15 Temmuz Darbe Girişimi ve 20 Temmuz Darbesi
15 Temmuz başarısız darbe girişimi 20 Temmuz’da ilan edilen olağanüstü hal’le yeni bir darbe ile sonuçlanmıştır. Parlamento olağanüstü hali onaylayarak süreçteki fiili vardığına da son vermiştir. Bugün Türkiye, 20 Temmuz darbesinin ardından, başında Erdoğan’ın bulunduğu, içişleri ve adalet bakanlarından oluşan üçlü bir “konsey” tarafından yönetilmektedir. 20 Temmuz darbesinin daha önce Türkiye’de yaşanan darbelerden tek farkı “konsey” üyelerinin asker olmaması ve parlamentonun kapısının açık oluşudur. Bunun dışındaki her şey klasik askeri darbelerde yaşananların aynısıdır. Değişen sadece isimlerdir; sıkıyönetimin ismi olağanüstü hal olarak değiştirilmiş, arama, tutuklama ve operasyon yetkileri sıkıyönetim Komutanlığından il valilerine aktarılmıştır. Türkiye’nin, altında imzası bulunan insan hakları sözleşmeleri, hukuksal normlar resmen askıya alınarak darbe hukuku yürürlüğe sokulmuştur. Askeri darbelerin klasiği olan gözaltı süreleri 30 güne uzatılarak işkence yasallaştırılmıştır.
20 Temmuz darbesi her ne kadar Türkiye’ye özgü olsa da, dünya kapitalist sisteminin içinde bulunduğu ekonomik ve politik kaostan bağımsız olarak ele alınamaz. Bugün kapitalist dünyada hüküm süren kaosun belirgin özellikleri, süreğenleşen bir ekonomik kriz, siyasal istikrarsızlık ve dünyanın belli başlı devletler arasında yeniden paylaşımına yol açan rekabet, çatışma ve müdahalelerdir. Kapitalizmin yaşamakta olduğu bu kaosa siyasal alanda koyu bir gericilik eşlik ediyor. Burjuva demokrasisinin ayırt edici özelliği olarak sunulan temsili kurumlar, parlamentolar işlevsizleşiyor; anayasa ve hukuksal normlar değiştiriliyor; çok partililiğe dayalı burjuva siyaset, iktidar partileri nezdinde tekleşiyor. Bu süreç milliyetçi, şoven ve dine dayalı bir ideolojik saldırıyla birlikte yol alıyor. 20 Temmuz darbesi sistemdeki bu egemen eğilimlerin Türkiye’nin özgün koşullarında vücut bulan somut biçimdir.
20 Temmuz darbesi bir dizi manipülasyonu devreye sokarak, kendisine demokratik bir meşruluk zemini yaratmaya çalışıyor. Bu manipülasyonların en etkililerinden biri başarısız darbe girişiminin bir Fetullah Gülen darbesi olarak sunulmasıdır. Bu manipülasyon Gülen cemaatinin başarısız darbe girişimindeki rolü nedeniyle kısmen doğru olsa da, bundan hareketle 15 Temmuz darbe girişiminin bir cemaat darbesi olduğu sonucuna varılamayacağı gibi, 20 Temmuz darbesinin asıl hedefinin bu cemaat olduğu da söylenemez.
Hem darbe girişimi, hem de ardından gelen darbe, her ne kadar 1980 darbesinde olduğu gibi doğrudan sınıf mücadelesinin sarsıcı etkisine karşı bir karşıdevrim olarak değil de, daha çok burjuvazinin iç çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkmış gözükse de, sınıf mücadelesinin bugünkü geriliğine rağmen özünde burjuvazinin olağan yöntemlerle yönetemediğinin bir itirafıdır. Darbenin bu iki yönü-burjuvazinin iç çelişkisi ve onun yönetemez durumu ile olan ilişkisi- görülmeden, gerçekleşen darbenin niteliği ve hedefleri de tam olarak kavranamaz.
Başarısız darbe girişimine yol açan ve 20 Temmuz darbesine zemin hazırlayan bu iç çelişki, bir yandan cemaate karşı girişilen topyekûn saldırı ve öte yandan burjuva partiler arasında sağlanan konsensüsle önemli ölçüde yatıştırıldı. Darbenin planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak ilan edilen cemaatle ilgili örgütlenmelerin hepsi kapatıldı. Ordu, polis ve bürokraside Fetullahçı avı bütün şiddetiyle sürdürülüyor. Öyle ki, saldırı özel sektörün üst düzey yetkililerini de kapsayacak ölçüde genişletiliyor. Bir zamanlar AKP’nin sermaye tabanı olarak İstanbul sermayesinin karşısına dikilen “Anadolu kaplanları”nın önemli bir kesimi bu süreçte mülksüzleştirildi.
