Tunus’ta başlayan eylemler domino taşı misali, Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn, Ürdün, Suriye’ye sıçradı. Tunus, Libya ve Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidara geldi. Yemen’de iktidarın düşmesinden sonra başlayan iç savaş Husi’lerle Sünni İslamcılar arasında sürerken, Suriye’de iç savaşın kazanılacağından kuşku duyulmuyordu. Domino taşı etkisiyle başlayan süreç aynı etkiyle yıkılmaya başladı. Haziran 2013’de Mısır’da Mursi hükümeti bir darbeyle devrildi. Eylül 2014’te Kobani’ye karşı IŞİD saldırısı ABD’nin hava desteğiyle başarısız oldu. Kuzey- Doğu Suriye’de PYD kalıcı bir mevzi ve statüko elde etti. Eylül 2015’de Rusya’nın Esat lehine savaşa katılmasıyla Suriye’de savaşın seyri kökten değişti. Ekim 2015’te Müslüman Kardeşlerin hükümette önemli bir yer tuttuğu Libya’da Ocak 2016’da Tobruk’taki meclis, hükümeti tanımadığını açıklayınca iç savaş yeniden başladı. 2021’de Müslüman Kardeşler hükümeti, önce Tunus’ta ardından da Fas’ta düştü.
Haziran 2015 seçiminde tek başına iktidar olma olanağını kaybeden AKP, dozu giderek yükselen terör koşullarında yenilenen seçimle yeniden iktidar koltuğuna oturdu. Kısaca 2016 Yılı Türkiye’nin Müslüman Kardeşler üzerinden kurduğu bölgesel hegemonya hayalinin adım adım çökmeye başladığı yıl oldu.
Türkiye, bir anda Suriye’de kendini Batı’da Esat’ı destekleyen Rusya, Kuzey Doğu’da Kürtleri destekleyen müttefiki ABD ile karşı karşıya buldu. T.C savaş içindeki konumunu bu iki güç arasındaki çelişkilere oynayarak sürdürmeye yöneldi. Rusya’yla anlaşarak, Batı Suriye’de, ABD ile anlaşarak, Kuzey Doğu Suriye’de işgal bölgeleri elde etti ve iki güç arasında sürdürdüğü şantaj diplomasisiyle savaş denkleminde kalmayı başardı.
Her dış savaş aynı zamanda bir iç savaştır. İçeride yol açacağı gelişmeler dikkate alınmadan dış savaş yürütülemez. Başlangıçta şoven bir dalga yaratarak iktidarın işini kolaylaştırsa da, savaş, süreç içinde gerek verilen kayıplar, başarısızlıklar, ve savaşın büyüyen mali boyutuna bağlı olarak çıkan sorunlar; yoksulluk, işsizlik ve enflasyon ve bunların doğuracağı karşı çıkışlar hesaba katılmadan yürütülemez. Ayrıca savaş hızlı karar almayı gerektirir, bu da parlamento ve kurumların devre dışına çıkarılmasını.
Savaşın iç cephesi, subayların darbe yaptıklarını zannettikleri, 15Temmuz mizansen darbesi ve ardından ilan edilen olağanüstü Hal’le dizayn edildi. Nisan 2017’de hileli referandumla yeni anayasa kabul edildi. Burjuvazi kar-zarar hesabıyla, bedel ödemeyi de göze alarak iktidarı Erdoğan’a teslim etti.
