Bu sayımızda Söz ve Eylem dergisinden arkadaşların “Demokratik Devrim/Sosyalist Devrim” başlıklı bir yazısını yayınlıyoruz.
Burada yürütülen tartışma yazıda da belirtildiği gibi yeni değil, uzun bir geçmişi olan tartışmadır. Yazıda neden demokratik devrim değil de sosyalist devrim sorusuna verilen cevapta getirilen argümanlar da yeni değildir.
Bu konuda Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Bolşevikler içinde program tartışması çerçevesinde derinlemesine bir tartışma yürütülmüş, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de bugünkü şartlarda sosyalist devrimin yolunu açmak için demokratik halk devriminin hâlâ gerekli olduğu sonucuna varılmıştır. Bolşevik saflarda yürüyen tartışmaların esas belgeleri 2011 yılında H. Yeşil tarafından derlenerek, devrimci kamuoyunun bilgisine sunulmuştur. ( ) Okuyucularımıza aslında bu tartışmada bütün önemli tezlerin gerekçelendirmelerin yer aldığı bu kitabı öneriyoruz.
Bunun dışında bu tartışma bağlamında şu noktalara dikkat çekmek istiyoruz:
* Tartışmada önce sosyalist devrimden ve sosyalizmden söz edebilmek için siyasi ön şartın ne olduğu konusunda açık olunmak zorundadır.
Sosyalist devrimden söz edebilmek için ön şart, o devrimin işçi sınıfının iktidarı hedefiyle yürütülmesi ve işçi sınıfını iktidara getirmesidir. Dolaysız iktidar hedefi proletarya diktatörlüğü olmayan bir devrim sosyalist devrim değildir. İşçi sınıfının tek başına –iktidarı hiçbir burjuva sınıfla paylaşmadığı– iktidarı; proletarya diktatörlüğü sosyalizmin, sosyalist inşanın olmazsa olmaz ön şartıdır. Proletaryanın iktidarının olmadığı bir yerde sosyalizmden, sosyalist inşadan vb. söz etmek yanlıştır.
Proletarya diktatörlüğü, siyasi iktidarda kendi yanında burjuvazinin hiçbir kesimine yer vermeyen, iktidarı burjuvazinin hiçbir kesimiyle paylaşmayan işçi sınıfının iktidarının adıdır. Proletarya diktatörlüğü hiçbir şekilde “Proletaryanın önderlik ettiği” ya da “Proletaryanın ağırlıkta olduğu” bir iktidar değildir. O sınıfın tek başına, doğrudan iktidarıdır. Buradaki tek başınalık tabii, sömürücü olmayan, burjuva olmayan emekçi katmanların diğer kesimleri ile ittifakı dışlayan bir tek başınalık değildir. Tersine proletarya diktatörlüğü bu emekçi katmanlarla ittifakı öngörür ve sağlar.
* Bu bağlamda Dünya Komünist Hareketi’nin tarihinde, “Halk diktatörlükleri”nin, proletarya diktatörlüğünün özgün bir biçimi” olarak görülmüş olmasının çok önemli bir yanlış olduğunu düşünüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde bilindiği gibi Çin’de ve bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde “Halk demokrasisi devletleri”, “Halk iktidarları”, “Demokratik Halk Cumhuriyetleri” ortaya çıktılar.
