I- Dünya
Derinleşen kriz ve dünyanın pazar ve egemenlik alanı olarak bölüşümü, bugünkü kapitalist gelişimin öne çıkan iki önemli olgusudur.
Süreğenleşen kriz ve savaş, önde gelen kapitalist devletlerarasındaki eski dengeyi bozmaya, anlaşmazlıklar ve çatışmaları büyütmeye devam ediyor.
Kapitalizm koşullarında ekonomik gelişmelerin seyriyle bozulan dengenin yeniden kurulmasının belirleyici faktörü güçtür. Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamanın ise savaştan başka bir aracı yoktur.
On yılı aşkın süredir dünyanın çeşitli coğrafyalarında (Doğu Avrupa, Kafkaslar, Afrika, Pasifik ve Ortadoğu) sürdürülen paylaşım savaşı, bugüne kadar sürdürüldüğü biçimiyle sürdürülemez durumdadır. Suriye’deki durum, hem savaşın bugüne kadar sürdürüldüğü yöntemlerle ‘istikrarsızlaştırma ve iç savaş’ sürdürülemeyeceğini, hem de bölgesel kalamayacağını gösteriyor. Kapitalist devletlerarasında büyüyen rekabet, dünyanın tümünü sarmış, hummalı bir savaş hazırlığına yol açmıştır, yeni bir paylaşım savaşı kapıdadır.
Devletlerarası güç dengesinin bozulmasına yol açan eşitsiz gelişme, sınıflar arasındaki eski dengeyi de bozmuştur.
Bugün sınıf mücadelesinin henüz bir yükseliş döneminde olduğundan söz edilemezse de, egemenlerin eski yöntemlerle yönetemez duruma gelmeleri sınıflar arasında dengenin bozulduğunun en bariz göstergesidir.
Tarih boyunca burjuvazi, işçi ve emekçileri boyunduruk altında tutabilmek için iki yöntem kullanmıştır: reform ve şiddet yöntemi. Burjuvazi bu yöntemlerden birinden diğerine, kendi isteğiyle değil, toplumsal ilişkiler zorladığı için geçer.
Bugün artık burjuvazi reform yöntemiyle, ‘sadaka ve vaatlerle’ kitleleri aldatarak egemenliğini sürdürecek durumda değildir. Ekonomik, politik ve ideolojik baskı ve şiddet bugün bütün dünyada burjuvazinin egemenliğini korumanın temel yöntemi olarak öne çıkmaktadır.
Kriz ve savaşın kitlelerde yol açtığı korku, umutsuzluk, milliyetçi ve şoven duygular, burjuva egemenliğinin sürdürülme koşullarını güçlendirmiş gibi gözükse de, bu toplumsal havanın derinleşen kriz ve büyüyen savaşın yol açacağı yeni karşı gelişmeler tarafından etkisizleşmesi kaçınılmazdır.
Dünya büyüyen, genelleşen bir paylaşım savaşı ile yeni bir devrimci dalganın eşiğindedir.
Dünyanın kriz ve savaş içinde olduğu bu koşullarda;
1- Komünistler sadece savaşa karşı olmak, savaşın, gelişimi ve niteliği konusunda işçi ve emekçileri aydınlatmak için ajitasyon, propaganda ve eylem yürütmekle yetinemezler. Hele hele iç barışın korunması anlamına gelen barış politikasına bağlı kalamazlar.
2- Kriz ve savaş devrimci olanakları artıracaktır. Her ülkede bu olanaklardan yararlanarak işçi ve emekçilerin güncel mücadelelerini desteklemek ve bu mücadeleyi burjuva iktidarların devrilmesi için yürütülen sosyalizm mücadelesiyle birleştirmek komünistlerin başta gelen görevidir.
II- Türkiye
Türkiye, dünya kapitalist krizinin bugünkü aşamasında krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyor.
Türk burjuvazisi baştan beri kriz ve krizin somut biçimi olan bölgedeki paylaşım savaşını emperyalist hayallerini gerçekleştirmek ve Kürt halkına karşı yürüttüğü imha savaşını sonuçlandırmak için bir fırsat olarak gördü. Bu doğrultuda attığı her adımın boşa düşmesine karşın bu hedef bugün de Türk burjuvazisinin iç ve dış politikasını belirliyor.