2018’de Türkiye’nin, kapitalizmin dünya krizinden ayrışarak, ekonomik göstergelerin aşırı kötüleşmeye başlamasıyla beklentiler bir anda altüst oldu. Dış borç, cari açık ve ekonominin çarklarının dönmesi için gerekli ham ve yardımcı madde ithalatı zorunluluğu, Türkiye’nin dövize olan ihtiyacını giderek büyütürken, buna bir de Katar ve Suudi Arabistan’ın finans desteğini çekmesiyle, Suriye, Libya ve Irak Kürdistanı’nda yürüttüğü operasyonların büyüyen mali yükü eklendi. Dış borç ödeme kapasitesinin düşmesi ve ülke risk priminin artması nedeniyle dış borç bulmakta zorlanınca İktidar, artan finansman ihtiyacını karşılamak için yeni yollar aramaya başladı. Bunun için birçok yol denendi. Kurulan varlık fonu teminat gösterilerek Swap piyasalara yönelindi, Merkez Bankası rezervleri devreye sokuldu. Kaçak silah ve uyuşturucu ticaretinden kara para aklamaya kadar bütün yollar devlet tarafından üstlenildi. Kaçak silah ve uyuşturucu ticareti, kara para aklama, devletin öteden beri kullandığı yöntemlerdi, aradaki fark bu yöntemlerin doğrudan devlet tarafından yürütülmesiydi. Bütün bu yöntemlere rağmen ekonomik kriz büyümekle kalmadı, 2018’de kurulan rejim çökmeye başladı.
Türkiye’nin, Suriye, Libya ve Güney Kürdistan’da yürüttüğü savaşta da istenilen hedeflere ulaşılamadı. Rusya – ABD çelişkilerinden yararlanarak izlediği şantaj diplomasisi tam tersine döndü. Bu kez ABD ve Rusya’nın önüne koyduğu rüşvet ve suç dosyalarıyla şantaja boyun eğen Erdoğan oldu. Libya iç savaşının bir tarafı olan Serrac hükümetiyle deniz Münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalanması karşılığında Libya’ya asker gönderilmesi, bölgede Fransa’nın başını çektiği Türkiye karşıtı ittifakın genişlemesine yol açtı. Türkiye buna Doğu Akdeniz’de tansiyonu yükselterek cevap verdi. AB – Türkiye ilişkileri gerildi. Sonunda Türkiye Libya’dan çekilmek, Doğu Akdeniz’deki provokasyonlarına son vermek zorunda kaldı. Egedeki askeri güç dengesi, Yunanistan’ın Fransa’dan aldığı savaş uçakları, firkateynler ve ABD’nin Yunanistan’da kurduğu üslerle Türkiye aleyhine değişti. Her fırsatta AB’ye karşı bir şantaj aracı olarak kullandığı göçmen kartını kullanabilme olanağı iyice zayıfladı.
Erdoğan eli telefonda uzun bir bekleyişten sonra Haziran 2021’de ABD başkanı Biden’la baş başa bir görüşme olanağını elde etti. Brüksel’e gitmeden önce yaptığı açıklamada, Biden’la Ermeni soykırımının ABD tarafından tanınması, F-35 sorunu, Patriot füzesi alımı, vb. konularda konuşacağını söyledi. Önüne özel dosyalar konulunca, bu konular gündeme gelmedi. ABD’nin Taliban’la anlaşarak Afganistan’dan çekilmesini Erdoğan, Biden’la ilişkileri düzeltmek için bir fırsat olarak gördü. Görüşmede Erdoğan, işgal boyunca ABD’ye yardım eden Afganların Türkiye’ye sığınması önerisini kabul etti. Karşılığında, İMF tarihinde hemen hiçbir gelişmekte olan ülkeye koşulsuz olarak verilmeyen borç (6,4 milyar dolar) Türkiye’ye verildi. Sınırlar açıldı, akın akın gelen Afgan enciyolar ülkeye yerleştirildi. Erdoğan’ın Biden’e bir diğer önerisi, ABD’nin Afganistan’daki çıkarları için gerekli olan Kabil hava alanının korunmasını üstlenmek oldu. Erdoğan’ın Kabil hava alanına talip olmasının diğer bir nedeni de eroin sevkiyatının doğrudan üstlenilmesiydi. Bu göreve Katar talip olunca, Erdoğan’ın önerisi havada kaldı. Kabil hava alanı sorunu, başka bir gelişmeyi ortaya çıkardı. Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki ilişkilerin düzelmesiyle Türkiye stratejik bir ittifakını daha kaybetti.
Erdoğan Biden’le yapılan görüşmede istediğini elde edemese de, pes etmedi. Bu kez şansını 19 Eylül’de New York’ta yapılan BM toplantısında denedi. Bütün çabalara rağmen Biden’dan randevu alamayınca darbe alan dünya lideri imajını düzeltmek için, Biden’a sayıp söverek Putin’e koştu.