TSK’nın emir-komuta zinciri tarafından özendirilen ve yine bu emir komuta zinciri ile başarısızlığa uğratılan darbenin ardından, önceden planlandığından kuşku duyulmayan 20 Temmuz darbe planı uygulamaya sokuldu. 15 Temmuz darbesinin başarısız olduğunun kesinleşmesinin ardından klasik darbe manzaraları yaşandı. Erdoğan demokrasi kahramanı edasıyla medyada boy gösterdi. Engellenmiş darbeyi engellemek üzere halkı sokaklara çağırdı; çağrıya ilk cevap gerçekleşmesi halinde 15 Temmuz darbesinin yanında yer alacaklarından kuşku duyulmayan burjuva partilerden CHP ve MHP’den geldi. Bu partiler gerçekleşmeyen darbeyi kırma yarışı içinde 20 Temmuz darbesinin yanında saf tuttular. Demokrasi kahramanlığını Erdoğan’a kaptırmak istemeyen parlamenterler parlamentoya koştu, parlamento sığınağında kahramanlık madalyalarını taktılar. Hemen her darbede yaşanan küçük burjuva klasiği bu darbede de yaşandı. Gücün arkasında koşan küçük-burjuva kitleler başarısız darbenin “engelleyicisi”, başarılı darbenin sokak gücünü oluşturdular. Kürt halkına karşı imha hareketini yürütüp kahraman addedilenler bu kez vatan haini ilan edilerek linçe tabi tutuldu. 20 Temmuz darbesi medya tefrikalarıyla süslenerek adeta bir görsel şölen eşliğinde başarıya ulaştı. Bu şölende tek yer almayanlar belki de darbenin esas muhatabının kendileri olduğu önsezisiyle AKP karşıtlığıyla darbe karşıtlığı arasında bocalayan işçi ve emekçiler oldu.
Burjuvazinin en büyük manipülasyonu, 20 Temmuz darbesini bir demokrasi mücadelesi olarak göstermedeki maharetidir. Demokrasi adına kutsanan darbe ile burjuvazi iç çelişkilerini yumuşatarak, parlamentoyu, hukuku devre dışına iterek, burjuva siyaseti birleştirip tekleştirerek İstediğini elde etti. İçinde bulunduğu ekonomik ve siyasal krizin çözümünde önemli bir zaman kazandı,manevra kabiliyetini artırdı. Olağanüstü hal ilanı ile işçi ve emekçilerden gelebilecek muhtemel patlamalara karşı kazanımlarını bir müddet için de olsa güvence altına aldı.
15 Temmuz darbe girişiminin “demokrasi kahramanı” Erdoğan, 20 Temmuz darbesi ile sadece eski suç ortağı ve baş belası cemaati mülksüzleştirme ve zor yoluyla tasfiye etmekle kalmadı, 14 yıllık iktidar sürecinde birlikte işlediği bütün suçları, cinayetleri, faili meçhulleri, (Roboski, Hrant Dink, vb.)ve Kürt halkına dayatılan imha savaşının sonuçlarını da cemaate yükleyip, yeni bir günah keçisi yaratarak, kendine ve AKP’ye yönelik toplumsal muhalefeti etkisizleştirme olanağını elde etti. Darbe sırasında kullandığı dini argümanlarla(Allah’ın lütfu, camilerden dinsel çağrılar vb.) İslami kesim üzerindeki hegemonyasını güçlendirdi.
Gülen Cemaati karşıtlığı manipülasyonu altında gerçekleştirilen bütün bunlar burjuvazinin iç çatışmasının, şimdilik kaydıyla çözüldüğünün açık işaretleri olsa da, 20 Temmuz darbesinin gerçek niteliğini ortaya koymaz. Yukarıda da belirtildiği gibi gerçekte 20 Temmuz darbesinin asıl hedefi, kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, olağan yöntemlerle yönetememezlik durumu ve bunun barındırdığı potansiyel tehlikenin önlenmesidir. İç çelişkilerin belirli bir ölçüde çözülerek işçi sınıfı karşısında burjuva sınıf birliğinin sağlanması bu sürecin ilk adımıdır. Asıl hedef, işçi sınıfının, Kürt halkının ve emekçilerin rejim için taşıdığı bugün bir yanıyla potansiyel, diğer yanıyla fiili olan tehlikenin savuşturulmasıdır. Darbe süreci ilerledikçe bu durum daha net olarak ortaya çıkacaktır.