İç politikada krizin yıkıcı, dönüştürücü etkilerini bertaraf etmek, Kürt halkına dayatılan imha savaşından sonuç alabilmek ve dış politikada bir kitle mobilizasyonu sağlayabilmek için milliyetçiliği ve şovenizmi şahlandırıyor. Kitleleri uyutmak için dini kullanıyor.
Ancak Türk devletinin iç ve dış politikadaki hedefleriyle, bu hedefleri gerçekleştirme arasındaki güç oransızlığı her seferinde iç ve dış politikadaki açmazları daha da büyütüyor.
Hedefleri ve bu hedefleri gerçekleştirmek için zorunlu olan ekonomik, politik ve askeri gücü arasındaki oransızlık Türk burjuvazisinin açmazını oluşturuyor.
Bu koşullarda iç ve dış politikadaki her başarısızlık burjuvazinin yönetememe krizini daha da büyütüyor; burjuvazinin iç çatışmasını daha da derinleştiriyor.
Temmuz darbesinin altında; burjuvazinin içine düştüğü bu açmaz, bunun barındırdığı tehditler ve yönetememe krizi yatmaktadır.
Temmuz darbesi, devlet yönetimini burjuva oligarşik bir diktanın eline vermiştir. Bu oligarşik diktatörlük savaş ve kriz koşullarında, kapitalist dünyadaki gericileşme eğilimini ‘burjuva temsili kurumların işlevsizleştirilmesi, burjuva siyasetin tekleşmesi, olağanüstü yöntemlere başvurulması’, Türkiye koşullarında büründüğü somut biçimdir. Darbenin ardından burjuvazinin gündeme getirdiği anayasa değişikliği bu oligarşik diktatörlüğe kılıf geçirme girişimidir. Şimdi burjuvazi anayasa değişikliğini, işçi ve emekçilerin, bu gelişmenin kendileri için taşıdığı tehditleri, açlık ve sefaleti kavrayamadığı bir dönemde referanduma sunarak halka onaylatmaya çalışıyor.
Koşullar zorluk ve olanakları birlikte barındırıyor. Zorlukların başında işçi ve emekçi kitlelerin mevcut gelişmeleri kavramasını engelleyen korku, umutsuzluk, aldatılmışlık geliyor. Burjuvazi, kitleleri atıllığa mahkûm eden bu durumu; ekonomik, siyasi ve ideolojik şiddeti büyüterek, milliyetçilik, şovenizm ve dini duyguları kullanarak kalıcılaştırmaya çalışıyor. Böylece hareket kabiliyetini arttırıyor. Burjuva muhalefet, kendisinin de etkileneceği bu duruma iç ve dış tehdit konseptine bağlı kalarak destek veriyor. Her zamanki gibi, devletin bekası, muhalefetin kendi hareket özgürlüğünden daha ağır basıyor.
Zorluklar kendi içinde olanakları da taşır. Hemen her ekonomik ve siyasal krizin başında işçi ve emekçi kitlelerde egemen olan korku ve umutsuzluk ne ölçüde reelse bunların derinleşen kriz ve genelleşen savaş koşullarında dağılması da o ölçüde kaçınılmazdır.
Kriz ve savaş gibi toplumsal ilişkilerin devrimcileşmesi ve ‘devrimci durum’ kapitalizmin bir yasallığıdır. Ancak kriz ve savaş nasıl ki kapitalizmin kendiliğinden çöküşüne yol açmazsa, toplumsal ilişkilerin devrimcileşmesi de kendiliğinden bir devrime yol açmazlar.
1- Temmuz darbesiyle burjuvazi adına devlet yönetimi dar bir oligarşik grubun elinde merkezileşmiştir. Bu oligarşik diktatörlük anayasa değişikliğiyle tahkim edilmekte ve kalıcılaştırılmaktadır.
