Aşamalı Devrim Teorileri-2 – N. Fırat
Türkiye sosyalist hareketi, 1960’lı yıllarda sahiplenerek devraldığı MDD tezlerini, pratikte defalarca aksi kanıtlanmış olmasına rağmen, kısmi düzeltmelerle sahiplenmekten vazgeçmemiştir. Teorik olarak iç tutarlılığında ciddi sorunlar olan bu tezleri savunmakta bir beis görmemekte, sürekli olarak bu tezlerin düzeltilmiş versiyonlarını gündeminde tutmaya devam etmektedir. Örneğin geçmişte savunulan “tam bağımsızlık” kavramı o denli karmaşık hale gelmiştir ki, bugünkü ulusalcı yaklaşımların dayandığı argümanlar hâlâ o tezlere içkindir. En önemli teorik yanılgı olarak söylenebilecek temel nokta, kapitalist ilişki biçimlerinde köklü bir değişim olmaksızın ulusal tam bağımsızlığın sağlanabileceğine ilişkin söylemlerde görülebilir. Lenin, emperyalist çağda ulusal bağımsızlığın elde edilebilirliği tartışması yürüttüğü P. Kievski’ ye Yanıt* adlı risalede emperyalist çağda ulusal bağımsızlığın elde edilmesinin zor ama mümkün olduğunu söylerken emperyalizmden bağımsızlık ancak sosyalizmle mümkün olabilirdi. Kapitalist yoldan yürüyerek bir ekonomik bağımsızlık fikri her zaman için aldatıcı ve yanıltıcı olmuştur. Ancak bilindiği üzere o dönem, ilerici Cunta, sol Cunta kavramları üretilmiş ve yaygın bir diskur haline gelmişti.
Bu bakış açısının yetersizliği bir yana, esas vahim hata, Lenin’in Emperyalizm tespitinin yanlış bir yorumu olarak, “sermaye ihracı” kavramının, tamamen yanlış yorumlanmasıdır. Bilindiği üzere Emperyalizmin temel olarak iki tür sermaye ihraç modeli vardır:
Bunlardan birincisi doğrudan sermaye yatırımlarıdır. Sermaye yetersizliği olan ülkeler, gelişmelerini sürdürebilmek için artık değerin bir kısmını sermaye sahibine sermayenin faizi olarak ödeyerek, yatırım yapmaktadırlar. Bu sermaye hareketinin doğal bir ilişkisidir. Herhangi bir sermaye sahibinden sermaye alıp yatırımını yapıyorsun ve sermaye aldığın kişiye sermayenin bir bedeli olarak faizini (artık- değerin bir kısmını) ödüyorsun. Bu durum bir bağımlılık ilişkisi yaratmaz. Sadece ve sadece işçi sınıfını daha fazla çalıştırmak, onu daha düşük ücretle yaşamaya zorlamak anlamına gelir.
İkincisi ise devletten devlete ve uluslararası kuruluşların, bankaların vb.) kontrolünde gerçekleşen sermaye akışıdır. Bu türden bir sermaye akışı devletler arasındaki anlaşmalara bağlıdır. Yapılan anlaşmalar ise sermaye ihracı yapan ülkenin tekelleri üzerinden yapılır. Bankalar, borcun devlet tarafından ödenmesini garanti altına alır. Bu türden borç işlemleri emperyalist uluslararası kurumlar tarafından yürütülür.(İMF, Dünya Bankası, Uluslararası fonlar, DTÖ türü kurumlar) Bağımlılığı yaratan bu tür borçlardır; ki bu tür borçları aynı zamanda siyasal ve askeri anlaşmalar, yardım ve hibe programları takip eder. Kapitalist sistem içerisinde kalınarak bu tür borçlanmalardan kurtulunmaz. Bir ülkenin bu tür bağımlılıkları devam ederken siyasal olarak bağımsız olması, tam bağımsız olduğu anlamına gelmez. Sadece siyasal bağımsızlık görüngü olarak kalır; ülke emperyalist tekellerin ve devletlerin denetimi altında bağımlılık ilişkisini sürdürmeye devam eder. Bu nedenle sistem dışına çıkabilmek için gerekli olan devletin ele geçirilmesi değil, kapitalist devletin ilgasıdır. Bu da aşağıdan yukarıya doğru bir devrim hareketi ve yukarıdan aşağıya doğru proletarya diktatörlüğünün kurulması ile mümkündür. Aksi halde “sol” darbe türü adımlarla ülkenin siyasal ve ekonomik bağımsızlığı, yani tam bağımsızlık sağlanmaz.