Çin Halk Cumhuriyeti, kendini Çin Halk Cumhuriyeti’nin bayrağında da (Komünist Partisi’ni temsil eden bir kızıl yıldızın etrafında toplanan dört yıldız) simgelendiği gibi “dört dost sınıfın” (işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi ve milli burjuvazi) devleti olarak görüyor, bunu açıkça da ifade ediyordu. Küçük burjuvazi ve milli burjuvazi de doğrudan kendi temsilcileri üzerinden devlet iktidarı içinde yer alıyordu. Doğu Avrupa’da –Yugoslavya ve Arnavutluk dışında– Alman Nazi işgalinden esasta Sovyetler Birliği sayesinde kurtulan ülkelerde kurulan demokratik halk iktidarlarında anti-faşist mücadeleye şu veya bu ölçüde katılmış burjuvazi de kendi partileri tarafından temsil edilerek yer alıyordu. Bunların hiç biri kurulduklarında proletarya diktatörlüğü oldukları iddiasında değildiler. Anti-faşist, demokratik iktidarlar olduklarını açıklıyorlardı. Bu gerçeğin doğru ifadesi idi. Fakat sonraki gelişme içinde, iktidarların bileşiminde hiçbir değişiklik olmadan, halk demokrasisi devletlerinin aslında “proletarya diktatörlüğünün bir biçimi” olduğu savunulmaya başlandı. İlk önce Bulgaristan Komünist Partisi’nin 5. Kongresi’nde, Bulgaristan için savunulan ve onaylanan bu görüş, giderek Dünya Komünist Hareketi’nin ortak görüşü oldu. Böylece proletarya diktatörlüğü, proletaryanın önderliğine ve iktidar içinde ağırlıkta olmasına indirgendi. Demokratik halk iktidarları kaşla göz arasında proletarya diktatörlüğünün özgün bir biçimi oluverdiler. Bu işçi sınıfının bilincini karartan bir tavırdı. Bu, leninist proletarya diktatörlüğü öğretisinden açık bir sapma idi. Pratikte burjuvaziye karşı sınıf mücadelesini iyice geriye çeken, âdeta gereksiz hâle getiren –burjuvazinin iktidarda yer alan kesimi zaten sosyalizmi coşku ile karşılıyor, sosyalizmin inşasına katılıyordu!!!– bir yaklaşımdı, yaklaşımdır.
Proletarya diktatörlüğünün olmadığı yerde, sosyalizmden, sosyalizmin inşasından söz edilmesi de yanlıştı. Bu ülkelerde artık tek başına burjuvazi egemen değildi, bunlar burjuvazinin tek başına egemenliği anlamında artık burjuva diktatörlükleri değildi. Fakat henüz proletarya da tek başına egemen değildi. Proletarya bu ülkelerde iktidarda yer alan Komünist Partisi/İşçi Partisi/Emek Partisi vb. üzerinden iktidarda önemli bir güce sahipti. Fakat iktidarı burjuvazinin bir kesimiyle paylaşmak durumunda idi. Bu ülkelerde iktidarların “demokratik halk iktidarı” olarak adlandırılması bu gerçeğin ifadesi idi. Yapılması gereken işçi sınıfının bu durumun bilinciyle donatılması, iktidar içinde yer alan burjuva kesimlerin iktidardan dışlanması için yoğun sınıf mücadelesi için örgütlenmesi idi. Bu yapılacak yerde “biz zaten proletarya diktatörlüğünün bir biçimiyiz” teorisiyle sınıf mücadelesi geri çekildi.
Sosyalizmden, sosyalist ekonomiden, ekonomide sosyalist sektörden, sosyalist inşadan vb. söz edebilmenin ilk şartı, işçi sınıfının iktidarı, proletarya diktatörlüğünün varlığıdır. Bunun olmadığı yerde “kamusal” mülkiyetin, devlet mülkiyetinin sosyalist olduğunu söylemek yanlıştır.
Üretim araçları üzerinde “kamusal mülkiyet” ve devlet mülkiyeti ancak devletin proletaryanın devleti olduğu şartlarda sosyalist mülkiyettir. Proletaryanın tek başına egemen olmadığı bir devlette, devlet mülkiyeti o devlette iktidar olan sınıfın/sınıfların mülkiyetidir. Mülkiyetin niteliğini belirleyen devletin sınıfsal niteliğidir.
Bu bağlamda çokça özel mülk, kişilere ait mülk olmayan, kamusal (örneğin belediye mülkleri) ve devletsel mülkün, “halkın mülkü” olduğu, âdeta kendiliğinden sosyalist olduğu yanlışı yapılmaktadır. Burjuvazinin egemen olduğu ülkelerde devlet mülklerinin ve kamusal mülklerin özelleştirilmesine karşı yürütülen kimi kampanyalarda savunulan “Halkın mülkünü sattırmayacağız” sloganları bunun ifadesidir.
* Proletarya diktatörlüğünün varlığı şartlarında da, devlet mülkiyeti yanında var olan kolektif mülkiyetin de “toplumsal-sosyalist mülkiyetin bir biçimi” olduğu tespiti sorunlu bir tespittir. Kolektif mülkiyet evet kişisel, özel mülkiyet değildir, fakat genel toplumsal mülkiyet te değildir. Kolektifin üyesi olan alan bir grup insanın mülkiyetidir. Grup mülkiyetidir. Bu mülkiyetin sosyalist mülkiyetin bir biçimi olduğu tespiti pratikte bu mülkiyet biçiminden daha üst biçimlere geçilmesi için zorunlu olan sınıf mücadelesini zayıflatan bir rol oynamıştır.