29 Eylül’de Soçi’deki Erdoğan –Putin baş başa görüşmesinin zorlu geçeceği belliydi. Çünkü, Türkiye, önceki görüşmelerde altına imza attığı taahhütlerin; Suriye’nin toprak bütünlüğü, İdlib’in cihatçı çetelerden temizlenmesi, vb. hiç birini yerine getirmediği gibi, çeteleri kollayıp korudu, silahlandırdı ve İdlib’de bir emirlik ilan etmelerine yardım etti. Türkiye ile Rusya arasında gerginliğe yol açan sorun sadece Suriye ile sınırlı değil. Türkiye, Rusya’ya karşı Ukrayna hükümetini destekliyor, yapılan askeri anlaşma ile Donbass’ta kullanılmak üzere Ukrayna’ya silahlı hava araçları (SİHA) satıldı. Üstelik Soçi’de görüşme sürerken Türkiye, Ukrayna’da SİHA’lar için yönetim istasyonu kuruyordu. Görüşmeden sonra hiçbir açıklama yapılmamış olsa da Putin’in Türkiye ile görüşmeler zorlu geçiyor, ama sonunda anlaşıyoruz cümlesi, Rusya’nın istediğini aldığını anlatıyor.
Bu iki görüşme, Türkiye’nin gerek Batı, gerekse Kuzey-Doğu Suriye’de durumunu daha da zorlaştırmıştır. Putin’le görüşmede yeni S-400 alımı ve nükleer santrallerin gündeme getirilmesi, Erdoğan’ın bu görüşmeyi, Biden’la görüşmenin bir aracı olarak kullanmak istediğini gösteriyor. Erdoğan – Biden görüşmesi Erdoğan için bir imaj sorunu olsa da, ekonomik krizin kıskancındaki Türkiye için yeni finans kaynaklarının açılması olasılığı anlamına geliyor. O yüzden de Erdoğan Biden’la görüşmek için yeni yollar arayacak, ödenecek yeni bedeller bulmaya devam edecektir.
Dünya kapitalizmi krizindeki yeni aşama, gelişmekte olan ülkelerin önümüzdeki dönemde daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağını gösteriyor. Covid nedeniyle tedarik zincirlerinde kopmalar oluştu. Bunun yol açtığı sorunları gidermek için gelişmiş ülke merkez bankaları varlık alımlarını artırdı. Büyük tekelleri desteklemek üzere piyasaya gittikçe artan miktarda para pompalandı; sonuçta mal ve hizmet fiyatları yükseldi. Bu kez tersi önlemler alınmaya başlandı. Merkez bankaları birbiri ardı sıra, artan enflasyonu kontrol altına almak için varlık alımlarında kısıtlamaya gideceklerini açıkladılar, bir dönemdir çok düşük seyreden faizler artmaya başladı. Bu da gelişmekte olan ülkelerin finans bulmakta daha da zorlanacağı ve yüksek faiz ödemek zorunda kalacağı anlamına geliyor. Türkiye bu ülkeler arasında ön sırada yer alıyor. Mevcut dış borç stoku, borç ödeme riskinin (dış piyasada satılan bono ve tahvillerin ana para ve faizlerini ödeyememe riski) yüksekliği ve Erdoğan’ın yerlerde sürünen uluslararası güvenilirliği dikkate alındığında Türkiye’nin yüksek faizle bile borç bulabilmesi zorlaşıyor.
Türkiye uzun bir süredir yaşadığı bu açmazı kara para ve uyuşturucu ticaretiyle aşmaya çalıştı. Ancak bugün, bu iki yöntem de deşifre olmuş durumda. Kara para aklamakla ilgili olarak ABD’deki yargılamalar sürüyor, deşifre edilmesinden sonra uyuşturucu ticareti de tehlikeye düşmüş durumda. Kara para aklama ve yeni uyuşturucu yolları bulma girişimleri her seferinde başarısızlığa uğruyor. Bu durum seçim sürecine giren ve oyları sürekli olarak düşen Erdoğan’ın normal koşullarda seçilememe riskini büyütüyor.