O dönem bu fantastik yaklaşıma “bağımlılık okulu” denilen ekolün katkıları da eklenince teori iyice içinden çıkılmaz bir duruma dönüşmüştü. Bu ekole göre sermaye ihracı yüzünden geri kalmış ülkelerde kapitalist gelişme sağlanamazdı. Oysaki Lenin’e göre, aşağıda göreceğimiz gibi, durum hiç de öyle değildi. Ancak bağımlılık ekolünün etkileri, bütün sosyalist örgütlerde görülmekteydi.
O dönem ortaya çıkan anlayışa göre, özellikle TKP ve onun mirasçılarına göre, “Emperyalizm ve onun işbirlikçileri bir türlü ulusal bir kapitalizmin gelişmesine izin vermiyorlardı.”(TKP programı) Bu yüzden de mağdur edilmiş “ulusal burjuvazi” bulunabilirdi. Bunların çıkarları ile ulusal bağımsızlık örtüşebilirdi.
Söz ve Eylem dergisinin önceki sayılarında Emperyalizm üzerine yazdık, burada sermaye ihracının meta ihracının yerini almadığını, onun üstünde ve yanında yürüyen bir süreç olduğunu, rekabet kavramının tekel ile birlikte ortadan kalkmadığını ancak serbest rekabetçi dönemin geri gelemeyeceğini olabildiğince anlatmaya çalıştık. Lenin’in anlatmak istediği temel fikir, emperyalist bölüşümün gerçekleşmesi süreci ve kapitalizmin dünya ölçeğinde yaygınlaşması ve bundan dolayı kapitalist iş bölümü temelinde kapitalizmin yasalarının hem dünya hem de ülkeler nezdinde geçerli olduğudur. Bu nedenle de, tam bağımsızlık (siyasal ve ekonomik) ancak sosyalist devrim ile mümkün olabilecektir.
Uluslararası iş bölümünden kaynaklı olarak bir ülke burjuvazisinin en büyüklerinin, uluslararası sermaye ile girişilen ilişkiler sonucu ortaya çıkan kazancın aslan payını alması, geri kalanların ise daha azı ile yetinmek zorunda kalması burjuvazinin fraksiyonları arasındaki bir çatışmanın ve rekabetin gereğidir. Ancak gözden kaçan nokta bu fraksiyonların olası bir kriz döneminde ya da işçi hareketinin ivmesinin yükseldiği dönemlerde, davranışlarının ortaklaşacağı ve kader birliği yapacaklarıdır
Anlaşılması gereken bir diğer nokta da, kapitalist pazarın bütünleşmesi ve büyümesinin önündeki engellerin, kapitalist sistemin, bir bütün olarak kendi gelişiminin dinamiği ile ilgili olduğudur. Yine Lenin’in Kievski’ ye yanıt risalesine dönecek olursak, “Emperyalizm, girdiği ülkeyi enlemesine, boylamasına ve derinlemesine geliştirir.” Uluslararası iş bölümünün bir parçası haline getirir. Kapitalizm bir sistemdir; bu sistem sanayi devrimi üzerinde yükseldi. ikinci bir sanayi devrimi ya da ülkelere özgü bir sanayi devrimi iddiası kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunun inkârıdır.