* Paris Komünü dışta tutulduğunda, –ki o proletarya diktatörlüğü yönünde atılmış bir ilk adım, 72 gün süren ilk deneydi–, bugüne dek proletaryanın tek başına iktidar olması, proletarya diktatörlüğünü kurması 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da gerçekleşmiştir.
20. yüzyılda proletarya diktatörlüğünün kurulduğu ve iktidar bütünüyle revizyonistlerin eline geçene kadar (SBKP XX. Parti Kongresi’nde Kruşçev revizyonizminin kesin egemenliği) sürdüğü tek ülke Sovyetler Birliği’dir. Devrimin gelişmesi içinde Şubat Devrimi ertesinde ikili iktidar durumunun çıkması; Sovyetler somutunda İşçilerin-Köylülerin Demokratik Diktatörlüğünün kurulmuş olması; liberal burjuvaziyi, köylülüğü, küçük burjuvaziyi temsil eden siyasi partilerin devrime sırt çevirmeleri sonucunda iktidarın tek başına Bolşeviklere kalması sonucu ortaya çıkan bir durumdur bu. Geçmişte kendileri sosyalizmden, sosyalist inşadan vb. söz eden, bizim de söz ettiğimiz, halk demokrasisi ülkelerinin hiçbirinde, hiçbir dönemde iktidar proletarya diktatörlüğü olmamıştır. Çin’de Kültür Devrimi sırasında ve ertesinde kısa bir süre proletarya diktatörlüğüne doğru bir yönelimden söz edebiliriz. Ancak burada da geçmişte savunulan ve uygulanan “Çin’in özel şartlarında burjuvazinin bir bölümü ile sosyalizm inşası” teorisi ile gerçek bir hesaplaşma yoktur. Sonucu biliyoruz: Bürokrat burjuva revizyonistlerin zaten iç içe geçmiş parti ve devlette kesin egemenliği. Bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nde kendine komünist diyen bir bürokrat burjuva devlet partisi önderliğinde dünyanın emperyalist büyük güçlerinden biri.
* Demokratik halk iktidarlarının, anti-faşist iktidarların vb. proletarya ile burjuvazinin belli kesimlerinin ortak iktidarı olduğunun kabul edilmediği noktada; kapitalist dünyada iki diktatörlük vardır, ya burjuva ya da proletarya diktatörlüğü dendiği noktada demokratik devrim mi/sosyalist devrim mi tartışması anlamsız bir tartışmadır. Burada dünya gerçekliği ret edilir. Var olan anti-faşist iktidarlar, ya da halk demokrasisi iktidarları ya proletarya ya da burjuva diktatörlüğü ilan edilir.
Dünya gerçekliği şu ki, pratikte 20. yüzyılda devrimler, Sovyetler Birliği’nde yaşanan devrim dışında, eğer bu devrimlerde proletarya önemli bir rol oynadı ise, hep proletarya ile burjuvazinin belli kesimlerinin iktidar paylaşımı ile sonuçlandı. Ve ne yazık ki, süreç içinde bizzat proletaryanın temsilcilerinin önemli bölümünün de revizyonistleşmesi ile iktidar içinde yer alan burjuvazinin değil, proletaryanın iktidardan tasfiye edilmesi bu devrimlerin sonu oldu.
Aynı mantıkla eğer kapitalizm egemense, burjuvazi iktidarda ise sosyalist devrim; eğer burjuvazi değil de, feodaller iktidarda ise demokratik devrim aşaması gündemdedir teorik kalıbı içinde sorun çözülür; daha doğrusu çözülmüş görünür.
