Henüz bugünkü adıyla anılmamış olsalar da mafyatik örgütlenmelerin tarihi (el koymalar, gasplar, yağmalar vb. ), özel mülkiyetin ortaya çıkışına dek uzanır. Bu örgütlenmeler en gelişmiş özel mülkiyet düzeni olan kapitalizmle birlikte hem işlevsel hem de güç olarak büyüyüp yaygınlaşarak, kapitalist devlet aygıtının ayrılmaz bir parçası haline geldiler ve bugün kapitalist devletin ekonomik, siyasi ve güvenlik örgütlenmesinde önemli bir yere sahiptirler. Sermaye üretiminin iki koşulundan biri olan sermayeye dönüşmeyi bekleyen servet ( para, üretim aracı vb.); zoraki mülksüzleştirmeler, (el koyma, gasp etme, “çökme”) ve sömürgelerin yeraltı-yerüstü kaynaklarının yağması ile elde edildi. İkinci koşul olan “özgür” işgücü de, bu aynı süreçte mülksüzleştirilen köylülerden, eski toplumun “ işe yaramaz” hizmetkârlarından ve zanaatkârlardan oluştu. Kapitalizmin bu iki ön koşulunun oluştuğu tarihsel dönem, mülksüzleştirmeler, yağmalamalar, katliamlar, ticaret ve sömürge savaşlarıyla anılır ve tarihin sancılı ve en kanlı sayfalarından birini oluşturur. Kapitalizmde mafyatik örgütlenme ve bu örgütlenmenin insan kaynağı da sermayenin bu ilkel birikim sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Artan sefalet, yoksulluk, adaletsizlik, eşitsizlik ve bunların yol açtığı öfke, mafya örgütlenmesinin insan kaynağını oluşturdu. Kapitalizmin gelişmesi ve mülksüzleşmelere bağlı olarak artan ülkeden ülkeye, köyden kente göçle birlikte bu kaynak daha da büyüdü. Başlangıçta daha çok ekonomik bir içerik taşıyan yağmalama, el koyma, gasp etme bugün karşılaştığımız mafyatik örgütlenmenin ilkel biçimidir.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte mafya örgütlenmesi, sermayeler arası rekabetin ve devletin güvenlik örgütlenmesinin ayrılmaz bir unsuru oldu. Devletin ideolojik ve zor örgütlenmesinin bir aygıtına dönüştü. Kapitalist üretimin ayrılmaz bir özelliği olan rekabet, rakiplerin pazar paylarının düşürülmesi, rakiplere maddi zarar verilmesi, korkutma, sindirme, yakma, tahrip etme gibi faaliyetler, başlangıçta daha çok mafya örgütlenmeleri yoluyla gerçekleşti. Her sermaye grubu, gerek kendi çıkarlarını korumak gerekse rakipleri sindirmek üzere mafya örgütlenmesiyle bağlandı. Böylece, daha çok devletin örgütlenmesindeki zaaflardan yararlanarak iş gören, gördüğü işin karşılığında pay alan, devletin zor aygıtı içinde kurduğu ilişkilerle varlığını büyütüp sürdüren klasik mafya tipi ortaya çıktı. Bu aşamada mafya örgütlenmesi, henüz devletin zor örgütlenmesinin bir parçası haline gelmemişti. Bunun en tipik örneğini Amerika’daki mafyatik örgütlenmeler oluşturur. Eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı öfkeli gençlerin, hatta çocukların sokak örgütlenmeleri olan çeteler ortaya çıktı. Bu çeteler, daha çok, yasak ve kotalı malların ülkeye sokulması ve dağıtılmasını üstlendi. Kent bölgelere ayrıldı, her bölge bir çetenin denetimine girdi. Elde edilen paranın büyümesiyle birlikte çeteler arasındaki kavga da büyüdü. Bazı çeteler ortadan kaldırılırken, en gözü karaları ulusal çapta örgütlere dönüştü. Bu çatışmalar mafya raconu olarak adlandırılan bir ahlak anlayışını, yaşam tarzını da ortaya çıkardı. Bu aşamada çetelerin faaliyetleri nispeten bağımsızdı. Devletle ilişkileri dolaylı idi. Yani doğrudan devlet örgütlenmesinin bir uzantısı değil, devletin zor aygıtını kullanarak, daha çok polis ve yargıdaki kişileri rüşvetle kendilerine bağlayarak, onları suç ortağı haline dönüştürerek işlerini yürüttüler.
Kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak bu örgütlenmeler yeni işlevler üstlendi. Devlet ihaleleri, devlet bütçesinin, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının (madenler, sular, ormanlar vb. ) bölüşülmesi, rant amacıyla toprak gaspı, imar değişiklikleri, rakiplerin teknolojik bilgilerini elde etme, zor durumdaki rakiplerin çeşitli yöntemlerle iflas ettirilip mallarına el konulması, vb. yöntemlerle mafyanın sermaye birikim sürecindeki işlevi büyüdü. İşlevin büyümesiyle birlikte mafyanın devlet örgütlenmesi içindeki yeri de değişmeye başladı.
Mafyatik örgütlenmelerin devlet örgütlenmesinin bir aygıtı haline gelmesi, diğer yanıyla sınıf mücadelesinin gelişmesiyle bağlantılıdır. Bu sürecin mafyanın kapitalistler tarafından sendikal harekete müdahalenin bir aracı haline getirilmesiyle başladığını söyleyebiliriz. Bu müdahale giderek siyasal alana taşındı. Bu kez hedef işçi sınıfının siyasal örgütlenmesiydi. İşçi sınıfı adına hareket eden partilerin, demokratik örgütlerin, sendikaların sindirilmesi için mafyanın devreye sokulmasıyla bu örgütlenmelere yönelik suikastlar zinciri başladı. Mafyanın bu tarzda burjuva devlet aygıtının bir unsuru haline gelmesi, aynı zamanda ideolojik bir karakter kazanmasının da başlangıcıdır. Bu ideolojinin temelini, burjuva ideolojisinin en belirgin en kaba biçimi olan şoven bir milliyetçilik (vatan, millet, bayrak) ve anti komünizm oluşturdu. Devletin zor ve ideolojik aygıtına eklemlenen bu örgütlenmeler, mafyanın önde gelen liderlerinin devşirilmesiyle oluşturuldu.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayeler arası kaba rekabetin yerini daha ince yöntemler; teknolojik üstünlük, daha kaliteli ve daha ucuz meta üreterek rakiplerin metalarını gözden düşürme, pazar paylarını küçültme, rakipleri çeşitli biçimlerde zarara uğratma, finansal oyunlarla zora sokma, zordaki firmaları yutma, devlet içindeki bağlantıları harekete geçirerek, yolsuzluk ve rüşvet yoluyla rakipleri geride bırakma, vb. aldı. Mali sermayenin ve sermaye ihracının öne çıkması ile birlikte tekeller arası rekabete devletler arası rekabet eklemlendi. Devletler gümrük duvarları, kotalar, teşvikler, vb. yollarla kendi tekellerini korurken el koymalar, parasal cezalar, dinleme, izleme, açıkları yakalama vb. yöntemlerle rakip firmalar cezalandırıldı. Bu sürecin en tepe noktası, dünyanın alan olarak yeniden bölüşülmesinin aracı olan emperyalist savaşlardır.
Gelişmiş ülkelerde, kaba rekabetin yerini teknoloji ve finansa dayalı yeni yöntemlerin almasıyla ekonomik alanda klasik mafya örgütlenmesinin, yasak ve kotalı metalar (uyuşturucu vb. ) dışında, alanı daraltıldı. Rakip devletler ve tekellere yönelik ekonomik operasyonlar ise devlet tekeline alındı. Sınıf mücadelesi alanında ise, sendikalar işçi aristokrasisi yoluyla denetim altına alındı. Sosyalist, komünist ve kimi zamanda muhalif partilere, gruplara ve gazetecilere yönelik saldırı ve suikastları esas olarak devletlerin istihbarat kuruluşları ve bu kuruluşların içindeki gizli örgütlenmeler üstlendi.