MDD veya demokratik devrim programlarının şaşmaz giriş cümlesi olan, “kapitalizmin iç dinamiği ile gelişmediği için hiç bir zaman tam kapitalist olunamayacağı” iddiasının herhangi bir geçerliliği yoktur. Dünya ölçeğindeki bütünleşme en uçtaki ilişkileri dahi pazar ekonomisi içerisine alan bir momentte seyretmektedir.
O dönem ülkedeki ticaret burjuvazisi ile sanayi burjuvazisi arasında çatışma olduğu iddiasının TKP tezlerinde sık sık dile getirilen bir şey olmasının nesnel temeli, ticaret burjuvazisinin alabildiğince büyük ve sanayi burjuvazisini ezen, engelleyen bir yapı olarak tasvir edilmesidir.
Ancak bu durum kapitalizmin ilk dönemlerine özgü bir durum olarak tefeci tüccar sermayesinin köylünün artı ürününe el koyması sonucu birikim gerçekleştirmesi, kapitalist gelişmenin yaygınlaşması ile ortadan kalkan bir durumdur. Sanayi tekeli oluşmadan önce tüccar ya da ticaret tekeli vardır. Bankalar oluşmadan da tefecilik. Demek ki bu olgular kapitalist ilksel birikimin kaynaklarından biridir. Sanayi burjuvazisi ise tüccar ve tefeci ilişkilere basarak yükselir. Sonra da onlar üzerinde egemenlik kurar, onları dönüştürür. Tefeci ve tüccar bir feodal kalıntı değil, kapitalizmin gelişme sürecinin ilk evresidir. Bu ilişki içinde bir çok tüccarın sanayi burjuvazisine dönüşmüş olması başka bir şey, tefecilikle köylüyü sömürme yöntemi başka bir şeydir. Tefeci sermayenin ortadan kalkması ise Türkiye’ de daha çok devletin banka kurmasıyla birlikte başlamış oldu ve holding bankalarıyla bu süreç hızlandı. Bu anlamda toplumun gözeneklerinde sınırlı bir ilişki olarak devam eden tefeci tüccarlığı genelleştirmek ayrı bir vahim hatadır.
Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim”de anlattığı, emperyalizmin artık içsel bir olgu olduğu iddiası sürekli tekrarlanırken bu emperyalizm denen mahlukatın, kapitalizmin kendisi olduğu fikrine alışmak demokratik devrim savunucuları için pek mümkün olmamıştır. Bir avuç komprador gönderildiğinde ülke bağımsız olacak ve demokrasi ve sosyalizm yolunda yürümenin engeli kalmamış olacaktı; sosyalizm kavramı ise tam bağımsızlığın ve bunun sonucu burjuva demokrasisinin bir uzantısı olarak düşünülmüştü.
Yine Demokratik Devrim savunusunun temel argümanı olarak sürekli tekrar edilen “feodal kalıntılar” kavramı artık bugünlerde pek duyulmasa da bir dönem solun önemli tartışma alanlarından bir tanesiydi. Burada ana kronikleşmiş olan sorun sosyalist hareketin, demokratik devrimin temel önermesi olan sınıf iktidarının paylaşılması projesinden bir türlü vazgeçememesidir.
Demokratik devrim anlayışına göre devrimin temel gücü köylülük olmalıydı. Ancak kapitalist ilişkilerin köylülüğü kendi içinde ayrışmaya uğrattığı ve bu yapının hızla çözülen bir süreç içerisinde sınıfsal ayrışmaya uğradığı bir türlü nedense gözlemlenememiştir. Çin devrimine öykünme ile ortaya çıkan perspektiflerde “köylülük kavramı” sınıfsal farklılaşmaların alabildiğince gözden kaçırıldığı, köylülüğü toprak sahipleri ve topraksız köylü olarak ayırımlaştırmayı yeterli bulmuştur. Toprak meselesinin feodal yapıların çözülmesi ile beraber hızla çözüleceği bir türlü görülememiştir. Diğer yandan ülkenin yapısı gereği yaygın olan küçük köylülük alabildiğince göz ardı edilmiş, kır proletaryasının varlığı göz önüne alınamamıştır.