İçinde bulunduğu bilinç geriliği ve örgütsel dağınıklık her ne kadar işçi sınıfının bugün rejim için fiili bir tehdit olmadığına işaret etse de, Türkiye kapitalizminin müzminleşen ekonomik ve siyasal istikrarsızlığı bu potansiyel tehditi beslemekte ve diri tutmaktadır. Ekonomik ve siyasal istikrarsızlık en güçlü olduğu dönemde bile Türkiye kapitalizminin ayrılmaz özelliğidir. Buna bağlı olarak neredeyse her 6 – 8 yılda bir rejim tıkanmakta, potansiyel tehdit büyümekte ve bu tıkanıklığı açmak için devlet aygıtı bir bütün olarak yeniden yapılandırma sürecine sokulmaktadır. Gerek kapitalizmin kronikleşen sorunları gerekse kapitalist sistemdeki gelişmeler istikrarsızlığı büyütürken, darbe ve darbelerle gündeme gelen devletin yeniden yapılandırılması süreçlerinin tekrarlanmasına yol açmaktadır. Son 40 yıldır neredeyse düzenli aralıklarla tekrarlanan bu sürecin bundan sonra da devam edeceğinden kuşku duymamak gerekir.
Darbe sonrası yeniden gündeme gelen devletin yeniden yapılandırılması, Erdoğan ve AKP’nin korkularının işin içerisine girmesiyle bir altüst oluşa dönüştü. Devlet mekanizmasında, ordu, polis ve bürokrasideki yığınsal tutuklamalar, işten atmalar, açığa almalar ve ordunun hiyerarşik işleyişine yönelik yeni düzenlemeler, bu yeniden yapılandırmanın boyutlarını ortaya koyduğu gibi, devlette ciddi sarsıntıları da beraberinde getirecektir. ABD, NATO ve AB’den yükselen eleştiriler de bu noktaya işaret ediyor.
Bu çerçevede ABD, NATO ve AB yetkilileriyle Erdoğan ve Türk Devleti arasında -dozu zaman zaman diploması kurallarını da zorlayan- karşılıklı bir şantaj trafiği yaşanıyor. AB idam cezasının geri getirilmesi durumunda Türkiye ile ilişkilerin kesileceğini açıklarken, ABD yaygın tutuklamaların ordunun savaş kabiliyetini dumura uğratacağı ve IŞİD’e karşı mücadeleye sekte vuracağı gerekçelerini öne sürerek, NATO ise kendine bağlı ordu’nun yapısını korumak amacıyla, her seferinde Erdoğan’ı itidalli olmaya, demokrasi ve hukuk kurallarına bağlı kalmaya davet ederken, Erdoğan bu eleştirileri 15 Temmuz başarısız darbesinin ardında ABD ve NATO’nun bulunduğu propagandasıyla cevaplıyor. ABD ve AB karşısında sıkıştığı her durumda olduğu gibi aynı taktiğe başvuruyor. Darbeyi “Türkiye’nin iç sorunu” olarak nitelendirerek, Erdoğan’a açık destek veren Rusya ile ittifak kartını devreye sokuyor. Rusya’ya karşı açık savaş ilanının yapıldığı Varşova toplantısının ardından NATO’nun Güney kanadı ordusuna yapılan operasyonlar ve gündeme getirilen Türkiye-Rusya ittifakı –gerçekleşebilirliği bir yana- ABD ve NATO’nun kaygılarını daha da büyütüyor. Bütün bunlar Erdoğan’ın görünür güçlenmesinin tersine, gerçekte çok daha güçsüzleştiğini ve devletin yeniden yapılandırılması sürecinin çatışmalı ve darbelere açık bir süreç olacağını ortaya koyuyor.
20 Temmuz Darbesi, İşçi Hareketi ve Sosyalist Hareket
Hem 15 Temmuz darbe girişimi, hem de 20 Temmuz darbesi karşısında büründüğü derin sessizlik işçi sınıfının içinde bulunduğu durumun, bilinç geriliği ve örgütsüzlüğün dışavurumudur.