Büyüyen ve etkisini artıran kriz, daha önceki seçimlerde Erdoğan’ın seçimi kazanmak için kullandığı araçları kullanabilme kabiliyetini düşürüyor. Erdoğan önceki seçimlerde, yoksulluğu cehaletle birleştirme olarak adlandırılabilecek bir yöntemle önemli sonuçlar elde etmişti. Düşük faizli tüketici kredileri, ayni ve nakdi yardımlar, seçmeni konsolide etmede dinin kullanılmasıyla cehaletin, Kürt ulusal mücadelesinin karalanarak şovenizmin beslenmesi, vb. yöntemler kullanılarak sonuç alındı. Bunların yeterli olmadığı durumlarda, bombalamalar, provokasyonlar, 15 Temmuz benzeri mizansen darbelerle, büyütülen devlet terörü devreye sokuldu.
Erdoğan bugün bu olanakların bir bölümünü kaybetmiş durumdadır. Devletin yayınladığı istatistiki veriler pembe bir tablo çizse de, gerçek yaşamın dili farklı bir şey söylüyor. Artık büyüyen işsizlik ve enflasyon bir istatistik verisi olmaktan çoktan çıktı. Nüfusun mutlak çoğunluğunu kapsayarak, büyüyen yoksulluğun temel parametreleri haline geldi. Fiyat artışları ayni ve nakdi yardımların etkisini önemsizleştirdi. Ucuz tüketim kredisi dönemi, dış borç bulma olanağının zorlaşmasına bağlı olarak, sona erdi. Büyük sermaye çevreleri ve bürokrasideki kaçaklar normal koşullar altında AKP döneminin bittiğini teyit ediyor. Devlet ihalelerinden beslenen sermayenin yurtdışına kaçışı hızlanıyor. Bürokrasi bu sürece yolsuzlukla ilgili dosyaları sızdırarak dahil oluyor. Bütün bunlar yaklaşan seçimlerde Erdoğan’ın manevra kabiliyetini önemli oranda daraltmaktadır. Elinde kalan tek seçenek devlet terörüdür. Ve seçimi kazanmak için buna daha fazla başvuracağı da açıktır.
Burjuva muhalefet başlangıçta taktiğini, AKP’nin dış politikada düştüğü açmazdan hareketle AB ve ABD’nin AKP’yi iktidardan düşürmek için düğmeye bastığı/basacağı algısı üzerine kurdu. Erdoğan’ın Merkel ve Biden’la görüşmesi ve bu görüşmelerde istenilen tavizleri vererek beklenen yaptırımları ötelemeyi sağlaması, muhalefeti yeni arayışlara yönetti. Bu kez bulunan yol Erdoğan’ın hasta olduğu ve iktidarı bırakmak zorunda kalacağıydı. Bu algı Erdoğan’a ait görsellerle desteklenerek büyütüldü. Bütün bunlar işçileri ve emekçileri evlerine hapsetmek, tepkilerinin ve öfkelerinin sokağa taşmasını engellemek için yapıldı, yapılıyor. Çünkü burjuvazi kendiliğinden de olsa harekete geçen kitlelerin denetim altına alınamayacağından korkuyor. Kaçınılmaz gibi görünen geçişin, yumuşak bir biçimde, burjuva partiler arasında anlaşma ve uzlaşmalarla gerçekleşmesini istiyor. Öyle ki, Muhalif burjuva partilerden, kimi reformist çevrelere ve Peker de dahil “önemli” kişilere kadar birçok parti, örgüt ve kişi; işçileri, emekçileri, Alevileri ve Kürtleri sokağa çıkmamaya, provokasyonlara gelmemeye çağırdı, çağırıyor.