1960’lı yıllarda yapılan vahim teorik politik hatalara, demokratik devrim önermelerinin, nesnel pratik olarak da doğrulanmadığının ortaya çıkmasına rağmen, hiçbir sosyalist yapı bu temel önermelerindeki yanlışları ortaya döküp, bir öz eleştiri sürecinden geçirmeye yeltenmemiştir.
Örneğin Devrimci Yol dergisinin 1. sayısında yayınlanan bildirgede şöyle denmektedir:
“Türkiye’de hafif ve orta sanayi dallarında meydana gelen montaja dayalı sanayileşme sonucu, işçi sınıfı gelişmiş ve devrimdeki önemi artmıştır. Kapitalizmin nispi gelişiminin sonucu olarak feodalizmin belirli ölçüde tasfiyeye uğraması (gerilemesi) ve toprak sorunun bir ölçüde çözüme uğraması nedeniyle demokratik devrim programı belirli bir daralmaya uğramıştır. Merkezi otoritenin güçlenmesi ve tarımda pazar ekonomisinin gelişmesinin sonucu olarak kırların emperyalizmin yumuşak karnı olması durumunda da eskiye oranla önemli bir gerileme buna karşılık da şehirlerin ve işçi sınıfının rolünde göreli bir artış meydana gelmiştir” denmektedir.
Bu yaklaşımda, iki temel noktada hata yapılmaktadır. Bunlardan birincisi, ülkedeki ekonomik yapının kapitalist olup olmaması ağır sanayinin varlığı ile açıklanmaya çalışılmakta ve montaj sanayi denilerek aslında o güne değin sağlanmış kapitalist gelişme yetersiz sayılmaktadır. Kapitalizmin yarı sömürge ülkelerde sadece sınırlı, nispi bir gelişme sağlayabileceği türünden bağımlılık ekolünün Marksizm dışı teorisinin etkileri görülmektedir.
Halbuki 60’lı ve yetmişli yıllar kapitalist gelişmenin oldukça hızlı yaşandığı yıllardır. Sanayi üretimi, tarımsal üretimi fersah fersah geçmiş; sanayi üretiminde tüketim araçları üretiminden üretim araçları üreten sektörlere doğru ciddi akış sağlanmıştır. Ayrıca git gide daha çok işçinin bir arada çalıştığı büyük işletmelerin yaygınlaşması işçi havzalarının oluşması ile sonuçlanmıştır. Bildirge bir yanıyla gerçekliği dikkate almak zorunda kalırken, diğer yanıyla da geçmişten devralınan mirasın yarattığı kafa karışıklığının sürdüğünün göstergesidir.
Ayrıca demokratik devrim programının daralmaya uğradığı tespit edilmesine rağmen bu daralmanın bir alternatifinin olup olmadığı belli değildir. Bir no’lu bildirgede ne tür bir yolun seçileceği konusundaki kararsızlık ve ne yapacağını bilememe hali oldukça düşündürücüdür. Oysaki, “Politik mücadelenin anlamı, rolü, partinin inşası ve kadro sorunu bağlamı içinde bir bütün olarak devrimin yolunu, devrimin stratejik çizgisini de ortaya koyan temel bir moment dir”(Söz ve Eylem dergisi, 28. sayı)
Ayrıca 71 devrimciliği ile aradaki bağların nasıl kurulacağı, ya da 71 devrimciliğinin hangi argümanlarının devralınacağı konusunda ise ciddi bir belirsizlik söz konusudur.
Türkiye sosyalist hareketi, bugüne kadar ortaya koyduğu tezlerde, devrim teorisi ile örgüt (parti) teorisini bütünleştirememiştir. Gelişkin bir teorik çerçeve oluşturamamış, söylem olarak alabildiğince radikal bir konuma ve söyleme sahip olmasına rağmen teorik ve politik bir bütünlük oluşturamamıştır. Esas olarak bu durum, bir bütün olarak “demokratik devrimciliğin” kafa karışıklığının bir ürünü ve talihsizliğidir.