2- Uzun bir dönemden beri devam eden işçi ve emekçilere yönelik ekonomik ve politik saldırılar, diktatörlük koşullarında daha da şiddetlenerek artacaktır. Komünistlerin görevi diktatörlüğün sınıfsal temelini ve içerdiği tehlikeleri işçi ve emekçilere açık ve duru bir biçimde anlatmak, kitlelerin bilinçlenmesini, örgütlenmesini ve eyleme geçmesini ilerletmektir.
3- Sınıf mücadelesinde risklerin ve olanakların arttığı bir ortamdayız. Bu ortamda komünistlerin görevi; riskleri en aza indirmek olanaklardan azamı ölçüde yararlanmak, kitlelerin günlük mücadelelerine rehberlik etmek ve bu mücadeleleri devrimci bir kanalda toplayarak çoğaltmaktır. Bu da her şeyden önce burjuva ve küçük burjuva aldatmacalara karşı devrimci bir ideolojik ve politik mücadeleden geçer.
4- Böyle bir mücadelenin yürütülebilmesi için her şeyden önce komünistlerin kendilerini devrimci bir temelde sağlam örgütlemeleri gereklidir. Bu olmadan ne kitlelerin doğru bir temelde bilinçlenmesi, örgütlenmesine katkıda bulunulabilir, ne de burjuva düzene karşı gelişen ve gelişecek tepkiler birleştirilerek sosyalizm kanalına akıtılabilir.
5- Bugün sınıf mücadelesinde yakalanması gereken ana halka komünist öncünün yaratılması ve bunun işçi sınıfının öncü kesimleriyle buluşturulmasıdır. Dün ulaşılması gereken bir hedef olan bu görev, bugün artık atılması zorunlu somut bir adımdır. Bu görevin önündeki başlıca engel, güçlerin dağınıklığı ve yetersizliği değil, bu göreve soyunanların bu görevin gereklerini yerine getirmedeki kararsızlıkları ve bu görevin gereklerine göre kendilerini yeniden ve yeniden konumlandırmadaki zaaflarıdır. Devrimci cesaret, kararlılık ve ısrarın bugünkü anlamı bu zaafların aşılmasıdır.
III- Kürt Ulusal Mücadelesi
Geride bıraktığımız 2016 yılında Kürt halkının bağımsızlık için yürüttüğü mücadele önemli bir yol kat etti. Bu süreçte Güney Kürdistan’da bağımsız bir Kürt devletinin alt yapısı güçlendi. Rojava’da Türk devletinin müdahalesine rağmen Kürt kantonlarının birleşmesi büyük ölçüde tamamlandı. Kürt ulusal hareketi Suriye ve Irak’taki emperyalist müdahaleye paralel bir seyir izliyor. Suriye ve Irak’ın parçalanması süreci ile bir Kürdistan’ın devletleşme süreci birlikte yol alıyor. Emperyalist müdahaleye bağlı olarak Suriye ve Irak’ın parçalanması ne ölçüde kaçınılmazsa bu iki ülkedeki Kürt coğrafyası üzerinde Bağımsız ya da federe bir Kürt devletinin kurulması da o ölçüde olanaklı görünüyor.
Koşullara ve mücadelenin eşitsiz gelişmesine bağlı olarak Irak ve Suriye Kürdistan’ında Kürt halkının elde ettiği bu kazanımlar Kürt coğrafyasının diğer iki parçasında aynı ölçüde bir gelişmeye yol açmadı. İran Kürdistan’ındaki mücadele, Kürt halkının elde ettiği kimi kazanımlarla şimdilik bir uzlaşmayla sonuçlandı.
Türkiye’de ise mücadele sertleşerek sürüyor. Kürt legal siyasi hareketinin (DBP, HDP) Türkiye’de sağladığı gelişme ve özellikle Rojava kent kantonlarının birleşmesi karşısında paniğe kapılan Türk burjuvazisi -devlet- Kürt halkına ve KÖH’ne karşı çok yönlü bir imha ve tasfiye hareketini başlattı. Bu hareket kapsamında Cizre, Sur, Nusaybin ve Gever yerle bir edildi. Bu saldırıya karşı KÖH kahramanca bir mücadele sergiledi. Bunu legal Kürt siyasi hareketine karşı yığınsal tutuklamalar ve belediyelerin kayyumlara devredilmesi izledi. Bu saldırılar sonucunda özellikle legal siyasal alanda önemli bir gerileme yaşandı. Türk burjuvazisi bu gerilemeyi kalıcı hale getirmek için bir yandan HDP ve DBP’ye saldırılarını sistemli bir şekilde geliştirirken, öte yandan Rojava’ya karşı askeri bir müdahalenin hazırlıklarını yürütüyor.