Dünya gerçekliği şu ki bugün kapitalizmin egemen olmadığı, bugün burjuvazinin iktidarda olmadığı ülke yok gibidir. Bu anlamda kapitalist ekonomi+burjuvazinin iktidarı=sosyalist devrim kalıbı içinde kolaylıkla bugün hemen bütün ülkelerde devrim aşamasının sosyalist devrim olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bununla sonuçta hiçbir sorunu çözmeyiz. Çünkü ülkeler arasında, ülkelerde egemen olan burjuvaziler, kapitalizmin gelişmişliği, emperyalizm ile bu ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkilerinin gücü ve biçimleri, burjuvazinin siyasi iktidarının niteliği vb. noktalarında büyük farklılıklar vardır. Bütün bunlara ve tek tek ülkelerdeki kültürel –töresel– tarihsel özgünlüklere bağlı olarak işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlenme seviyeleri arasında da büyük farklılıklar vardır. Gelişmiş, burjuva devrimini tamamlamış emperyalist ülkelerdeki burjuva diktatörlükleri ile iktisaden geri, burjuva devriminin bir dizi görevi hâlâ çözülmemiş, burjuvazinin iktidarını ancak faşizmle ayakta tutabildiği emperyalizme bağımlı bir dizi ülkedeki burjuva diktatörlüklerinin konumları, dolayısı ile bunlara karşı devrimin güncel görevleri, yolu arasında büyük farklılıklar vardır. Birçok ülke siyasi olarak bağımsız devlet statüsündedir; fakat mali, iktisadi, askeri açılardan şu veya bu emperyalist güce binlerle bağla bağlı, bağımlıdır. Bağımsız siyasi ve iktisadi aktör olarak hareket alanı olağanüstü sınırlıdır. Diğer bazıları bağımlı güç olmaktan kurtulup, bağımsız bir emperyalist güç olma yönünde adımlar atmaktadır vs. Biz bu bağlamda dünyanın kapitalist ekonomi+burjuvazinin iktidarı= sosyalist devrim kalıbı içine sığmadığını düşünüyoruz. Dünyayı açıklama, kavrama, değiştirme açısından bu kalıp sonuçta her ülkede devrim stratejisinin o ülkenin somut durumunun somut çözümlenmesi, devrim stratejisinin bu temelde çizilmesini gereksiz kılan bir basitleştirmedir.
* Devrim aşamasının belirlenmesinde, “burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı”, çözülecek bir dizi demokratik devrim görevinin varlığı, bizce tayin edici bir gerekçe değildir. Eğer belli tarihi şartlarda proletaryanın önüne tek başına iktidar olma şansı/imkânı çıkarsa, proletarya diktatörlüğünün kurulması, dolayısı ile sosyalist devrim dolaysız görev hâline gelir. 1917’de Rusya’da ikili iktidarın var olduğu şartlarda, Sovyetler iktidarı somutunda işçilerin köylülerin devrimci diktatörlüğünün varlığı ve Sovyetler içindeki küçük burjuva temsilcilerinin objektif olarak Bolşeviklere karşı burjuvazinin iktidarının yanına geçtiği şartlarda bu imkân ortaya çıkmış ve Bolşevik Parti bu imkânı değerlendirmiştir. Ekim Devrimi ertesi kurulan iktidar sonuçta işçi sınıfının iktidarı hiçbir burjuva sınıf kesimi ile paylaşmadığı proletarya diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük altında devrimin ilk yıllarında çözülen görevler ağırlıklı olarak demokratik devrimin çözülmemiş görevleridir. Sosyalist iktidar altında bu görevler Lenin’in deyimiyle “geçerken” çözülen görevlerdir.
* Bizim açımızdan bir ülkede devrim aşamasının belirlenmesinde birçok faktör birlikte rol oynar.
Sonuçta belirleyici soru şudur: İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi onun tek başına –burjuvazinin şu veya bu kesimi ile iktidarı paylaşmamak, ona iktidar içinde yer vermemek anlamında tek başına– iktidar olmasına izin verecek yeterlilikte midir?
Şu anda bütün dünyada aslında proletaryanın bu yeterlilikte olduğu bir ülke yok. Fakat bu “o zaman bütün ülkelerde sosyalist devrim” bugün gündemde olan devrim aşaması değil sonucuna götürmemeli bizi.
Çünkü her ülkede bu “yetersiz“liğin değişik nedenleri, temelleri var.
Kimi ülkelerde, en başta gelişmiş, demokratik devrim görevlerini tamamlamış kapitalist ülkelerde proletaryanın sosyalist devrimi gerçekleştirecek, tek başına iktidarı ele alacak bilinç ve örgütlenme seviyesinde olmamasının temel nedeni, komünist örgütlenmenin, komünist partilerinin güçsüzlüğüdür. Objektif olarak bu ülkelerde proletarya oldukça uzun bir dönem burjuva demokrasisini yaşamış, demokratik bir bilince sahiptir. İktidarı tek başına ele alacak güce sahiptir. Küçük burjuvaziyle iktidarı paylaşmak zorunda değildir. Bu yüzden bu ülkelerde sosyalist devrimin/proletarya diktatörlüğünün dolaysız ilk hedef olarak konması – bu hedefe varmak için daha gidilecek çok yol olmasına rağmen doğrudur.