Aslında yukarıdaki bildirgede açıkça görüldüğü gibi 60’ lı yıllardan itibaren bir iç evrim geçiren demokratik devrim programı MDD’ den İDD, DHD’ ye evrilmiş olmasına rağmen örgüt ve devrimin stratejisi meselesini hiç bir zaman derinlemesine çözecek adımları atamamıştır.
Demokratik devrimin stratejisi ve örgüt kavrayışının yansıması olan anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi kavramı savunucuları, ilkin var olan devleti bir sınıf ittifakları koalisyonu olarak görmektedirler. Devlet birden fazla sınıfların ortak iktidar aygıtı olamaz. Bu nedenle devlet ya burjuvazinin devletidir, ya da proleterlerin devletidir.İkincisi ise bir sınıf hareketini ve onun ittifaklar politikasını değil, amorf bir halk hareketi kavramını içermektedir. Devrimin temel gücü kimdir sorusuna proletaryadır diye yanıt vermiş olsalar da, proletaryayı iktidarı başka sınıflarla paylaşmaya zorladıkları ölçüde devrimci rollerini yitirmektedirler. Klasik modern revizyonizmin önemli bir argümanı olan halkın devleti kavramının bir devrim programı içerisine alınmasının yarattığı kafa karışıklıklarının sonucu olarak da görülebilecek olan bütün demokratik devrim programları, asla bir devrim programı haline gelememiştir.
Diğer yandan ise demokratik devrimciliğin daha geri tezlerini savunan Maoist akımlar, ülkede ısrarla bir toprak devrimi savunurlarken, örneğin Devrimci Yol ve benzeri hareketler teorik olarak feodal kalıntılar türü kavramları programlarında barındırsalar da asla bir toprak devrimi ön görmediler. Ancak küçük köylülüğün çıkarlarının savunusu, onların radikalizminin, devrimciliğinin ölçütü olarak şekillenmiş oldu.
Ulusal bağımsızlıktan sonra bir diğer aşama olarak sosyalizme geçme fikrinin konjonktürel olarak o dönem genel kabul görmesi, Türkiye’ ye özgü bir program hazırlamanın zorluğu, örgüt devrim ilişkisinde kolaycılığa kaçma eğilimi, Komünist Enternasyonal’in tezlerinin kopya edilmesi ile ilişkilidir.
Ülkenin yarı-sömürge olduğu tezinin kabulü sonucu, önerilen anti-oligarşik, anti emperyalist demokratik halk devrimi modelinde, her ne kadar proletaryanın öncü rolü parti vasıtasıyla teslim edilmiş olsa da, devrimi tıpkı komprador burjuvazinin alaşağı edilmesinin bir benzeri süreç olarak öngördüğü ölçüde, ulusal bağımsızlık – demokrasi – sosyalizm formu üzerinden yürümesi sonucunu vermiştir. Proletaryanın burjuvaziyle olan temel çelişkisi görmezden gelinmiş ve üstü, parti veya örgüt önderlikleri vasıtasıyla örtülmüş gibidir.
Bir diğer durum ise uluslararası ölçekte o döneme ait anti-tekel mücadele olarak lanse edilen tezlerin yaygın bir kafa karışıklığına yol açtığıdır. Dünya komünist hareketi, özellikle Amerikalı iktisatçı Paul Sweezy’in tezi olan tekelci devlet kapitalizmi vurgusu ve anti-tekel mücadelenin önemi üzerine yürütülen tartışmalarda devrim kavramı belirsiz bir geleceğe ertelenmiş ve anti tekel-demokrasisi gibi ucube kavramlar üretilmişti. Bu çerçevede gelişkin Avrupa ülkeleri için “ileri demokrasi” programı uygulanarak sosyalizme geçilebilirdi. Bu yaklaşıma göre demokrasi adım adım kazanılacak geniş ittifaklar düzeyi üzerinden tekelci kategoriler yalnızlaştırılacak ve bu yapı hâlâ itiraz etmeye, iktidarını devretmeye yanaşmayacak olursa da piramidin tepesi uçurulacaktı. Piramidin tepesi uçurulduğunda ise sosyalizme güle oynaya geçilebilirdi. Türkiye’ de ise işbirlikçi tekelci sermaye, tepeden inme bir yapı olarak görüldüğü ölçüde orta ve küçük kent burjuvazisi ile kurduğu ilişkiler, yan sanayi olarak şekillenen bağlar, pazar yoluyla sağlanan entegrasyon göz ardı edilerek sürekli olarak burjuvazinin kesimleri arasında ittifak edilecek unsurlar aranmaya çalışılmıştır. Bu durumda “bağımsızlık ve demokrasi” görkemli bir söyleme dönüştürülürken, sosyalizm ise bir kırmızı sos işlevinden başka bir niteliğe ulaşamıyordu.