Sınıfın ekonomik örgütlenmesini temsil eden konfederasyonlar ve bağlı sendikaların darbe sürecinde takındıkları tavır bu örgütlerin sınıf üzerinde denetim aygıtı görevini gördüklerini bir kez daha kanıtlamıştır. Gerçekleşmeyen darbeyi hep birlikte kınayan sendikalar, sıra gerçekleşen 20 Temmuz darbesine geldiğinde aynı tavrı sürdürmek bir yana, açık ya da örtülü biçimde darbenin yanında saf tuttular. Türk-İş ve Hak-iş darbeyi açıkça desteklerken, DİSK ve bileşenleri (KESK, TTB ve TMMOB) Erdoğan’ın diktatörlük hedeflerinden söz ederek 20 Temmuz darbesini görmemezlikten geldi. Çok daha da vahimi, olağanüstü hal rejimince Fetullahçı olduğu için kapatılan 19 sendikanın kapatılmasına seslerini bile çıkarmadılar. Böylece, olağanüstü hal’le gelecek olan yığınsal işten atmalar ve hak gasplarına ilk desteği de sunmuş oldular. KESK ancak kendi üyeleri de açığa alınmaya başlanınca lütfedip açıklama yapma gereği duydu. Olağanüstü hal’in Fetullah’çılara karşı ilan edildiğinin varsayıldığından olsa gerek , büyük bir aymazlık içinde, açığa alınan üyelerinin Fethullahçı olmadığını ispat etmeye yöneldi.
Sosyalist hareketin durumu daha da içler acısıdır. Bugüne kadar yapılmış bütün darbelerin işçi sınıfı ve Sosyalist hareketi hedef aldığını unutmuşçasına burjuva partilerle birlikte darbelere karşı olduğunu ispatı yarışına girdi. Güçsüzlük ve umutsuzluğun verdiği eziklik içinde “her türlü darbeye karşıyız” söylemi ,sosyalist hareketin amentüsü oldu.
20 Temmuz darbesine zemin hazırlayan 15 Temmuz darbe girişimini kınama yarışı içerisinde 20 Temmuz’u bir darbe olarak değil de, Erdoğan’ın diktatörlük heveslerini güçlendiren bir girişim olarak değerlendirdi. Böylece oklarını gerçekleşen darbeye çevirecek yerde, Don Kişot misali yel değirmenlerine kılıç sallamaya başladı.
Sosyalist hareketin reformist kanadı “demokrasiyi koruma ve geliştirme” adına ekonomik ve siyasi kriz içindeki devletin bekası için, AKP ve Erdoğan’a ilişkin bütün çekince ve eleştirilerini bir kenara bırakarak, 20 Temmuz darbesine destek veren CHP’nin yanına koştu. Birçok sendika, meslek örgütü, sosyalist parti/ grup (DİSK, KESK, TMMOB, TTB,TSİP, DHP,BHH,EMEP, TÖPG, Halkevleri, Kaldıraç-BirGün gazetesi) faşizme karşı birlikte mücadele umuduyla İstanbul mitingine katılarak CHP’nin yanında saf tuttu. Gerekçe “faşizme karşı işbirliği cephesi” adına işçi sınıfına neredeyse bir asırdır vaaz edilenin aynısıydı. “AKP’nin Sokak egemenliğini kırmak”, “ İslami faşist diktatörlüğü önlemek”, “ CHP’yi işbirliğine zorlayarak CHP-AKP ittifakını bozmak”, “ düşmanı tecrit etmek”, bu yolla “faşizmi gerileterek” demokrasiyi korumak, kurtarmak.
HDP içinde yer alan sosyalist parti ve grupların gerek darbeye ilişkin değerlendirmeleri, gerekse darbeye karşı izlenecek yol konusunda öne sürdüklerinin de reformist kanattakilerden pek farklı olduğu söylenemez. Başarısız darbe girişiminin ardından HDP’nin darbeye ilişkin ilk açıklaması,“darbeyi birlikte engelledik, demokrasiyi birlikte kuracağız” oldu. Öcalan’ın “çözüm süreci biterse darbe mekaniği devreye girer” sözünü tekrarlayarak AKP’yi yeniden çözüm sürecine dönmeye “ikna” edebileceğini varsaydı. Kürt halkına karşı imha savaşı hızından hiçbir şey kaybetmeden sürdürülmesine, yaygın tutuklamalar, baskı ve işkenceler eklenince, HDP “ikna”ya yönelik tavrından vazgeçerek, olay ve olgulara daha gerçekçi bir pencereden bakmak zorunda kaldı. Politikadaki bu değişim kendini “Erdoğan diktatörlüğü” karşısında “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun oluşturulması biçiminde somutladı.