Bu sürecin diğer bir boyutu da gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkilerdeki değişimdir. Gelişmeleri için sermayeye şiddetle ihtiyaç duyan geri ülkeler, gelişmiş ülkeler tarafından sermaye ihracı yoluyla denetim altına alındı. Böylece eski sömürge sisteminin yerine esas olarak sermaye ilişkilerine bağlı yeni bir denetim sistemi kuruldu. Denetime direnen ülkeler, mali, siyasi ve askeri operasyonlarla yola getirildi. İstikrarsızlaştırma, ekonomik ambargo ve suikastları da kapsayan bu operasyonlarda kullanılmak üzere mafyatik unsurlar devletin gizli örgütlenmelerine eklemlendi.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde mafyatik örgütlenmeler esas olarak, devlet aygıtı içine çekilerek denetim altına alınırken geri ülkelerde bu süreç daha farklı işliyor. Temelde kapitalizmin eşitsiz gelişiminden kaynaklanan bu farklılık aynı zamanda ülkelerin devlet örgütlenmesindeki bir farklılığa da tekabül ediyor. Burjuva devlet iktidarının (burjuva diktatörlüğü) genel olarak iki yönetim biçiminden söz etmek mümkündür. Bu biçimlerden biri parlamenter biçim, diğeri ise yürütmeci yönetim biçimidir. Parlamenter biçim, genel olarak sistemin iç denetimine dayanır. Yürütmeci biçim, parlamenter biçimden devlet aygıtının bütünsel yasa dışılığıyla (denetim dışılığı) ayrılır. Dünyadaki devletlerin üçte ikisinden fazlasını kapsayan bu tip yürütmeci yönetime sahip ülkelerin çoğunda yasaların ve parlamentoların var olması bu durumu değiştirmez. Yasalar, sıkça çiğnenebilir, seçim ve parlamentolar göstermeliktir. Bu yüzden bu ülkelerde seçimler her dönem şaibeli, parlamentolar ise işlevsizdir.
Bu durum; Parlamenter yönetim biçiminde yasadışı örgütlenmeler olmadığı anlamına gelmez. Bu ülkelerde hem iç, hem dış siyasette yasadışı işler daha ince yöntemlerle kamufle edilir. Kısaca, iki yönetim biçimi birbirlerinden mutlak olarak ayrılmazlar. İşlerin iyi gittiği dönemlerde parlamenter yönetim biçimi öne çıkarken, ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın arttığı dönemlerde yürütmeci biçim öne çıkar. Bugün gelişmiş çoğu ülkede gördüğümüz gibi, parlamenter biçimden yürütmeci biçime doğru bir kayış vardır. Bunun nedeni yaşanan kriz ve bu krizin taşıdığı savaş ve iç savaş tehlikesidir.
Emperyalist devletlerin denetimi altındaki geri ülkelerde, ekonomik ve siyasi istikrarsızlık neredeyse sürekli bir karakter taşıdığı için bu ülkelerde yürütmeci yönetim biçimi süreğendir. Bu ülkelerde devlet aygıtı, devletin zor örgütlenmesi, ordu, polis, bu kurumlara bağlı istihbarat ve özel örgütler, yargı sistemi (mahkemeler, hapishaneler), finans aygıtı ve devletin ideolojik aygıtı, üst düzey yöneticilerinin içinde yer aldığı küçük bir oligarşik azınlığın elindedir. Bu oligarşik örgütlenme çoğu zaman karşımıza Devletin Güvenlik Örgütlenmesi vb. kimliğiyle çıkar. Bu örgütlenme binlerce bağla toplumun dokusuna nüfuz eder. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkla birlikte, eşitsizliğin, adaletsizliğin, işsizlik ve yoksulluğun, yaygın olduğu bu ülkelerde klasik anlamdaki mafya da, kendine daha geniş bir hareket alanı bulur. Neredeyse her sokak bir çete grubuyla tanımlanır. Mafyanın önde gelen liderleri bu yaygın örgütleme içinden seçilerek, yetiştirilerek devletin güvenlik örgütlenmesine dahil edilir. Devletin güvenlik örgütüne dahil edilen bu mafyatik unsurlar devlet tarafından yürütülen operasyonlarda kullanılır. Bu yöntem, aynı zamanda, devletin bu operasyonlardan aklanmasını da sağlar. Açığa çıkan operasyonlar “mafyaya” mal edilerek, devletin kutsallığının yara alması önlenir. Hukuk sistemi, göstermelik parlamentolar güvenlik örgütünün aldığı bu tür kararları hiçbir biçimde sorgulayamazlar, ezkaza sorgulamaya kalktıklarında devletin gerçek yüzüyle karşı karşıya kalırlar.