TKP programının demokratik devrime ilişkin kısmı ise adeta kapitalist bir reform programının, bir restorasyon programının başarıyla nasıl yapılacağını anlatmaktadır.
“Ulusal ağır endüstri devlet sektörü eliyle kurulur. Devlet sektörünün egemen olduğu bir karma ekonomi sistemi uygulanır. Milli burjuvazinin, orta tabakaların bu sistem içinde her türlü özel girişiminden faydalanılır. Ve bu özel girişimler, memleketin endüstrileşmesine yardım ettiği oranda teşvik edilir….
…Küçük ve orta işletmecilik, zanaatkarlık, ucuz ve kolay kredi, gerekli ilk maddeler, yardımcı gereçler sağlamak ve ürünlerinin satılmasına yardım edilmek suretiyle korunmalıdır. Küçük üreticilerin kooperatifleşme hareketine devlet ve devlet kuruluşları özel bir ilgi göstermeli, her surette desteklemelidir. Her türlü küçük ve orta işletmecilik, ticaret girişimleri ve özellikle küçük mal üreticiliği teşvik edilmelidir.” (TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, sayfa 58)
Bu yaklaşıma göre milli burjuvazi dahi, yerine göre devrimin müttefiki olabilecek bir rol üstlenebilirdi. Burada sadece barutu bitmiş bu burjuvaziye proletaryanın görevi, askeri ve barutu sağlamaktan ibaretti. Olası bir demokratik devrimde iktidar, işbirlikçi tekellerden alınacak, milli burjuvazi ile orta sınıflar ve yer kalırsa proletarya iktidarı bir güzel paylaşacaklar ve gelecek güzel günlerde de sosyalizmi kuracaklardı.
Konjonktürel olarak dünyadaki Amerikan egemenliğinin Sovyetler Birliği tarafından az çok dengelendiği bir süreçte, devrim fikrinin dünya savaşına yol açabileceği tehdidi, eski devlet aygıtının aşağıdan yukarıya ortadan kaldırılması yerine tedrici bir süreç öngörülmesi, devrim fikrinden açık bir vazgeçişin ilanıdır. Bu nedenle ileri demokratik devrim adı altında ileri sürülen tezler devrimden vazgeçişin ilanı haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme baktığımızda Avrupa’da Portekiz, Latin Amerika’da ise Şili bu tedrici süreç mantığı içerisinde heba olan devrimlerdi.
Üstelik bu ülkelerde gelişkin mücadeleci bir işçi sınıfının varlığı konusunda bir tartışma yaşanmıyorken, diğer sınıflara taviz veren ve adeta evrensel bir demokrasinin savunucusu bir sosyalizm fikrinin savunulmasında bir beis görülmemiştir.