Darbeden bu yana geçen bir ay gibi kısa bir sürede yaşananlar, ekonomik ve siyasal istikrarın yeniden sağlanması için açıklanan teşvikler, yürürlüğe konulan ohal yasaları, Kürt Özgürlük Hareketi ve sosyalist parti/gruplara yönelik tutuklamalar, işkenceler, yığınsal işten çıkarmalar, hak gaspları, darbenin asıl hedefinin işçi sınıfı ve Kürt halkı olduğunun pratikte de netleştirmiştir. Buna rağmen sosyalist hareket içinde darbenin niteliği ve darbeye karşı mücadele konusunda mevcut kafa karışıklığı varlığını hala korumaktadır. Bu durum Sosyalist hareketin içinde bulunduğu ideolojik ve politik savrulmanın ne ölçüde etkili olduğunu göstermektedir.
Darbenin niteliğine ilişkin bu kafa karışıklığına karşın faşizm ya da diktatörlüğe karşı “devletin demokratikleştirilmesi”(!) hedefiyle, demokrasi cephesi/bloğu kurulması HDP ve sosyalist harekette darbeye karşı mücadelenin ortak paydasını oluşturuyor. Kimi sosyalist parti ve gruplar faşizme karşı birlikte mücadele etme adına, bir burjuva partisi olduğunu ağızlarından düşünmedikleri CHP’nin kapısını aşındırırken, HDP içerisinde kümelenen diğer kesim “barış, demokrasi ve Kürt sorununun çözümü için” demokrasi güçlerini, gençleri, kadınları, Alevileri ve sosyalistleri bir cephede birleştirme çağrılarını tekrarladı.
Faşizmi kimin, -15 Temmuz darbecilerinin mi, Erdoğan ve AKP’nin mi- temsil ettiği “küçük” ayrıntısı bir yana, HDP ve diğer sosyalist parti ve grupların dile getirdiği faşizme karşı mücadele cephesi/bloğunun hedefini demokrasinin korunması ve genişletilmesi oluşturuyor. Kulağa hoş gelse de, içinde bulunulan ideolojik-politik savrulma ve güçsüzlükten bir çıkış yolu olarak gözükse de, devletin demokratikleştirilmesine, demokrasinin korunması ve geliştirilmesine dayalı bir mücadele anlayışının burjuvazinin içine düştüğü ekonomik ve siyasal istikrarsızlıktan çıkışını kolaylaştırmanın dışında bir sonuç vermediği tarihsel deneyimle de sabittir. Bugüne kadar faşizme karşı demokrasinin korunması için başvurulan cephe taktikleri, en etkili olduğu ülkede bile, örneğin Fransa’da, burjuva demokrasinin güçlenmesinden başka bir sonuç vermemiştir, veremez. Çünkü demokrasi – kapitalist düzende önüne hangi ek getirilirse getirilsin- bütün temsili kurumları ve kurallarıyla egemen sınıfa hizmet eden bir devlet biçimidir. Dolayısıyla bütün sınıfları kesen (kapsayan) bir demokrasiden söz edilemeyeceği gibi, kapitalizm koşullarında hangi ad altında olursa olsun, burjuvazi ile proletaryayı bir araya getiren bir demokrasi mücadelesinden de söz edilemez.