Ancak Türk burjuvazisi –devlet- bütün bu saldırılara rağmen Kürt ulusal mücadelesine karşı bariz bir üstünlük sağlayamadı. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesi de eklendiğinde; Türk burjuvazisinin –devletin- Kürt halkına dayattığı imha savaşını aynı şiddette yürütemeyeceğini gösteriyor.
Bu saldırı, aynı zamanda Kürt halkı içinde uzlaşmacı bir eğilimi öne çıkarmaya yönelik ideolojik bir saldırıyı da içermektedir ve bu durum Kürt Ulusal Mücadelesinin bugünkü aşamasının en büyük zaafını oluşturmaktadır.
1- Kürt Ulusal Kurtuluş mücadelesi, Kürdistan’ın her bir parçasında, eşitsiz bir biçimde de olsa gelişmektedir. Mücadelenin kat ettiği yol ve uluslararası koşullar dikkate alındığında Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirlemesi mücadelesi, tarihin hiçbir döneminde bu kadar gerçekleşebilir koşullara sahip olmamıştır. Komünist Hareket, dün olduğu gibi bugün de Kürt halkının kendi kaderini belirleme mücadelesini desteklemeye ikircimsiz bir biçimde devam edecektir.
2- Gerek kapitalizmin Kürt coğrafyasında son yıllardaki gelişmesi, gerekse Kürt Ulusal Mücadelesinin kat ettiği yol, Kürdistan’daki sınıfsal ayrışmayı hızlandırmıştır. Ulusal mücadelenin bu ayrışmaya göre yeniden şekillenmesi kaçınılmazdır. Komünist hareket bu durumu dikkate alarak Kürdistan’da işçi ve emekçilerin çıkarlarını temsil eden bir komünist hareketin oluşturulması çabalarını desteklemeyi proleter enternasyonalizminin bir gereği olarak görür ve selamlar.
IV- Sendikalar ve Sendikal Mücadele
İşçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü mücadele teorik, politik, pratik-ekonomik olmak üzere üç biçimde sürer. Sınıfın ekonomik mücadelesinin araçları olan sendikalar sermayenin genel eğilimi olan ücretlerin en aşağıya, asgari sınıra düşürülmesine karşı, ücretlerin ve iş koşullarının korunması ve iyileştirilmesi mücadelesinden doğdular.
Sınıfın ekonomik mücadelesi ve örgütlenmesi sınıf mücadelesi tarihi boyunca kapitalist gelişmeye paralel olarak gelişti. Bu süreçte yardımlaşma sandıkları, kooperatifler vb. modern sendikal hareketin ilk nüvelerini oluşturdular. Bu birliklerde bir araya gelen işçiler kendi iç dayanışmalarını kurdular. Dayanışma işçiler arasında rekabeti sınırlayarak, birliğin sınıfsal bir form kazanması ve daha etkin bir mücadelenin mayalanmasının zeminini oluşturdu. Sendikalar – ekonomik mücadele araçları – bu zemin üzerinde ücretlerin korunması ve iş koşullarının iyileştirilmesi mücadelesini üstlenerek, işçilerin daha kapsamlı ve büyük mücadelelere girişmelerinin hazırlık okulları oldular.
Ancak bu mücadele burjuvazinin ideolojik, politik ve örgütsel etkisi altında sürdüğünden, hiçbir zaman doğrusal bir çizgi izlemez. Burjuva etki başka bir etkiyle – devrimci etki – etkisiz hale getirilmediği sürece sendikal eylem – ekonomik mücadele – işçi sınıfının esaret zincirini perçinlemekten başka bir sonuç vermez.