Devrimin niteliği, devrimin programı ve hatta daha geniş bir yelpazede gerçekleştirilecek yenilenme içeriğinin bir sonucu olarak artık demokratik devrim kavramının bir kenara bırakılmasını gerektirmektedir. Bu gün programlarının devrimci olduğunu düşünen ve bir devrim fikrinde samimi olan sosyalist örgütler,kendilerini buna göre yeniden düzenlemek zorundadırlar. Devrimin niteliğine ilişkin tartışmalarda demokratik devrim üzerine kanıtlar aramaya çalışmak, tutarsız ve mantık bütünlüğünden uzak olacaktır. Gündemdeki devrimi, demokratik devrim olarak tespit ettikten sonra günü kurtarmak için devrim stratejisini toplu ayaklanma olarak tarif etmenin bir ciddiyeti kalmamıştır. Toplumsal sistemin değişen dünya şartlarında özgün biçimler alan durumlara ilişkin olarak, o duruma uygun teorik önermeler geliştirilebilmelidir. Her çelişkinin farklı yöntemlerle çözüleceğini söyleyen bir diyalektik materyalist kavrayışa sahip isek, şablonlardan vazgeçerek doğru teorik önermeler oluşturmaya çalışmak elzem hale gelmiştir.
Her tahlil bir tespite, her analiz bir senteze ulaşmak zorundadır. Tahlil ve tespitlerle doğru orantılı, onunla uygun bir konsept oluşmak zorundadır. Aksi halde eklektizm, ampirisizm ve tutarsızlık kaçınılmazdır.
Söylenmemiş olanı nesnel zeminde söylemek, teoriyi geliştirmektir. İster nicel ister nitel kapsamda olsun, her değişimin yeni bir durumu anlattığı doğrudur. Her değişim mutlak biçimde bir farklılığa neden olur. Bu farklılık kendi boyutuna göre küçük ya da büyük taktik ya da stratejik hedefleri değiştirmeyi ve pozisyon belirlemeyi gerektirir. Gelişim ve değişim karşısında muhafazakar tutum almak Marksizm’i savunmak değildir. Tam tersine onu bir buzdolabına hapsederek süreci dondurmaya çalışmak anlamına gelir. Oysaki Marksizm-Leninizm canlı bir teoridir. Diyalektiğin temel kuralı her şey değişim halindedir tezi, her bir Marksist tarafından kabul gören bir tez ise, buna karşı direnmek esas olarak gerici bir pozisyonda direnmek demektir. Bu ise tam anlamıyla çürümeyle sonlanacak bir süreçtir.
İnsanın üretim ve yeniden üretim süreci nasıl gelişip değişiyorsa, sınıf mücadelesi de bu duruma göre şekillenmek zorundadır. Toplumsal devinim süreci tarihin motorudur. Kesintiler içinde kesintisiz olarak işleyen diyalektik süreçler değişimleri kaçınılmaz olarak önümüze koyarlar. Bundan sakınmak olası değildir. Ancak halen demokratik devrim güzellemesi yapanlar ipe un sermektedirler.
* Bu eser ve ve ardından yazdığı iki makalede Lenin, 1915 yılında sosyalistler arasında ortaya çıkan Bolşevizm karşıtlığını hedef almış ve bu kişilerin Marksizmle ilişiği olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır. Bu eğilimi “Kommunist” adlı dergi etrafında toplanan Nikolay Buharin – GeorgiPiyatakov-YevgeniaBosh üçlüsünün başında olduğu bir grubu temsil ediyordu. Lenin’in bu grupla görüş ayrılığı, Eylül 1915’te Kommunist’in 1-2 sayılarının yayınlanmasıyla daha sert bir tutum aldı. Buharin, Piyatakov ve Bosh, Lenin’in toplumsal devrim teorisine karşı çıkmışlar, emperyalist çağda demokrasi için savaşım verilmesini yanlış bulmuşlar ve gerek partinin gerek Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı adlı eseri özelinde savunduğu görüşleri geri almasında diretmişlerdir.
Lenin, “Onlar için doğrudan ya da dolaylı hiç bir sorumluluk kabul edemeyiz, hatta eşitlik tanımak şöyle dursun, onları partide tutma sorumluluğunu bile yüklenemeyiz” diyerek Piyatakov-Bosh-Buharin’in tezlerine kesinlikle cephe almıştır.