Aynı demokrasi ön eki ile ifade edilmelerine karşın, devletin demokratikleştirilmesi, demokrasinin korunması, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkılmasını hedefleyen bir demokrasi mücadelesi ile işçi sınıfının düşman sınıftan, burjuvaziden sınıf mücadelesi yoluyla söke söke aldığı demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi bir ve aynı şey olmadıkları gibi, kesin bir sınıf karşıtlığıyla birbirinden ayrılırlar, ve kesinlikle birbirlerinin karşısında yer alırlar. Bu iki karşıt mücadele biçimlerinden birincisi, bütün temsili kurumları ve hukuk sistemi ile burjuva demokrasinin korunmasını öngörürken ve bunun için işçi sınıfını seferberliğe çağırırken, ikincisi işçi sınıfının mevcut durumunu korumayı, mücadele yeteneğini geliştirerek onu daha büyük ve sonuç alıcı mücadelelere hazırlamayı öngörür. Demokratik hak ve özgürlükler için işçi sınıfının yürüttüğü mücadele, hangi adla anılırsa anılsın -faşizm, parlamenter demokrasi ya da burjuva diktatörlüğü- işçi sınıfının burjuva devlete karşı yürüttüğü mücadeledir. Demokratik özgürlükler işçi sınıfının devletle girdiği bu mücadelelerle kazanılmışlardır. Bu iki farklı yaklaşım iki karşıt sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın demokrasi mücadelesi konusundaki konumlarını yansıtır. İşçi sınıfı açısından bu mücadele onun iktidar için yürüttüğü sınıf mücadelesinin bir parçasıdır ve ondan bağımsız olarak ele alınamaz. Böylesi devrimci bir hedefle bağlanmayan bir demokratik haklar mücadelesi, onu yürütenlerin niyetinden bağımsız olarak eninde sonunda burjuva düzenin istikrarına hizmet eder.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşarak kazandığı hak ve özgürlükleri etkisizleştirmek için burjuvazi tarih boyunca iki mücadele taktiğine baş vurmuştur. Ya, bugün yaptığı gibi, baskı ve zoru devreye sokarak bu hakları yok etmeye, ya da, bu hak ve özgürlükleri kullanarak işçi sınıfını burjuva demokrasisine tabi kılmaya çalışmıştır. Çoğu durumda bu iki yöntemi birlikte kullanmıştır. Devletin demokratikleştirilmesi ve demokrasinin korunması, işçi sınıfını burjuva demokrasisine bu tabi kılmanın isim değiştirmiş halidir.
Burjuva sınıfı içerisinde bir ayırıma dayanan (anti-faşist, anti-tekel vb.) mücadele stratejilerinin varacağı nokta tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi, burjuva demokrasisinin kutsanmasıdır. Bu aynı zamanda işçi hareketine musallat olan aşamalı devrim teorilerinin (anti-faşist , anti-tekel, ulusal-demokratik vb.) dayandığı ideolojik temelidir. Bu görülmeden ne bilimsel bir “faşizm” tanımı yapılabilir, ne de “faşizme” karşı devrimci bir mücadele yürütülebilir.
Burjuvazi yaşadığı ekonomik ve siyasal kriz ve bunun keskinleştirdiği çelişkileri ile yönetemez duruma düşmüştür. Türkiye burjuvazisinin bölgede ve kapitalist sistemin baş aktörleri ile yaşamakta olduğu sorunlar yönetememezlik durumunu daha da derinleştirmektedir. Başarısız darbe girişimi ve ardından gerçekleşen darbe, burjuva cephedeki kaosun ve yönetememezlik durumunun en açık belirtileridir. Aynı zamanda devrimin güncelliğini işaret eden bu yönetimemezlik durumunun devrimci bir kalkışmaya yol açmadan savuşturulmasının temel nedeni, işçi sınıfının içinde bulunduğu geriliği ortadan kaldıracak, sınıfın çoğunluğunu devrimci bir güç halinde birleştirecek devrimci bir çekim merkezinin olmamasıdır.
Sınıf mücadelesinde karşıt kutupları oluşturan burjuvazi ve proletaryanın gücü ve olanakları sadece kendi konumları, güçleri, olanakları ve hazırlıklarıyla belirlenmez. Bu mücadelede işçi sınıfının güçsüzlüğü, kendisi kaos içerisinde olsa da, burjuvazinin hanesine güç olarak yazılır. Bugün tam da böyle bir durumdayız. Darbe sürecinde tanık olduğumuz gibi burjuvazi içindeki karmaşa, ve kaos had safhada, burjuva devlet lime lime dökülüyor, burjuva devletin baskı aygıtları, ordu, polis ve bürokrasi parçalanmanın eşiğinden döndü. Bu kurumlardaki karmaşa ve kaos halen sürüyor. Bunlara rağmen burjuvazi egemenliğini hâlâ ciddi bir karşı çıkış olmaksızın sürdürebiliyorsa, bunun nedeni burjuvazinin güç olanakları değil, tam tersine, burjuvazinin güç annesine yazılan, işçi sınıfının bu süreçteki güçsüzlüğü ve hazırlıksızlığıdır.