Gerçekte dünyanın hiçbir yerinde işçi ve emekçilerin kendi ivedi istemleri için sokağa çıkmaları asla iktidarın lehine sonuç vermez ve vermemiştir. Asıl provokasyon işçi ve emekçileri toplumsal değişimin öznesi değil de nesnesi olarak gören bu burjuva, reformist anlayıştır. Tersine; bir dizi öznel nedenlerle yarı yolda kalsa da, kısmî bir değişimin kapısını aralayan işçi ve emekçilerin kendiliğinden de olsa mücadeleye aktif katılımlarıdır.
Eskinin yeniden diriltilmesi
Ekonomik ve siyasi kriz iktidarın kitle gücünü, oy oranını zayıflatırken, burjuvazinin yeni seçenek arayışları da hız kazanıyor. AKP karşıtlığı üzerinden kurulan denklem muhalefet partilerinin bir araya getirilmesiyle güçleniyor. Kriz ve çözümsüzlük dönemlerinin temel özelliği eski düşüncelerin yeniden dirilmesi, yaşanmış ve aşılmış olanın yeni bir ambalajla öne çıkartılmasıdır. Bu tür dönemlerde mevcut olanın yol açtığı bütün olumsuzluklar, yoksulluk, adaletsizlik, yolsuzluk, geleceksizlik, can güvenliğinin ortadan kalkması vb. eskiye bir özlem olarak öne çıkar. Burjuva muhalefet kitlelerde güç kazanan bu eğilimi yakalamış, eskiyi yeni bir ambalajla, güçlendirilmiş parlamenter sistem ambalajıyla yeni diye kitlelerin önüne bir seçenek olarak koyarak, seçim stratejisini bu parametre üzerine oturtuyor.
Bu çerçevede altı burjuva parti bir araya gelerek, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” başlığı altında bir uzlaşmaya vardılar. On maddelik bir geçiş programı üzerinde anlaştıkları basına yansıdı. Üzerinde mutabık kalınan konular, Cumhur başkanının tarafsız olması, denge denetim mekanizmaları, parlamentonun güçlendirilmesi, evrensel temel hak ve özgürlükler, tarafsız yargı, barışçı dış politika, liyakat vb. Bu değişimle örgütlenme, eylem, özgürlüğünün sağlanacağı, kapitalizmin müzmin sorunlarının; krizin, işsizliğin, pahalılığın, vergi sistemindeki adaletsizliğin, gelecek kaygısının vb. ortadan kaldırılacağı vaat ediliyor. HDP içinde yer almasa da açıkladığı onbir maddelik “Demokrasi Tutum Belgesi” ile fiili olarak bu uzlaşmaya eklemlendi. Her iki belge karşılaştırıldığında, belgeler arasında burjuva düzen içinde çözülmeleri mümkün olan kısmi farklılıklar dışında, ciddi bir fark yoktur. Bu belgeyle HDP sistem içine yerleşmede bir adım daha atmış oldu.
Yüz yıllık TC tarihinin en az yetmiş yılı parlamenter sistem altında, burjuva partilerin bu türden vaatleriyle geçti. Partiler bu tür vaatlerle iktidara geldiler, ama çözeceklerini vaat ettikleri sorunların hepsi çözülmeden kaldı. Çünkü kapitalizm koşullarında işçi ve emekçilerin sorunlarının hiç birine palyatif, göstermelik çözümlerin dışında hiçbir köklü çözüm bulunamaz. Kısmı çözümler ise bir süre sonra kapitalizmin işleyişiyle ortadan kalkar. Çünkü işçi ve emekçilerin karşı karşıya kaldıkları sorunlar bizzat kapitalist sistemin varlığıyla bağlantılıdır. Rejim ya da iktidar değişimiyle çözülemezler.
Sınıfsal konumları nedeniyle işçi ve emekçilere güvenli bir gelecek sunabilme olanağından yoksun olan burjuva partiler, geçmiş ve eskimiş olanı allayıp pullayıp seçmenin önüne koyma dışında bir alternatife sahip değillerdir. Bunu yaparken tek güvenceleri bugün yaşanmakta olanların toplumsal hafıza üzerindeki geriletici etkisidir. Yaşanan sorunların ağırlığı altında ezilen güçsüz ve örgütsüz kitlelerde filizlenen eskinin dirilmesidir. Karşı karşıya kalınan sorunların ağırlığı ve uyarıcı etkinin zayıflığı bu geri dönüşü destekliyor.