Bu yüzden sendikal mücadelenin önemi kadar siyasal mücadeleyle ilişkisi sorunu dün olduğu gibi bugün de komünist harekette ciddi ayrılık ve bölünmelerin nedeni olmuştur. Ayrılık ve bölünmelere yol açan şey, her şeyden önce mücadelenin içeriğiyle ilgilidir.
Sendikalar, işçilerin ücret ve iş koşullarını iyileştirmek için yürüttükleri mücadelede mevcut ücretlilik sisteminin temeline dokunmazken, hatta ortaya çıkış nedenleri tamamen bu ücretlilik sistemi iken, öte yandan işçi sınıfının rekabet içinde bölünmüş güçlerini bir araya toplayarak onların, amacı ücretlilik sisteminin ortadan kaldırılması olan, siyasal mücadeleye hazırlanmasında bir kaldıraç görevi görürler. Ekonomik mücadelenin bu özelliği, bu mücadeleyi burjuva etkilere olduğu kadar, komünist etkiye de açık hale getirir. Sendikaların kapitalist toplumdaki yerleri tümüyle dıştan ( siyaset alanından) gelen bu iki karşıt siyasal etkinin çatışması altında belirlenir.
Burjuva siyasal etki en kötü durumda, sendikal mücadeleyi günlük “ acil talepler” mücadelesiyle sınırlandırmayı amaçlarken, komünist siyasal etki bu mücadelenin siyasal mücadeleyle bağlanması ve onunla uyum içerisinde yürütülmesini amaçlar. Bu mücadele pratikte karşımıza her zaman çok net olmasa bile, iki karşıt sınıfın iki farklı taktiği ve siyaseti olarak çıkar.
Sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolünü belirleyen temel kriter, ücretlerin artırılması ve iş koşullarının iyileştirilmesinde elde ettikleri başarılar değil, ücretlilik sistemini, kapitalizmi yıkmak için yürüyen devrimci mücadele karşısındaki konumlarıdır.
Sınıf savaşımı tarihinin de kanıtladığı gibi sendikalar, amacı sınıfsız toplumun kurulması olan kapitalizmi yıkma savaşından koptuklarında, bırakalım ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini, mevcut kazanımlarını bile koruyamıyorlar. Bugün dünya çapında sendikal hareketin içinde bulunduğu durum tam da budur. Bu duruma yol açan işçilerin siyasetten uzaklaşmasıdır, buna son verecek olan da işçi sınıfının yeniden siyaset sahnesindeki devrimci yerini almasıdır.
1950’lerde başlayan ve bütün kapitalist ülkelere yayılan, ücretlerin enflasyon artışına bağlandığı ve sendikaların birer finans kurumu olarak tekellerle iç içe geçtiği burjuva sendikal anlayış ile işçi sınıfının varabileceği bir yer yoktur. Bugün işçi sınıfı, sınıfın güncel çıkarlarıyla nihai çıkarlarını gözeten yeni bir sendikal anlayışı oluşturmak ve geliştirmekle karşı karşıyadır. Bu yeni sendikal anlayışın üzerinde yükseleceği temel, işçi sınıfının sendikal birliğini ve ekonomik mücadeleyle siyasal mücadelenin uyumunu gözeten bir mücadele anlayışıdır.
Bu anlayış üzerinde devletin sendikalara dayattığı örgütlenme biçimleri ( sendika tüzükleri vb.) yırtılıp atılmalı, işçiler kendi örgütlenme biçimlerini kendileri belirlemeli, sendikacılık bir meslek olmaktan çıkartılarak mücadele aracına dönüştürülmeli, sendika yöneticilerinin ücretleri ortalama işçi ücretine endekslenmeli ve yöneticiler azledilebilir olmalı, sendikaların devlet ve finans kurumlarıyla ilişkileri kopartılmalı, özetle, işyerlerinden başlayarak sendikalar birer mücadele örgütü olarak yeniden yapılandırılmalıdır.
Bu yeniden yapılanma ancak ekonomik ve siyasal mücadele ile, fabrika ve işyerlerini temel alan ve sabırlı ve inatçı bir mücadele ile gerçekleştirilebilir.