Darbe süreci; bir yandan işçi sınıfının bilinç geriliği ve örgütsüzlüğü nedeniyle çok uzakta görülenin –devrimin-; öte yandan yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, burjuvazinin içinde bulunduğu kaos ve yönetememezlik durumu, devlet aygıtının dumura uğramışlığı dikkate alındığında, sanılandan çok daha yakında olduğunu gösterdi. Darbe sırasında bir çağrıyla sokağa çıkan kitlelerin bir an için “Devrimci Sınıf Partisi’nin çağrısıyla, işçi sınıfının aktif çoğunluğu olduğu düşünüldüğünde, anlatılmak istenenin ne olduğu daha net anlaşılacaktır. Bu açıdan bakıldığında burjuvazinin içinde bulunduğu kararsızlık ve bocalamanın en tepe noktaya çıktığı darbe süreci, aynı zamanda başarılı bir devrimin (kitle gücüyle ordu ve polisin bölünmesi vb.) ipuçlarını da vermektedir. Ayrıca bu tablo bize eksik olanın ne olduğunu da göstermektedir.
Çok bilinen ve tekrarlanan bir cümledir: politika güç ile yapılır, güç ise savaşım amacına uygun bir niteliğe ve bu niteliğin harekete geçirdiği bir niceliğe tekabül eder. Proleter devrim açısından bu güç, devrimci bir çekim merkezinin yaratılması ve bunun, başta sınıfın öncü kesimleri olmak üzere sınıf hareketiyle buluşmasıdır.
Tarihi boyunca Türkiye sosyalist hareketinin zaaflarından biri güçsüzlüğü, burjuvazinin iç çelişkilerine dayanarak, burjuva fraksiyonların biriyle ittifak yaparak aşabileceğini sanması, ideoloji ve politikasını buna uygun olarak belirleyerek devrimci ideoloji ve politikadan geri adım atması; bir diğeri de somut gerçekliği olduğu gibi değil de, kendi özlemlerine uygun olarak, abartılı bir biçimde–yani görmek istediği gibi- ele almasıdır. İtiraf etmeliyiz ki Türkiye sosyalist hareketi sınıf mücadelesinde iki uç savrulmayı ifade eden bu yaklaşımlardan ağırlıklı olarak birincisinin, yani ekonomizmin etkisi altında kalmıştır ve onun yıkıcı sonuçlarını yaşamıştır. Bugün de en büyük tehlikeyi bu akım oluşturmaktadır.
Darbeye rağmen burjuvazinin yönetemezliğinin sürdüğü bugünkü koşullarda kapitalizm, günlük işleyişi ile sınıf mücadelesinin önüne yeni fırsatlar yaratacaktır. Komünistlerin görevi, kaçırılan fırsatların arkasından umutsuz bir biçimde yakınmak değil, fırsatların neden kaçtığını bilince çıkartarak yeni fırsatlara bugünden hazırlanmaktır. Unutmamak gerekir yeni fırsatları devrimci bir tarzda değerlendirmek, ancak bugünden devrimci bir hazırlığın yapılması ile bağlantılıdır. Aksi durumda kaçırılan fırsatlara bir yenisinin eklenmesi kaçınılmazdır.
Bugün Türkiye devrimi nin, dolayısıyla Komünist Hareketin önündeki ivedi görev; Komünist bir çekim merkezinin yaratılması, bu çekim merkezi etrafında, adım, adım bir işçi sınıfı ve emekçi devrim cephesinin kurulması, bunun Ulusların kendi kaderini kendilerinin tayın hakkı ve sosyalizm perspektifi ve ile Kürt ulusal mücadelesiyle ilişkilendirilmesidir.
Komünist hareketin ve işçi hareketinin mevcut durumu, ideolojik savrulma, örgütsel dağınıklık ve politik güçsüzlük dikkate alındığında ve buna darbe koşullarının ağır baskıları eklendiğinde devrimci hazırlığın önünde büyük zorlukların olduğu açıktır. Ama zor olan, olanaksız olan değildir. Yeter ki zorlukları nasıl aşacağımızı bilelim; akıntıya kapılmadan, anaforlara düşmeden hedefi doğru belirleyip, bu hedefe varmak için gerekli enerji ve cesareti, yıkıcılığı ve hüneri ortaya koyabilelim.