Kimi ülkelerde ise, demokratik devrimin çözülmemiş bir dizi görevi vardır; işçiler, emekçilerin burjuva demokrasisi deneyimleri zayıftır, demokratik bilinçleri görece geridir. Gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında işçi sınıfı görece zayıftır. Bu ülkelerin bir bölümünde faşizm hüküm sürmektedir. Kimi ülkelerde küçük burjuvazi toplumda çok geniş bir kesimi oluşturur. Emperyalizme karşı tavrı milliyetçi/bağımsızlıkçı, emperyalizmle iç içe olan büyük burjuvaziye karşı tavrı devrimcidir. Bu gibi ülkelerde sosyalizme giden yolu temizlemek için önce bir anti-faşist demokratik halk devrimi aşaması, işçi sınıfının iktidarı küçük burjuvaziyle bir süre bilinçli olarak paylaştığı, paylaşmak zorunda kaldığı bir aşama gerekli olabilir. Bu gibi ülkelerde gündeme gelmesi normal olan “halk iktidarları”nın, yani işçi sınıfının burjuvazinin bir kesimi ile birlikte iktidarlarının “özü itibarıyla proletarya diktatörlüğü” ilan edilmesinden daha zararlı bir şey yoktur.
* Somut olarak Kuzey Kürdistan-Türkiye’ye gelirsek bu bağlamda sorulması ve cevaplanması gereken sorular şunlar:
– Bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye’de işçi sınıfının, sosyalist/komünist bilinci bir yana bırakalım, demokratik bilinci ne seviyededir? Bırakalım sosyalizm/komünizm için mücadeleyi, kendi en somut hakları için mücadelede konumu nedir?
– Bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye’de işçi sınıfının ve emekçi halkın burjuva demokratik bilincinin gelişmişlik seviyesi nedir?
– Kuzey Kürdistan-Türkiye’de burjuvazinin diktatörlüğünün uygulamada olan biçimi nedir? Faşizme karşı mücadelenin Kuzey Kürdistan-Türkiye devriminde oynadığı rol nedir?
– Kuzey Kürdistan-Türkiye’de çözülmemiş demokratik devrim görevlerinden biri olan ulusal sorunun proletaryanın birliği, kendisi için bir sınıf olmasının önünde engel olma durumunun devrimde oynadığı rol nedir?
– Aslında bir cemaatler toplamı olan Kuzey Kürdistan-Türkiye toplumunun önemli bölümünü oluşturan küçük-burjuvaziyi üretim araçları üzerindeki tüm özel mülkiyeti ortadan kaldırma programına, burjuvaziyi ve ücretli emek sömürüsünü bütünüyle ortadan kaldırma, burjuvaziyi sınıf olarak tasfiye etme programına sahip bir devrim için kazanma, ya da en azından tarafsızlaştırma imkânı var mıdır?
– Bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye’de gerçek bir komünist partisinin gücü nedir? Komünistlerin işçi sınıfı içindeki gücü nedir? Bugün ve orta vadede gerçek bir komünist partisinin, sosyalist bir programla tek başına iktidara gelme imkânı var mıdır?
Bugün devrimci diyebileceğimiz saflarda egemen olan kimlerdir? Bunlar hangi sınıfın çıkarlarının temsilcisidir?
Biz bu vb. sorulara doğru cevaplar verildiğinde varılacak sonucun kaçınılmaz olarak şu olacağı görüşündeyiz.
Bugün ve önümüzdeki orta vadede Kuzey Kürdistan-Türkiye’de sosyalizme giden yolun temizlenmesi için demokratik devrimci bir iktidarı, bir halk iktidarı içinde işçi sınıfının temsilcilerinin ve küçük burjuvazinin anti-faşist/anti-emperyalist devrimci kesiminin temsilcilerinin yer aldığı bir iktidar gerçekçi tek alternatiftir. Bu yüzden önümüzde duran devrim aşaması sosyalist devrim değil, anti-faşist/anti-emperyalist/demokratik halk devrimidir. Bu devrimin yıkacağı hedef T.C.’deki egemen sınıf(ları)n ( ) faşist iktidarı, kuracağı iktidar demokratik halk iktidarı olacaktır. Halk iktidarından proletarya diktatörlüğüne geçiş, halk iktidarı içinde yer alan burjuva kesimlerine karşı sınıf mücadelesi yoluyla –işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi buna izin verdiği ölçüde ve zaman dilimi içinde– olacaktır.