Burjuva muhalefetin bir araya gelmek için başlattığı süreç, önümüzdeki dönemde, seçimin ne zaman yapılacağı sorununa bağlı olarak şekillenecektir. Ancak sorulması gereken bir diğer soru da seçimlerin yapılıp yapılmayacağı sorusudur. Uygulamalarıyla ulusal ve uluslararası alanda ciddi suçlara bulaşan ve yaşanan ekonomik ve siyasi kriz nedeniyle hızla irtifa kaybeden AKP’nin olağan süreçlerle iktidarı devretme olasılığı son derece zayıftır. Anayasa’nın Erdoğan’a, olağan üstü hal koşullarında seçimleri erteleme hakkını tanıdığı dikkate alındığında bu olasılık daha da güçleniyor. Temmuz’da parlamentodan geçirilen yasayla olağan üstü hal üç yıl daha uzatıldı. Geride kalan bu yasaya işlerlik kazandıracak bir durumun yaratılmasıdır. Erdoğan bu süreçte oy desteğini önemli ölçüde kaybetmiş olsa da büyük bir ekonomik ve silahlı güce hükmediyor. Yani manevra kabiliyetini korumaktadır. Dışarıda, örneğin Yunanistan’la dalaşarak olağan üstü bir hal yaratma olanağını büyük ölçüde kaybetmiştir, ancak İdlib önemli bir provokasyon alanı olarak duruyor. Buradaki çeteleri kullanarak hem dış hem iç provokasyonlar düzenlemesi mümkün olmanın ötesindedir. Türk burjuvazisi sıkışıklığını provakasyon düzenleyerek aşma konusunda mahirdir. T.C. tarihi bunun örnekleriyle doludur. MİT başkanının, bundan bir süre önce Suriye’ye girmek için söylediği, gerekirse Suriye’den Türkiye’ye bir kaç bomba atarak bunu sağlarız sözü unutulmamalıdır.
2011’den bu yana yaşananlar AKP’nin içeride ve dışarıda provokasyon düzenlemek için geniş olanaklara sahip olduğunu gösteriyor. Bunun için kitlelerin eylemliliğine ihtiyacı yoktur. Tersine, provokasyonları boşa çıkaracak tek olanak kitlelerin eylemliliğidir. Bugün için devrimci hareketin kitleleri harekete geçirecek bir gücü olmadığı açık olsa da, hem devrimci hareketin böyle bir olanağı yakalayabilmesinin, hem de iktidarın provokasyonlarını engelleyebilmenin tek yolu kitlelerin eylemliliğidir. Komünistlerin bu koşullardaki görevi, burjuvazinin kontrollü bir geçişi sağlamak üzere ileri sürdüğü pasifist sloganlara karşı durmak, kitlelerin bağımsız eylemini desteklemek ve yaygınlaştırmak olmalıdır.
Söz ve Eylem uzun bir süreden beri burjuva liberal ve reformist işbirlikleri ve cephelerin oluştuğuna dikkati çekerek, eksik olanın devrimci işbirliği ve devrimci cephe olduğunun altını çiziyor. Devrimci işbirliği, devrimci cephe zorunluluğu biz bunu savunduğumuz için değil, yaşamın bir dayatmasıdır. Devrimci konumları koruyanlar bundan kaçınamazlar. Kurulacak devrimci cephenin devrimci örgütlerin bugün içinde bulunduğu güçsüzlüğü, işçi ve emekçilerdeki geriliği bir anda ortadan kaldıracağını beklemiyoruz. Ama bir yerden başlamak gerekiyor. Güçsüzlük, kitle bağlarının zayıflığı, ideolojik, politik yanılgıların devrimci örgütleri AKP karşıtlığı temelinde sisteme entegre olmaya zorladığı bu koşullarda, güçlenmenin ideolojik, politik bağımsızlığı korumanın en etkili yolu budur. Bu vesileyle devrimci örgütlere devrimci cephe çağrımızı yeniliyoruz.