Mafyayı kendi bünyesine katan devlet güvenlik örgütlenmesi, içerde ekonomiden siyasete tüm faaliyeti, dışarda istihbaratı ve askeri operasyonları organize eder, yürütür. Bu örgütlenmenin önemli bir özelliği ise emperyalist istihbarat ve operasyon örgütleriyle kurduğu ilişkidir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, ‘geri’ ülkelerde ekonominin finans ihtiyacı, normal prosedürle emperyalist devletler, İMF, Dünya Bankası ve benzeri finans tekelleri tarafından karşılanır. Finansal destek adı altında geri ülkelere verilen borç ve krediler aynı zamanda bu ülkelerin denetim altına alınmasının da ilk adımıdır. Bu adımı ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar izler. Bu yolla geri ülkeler kapitalist emperyalist sisteme eklemlenir. Finansal kredi musluklarının kısıldığı dönemlerde devlet ekonomideki tıkanıklığı aşmak için ihtiyaç duyduğu finansmanı, devlet güvenlik örgütlenmesinin bir aygıtı halinde örgütlenen bu yapıyla çözmeye çalışır. Bunun en bilindik yolu uyuşturucu ticareti ve kara para mekanizmalarıdır. Devlet güvenlik örgütünün devreye sokulmasıyla uyuşturucu ticareti klasik mafya faaliyeti olmaktan çıkar, devletin rutin faaliyetinin bir parçasına dönüşür. Uyuşturucudan elde edilen servetler, çeşitli yol ve yöntemlerle (vergi cennetlerinde kurulan paravan şirketler üzerinden gerçekleştirilen hayalî ihracat, ithalat, vergi iadeleri, “Varlık Barışı” vb. ) aklanarak ekonomiye dahil edilir.
Mafyatik devlet güvenlik örgütlenmesinin en önemli işlevlerinden biri de bu örgütlenmenin sürekliğinin sağlanmasıdır. Bunun için siyaset sürekli olarak bu örgütlenmenin müdahalesi altındadır. İktidarın ve muhalefetin sınırları çizilir, kimin nasıl iktidar olacağı belirlenir. Bu sınırların dışına çıkanlar en sert yöntemlerle – baskı, şiddet, şantaj, tutuklama, suikast vb.- cezalandırılır. Bu örgütlenmenin ülke içinde ekonomik ve siyasi istikrarı sağlamak için başvurduğu klasik söylem iç ve dış tehdittir. Aslında bu söylem, istikrarsızlığın arttığı dönemlerde istisnasız tüm burjuva iktidarların başvurduğu temel söylemdir. Geri ülkelerde ekonomik ve siyasal istikrar çok sık bozulduğundan bu argümanlar sürekli olarak canlı tutulur. Bu tehdidin ideolojik boyutunu koyu bir şovenizm ve anti komünizm oluşturur. Her devlet, kendine özgü, düşman dış devlet söylemiyle hem burjuva partiler arasındaki konsensüsü, hem de halkın desteğini sağlamaya çalışır. Güvenlik stratejisinde iç tehdidi; sınıf hareketi, ulus- devlet sınırları içerisindeki halklar ve azınlıklar oluşturur. Mevcut burjuva düzeni potansiyel ya da fiili olarak tehdit eden güçler olarak sınıf mücadelesi ve ulusal mücadeleler dış düşmanla irtibatlandırılır. Bu yolla ezilen ve sömürülen kitlelerin ayrışması, düşmanlaştırılması sağlanır. Olası ittifaklar, işçi sınıfından kopartılarak yalnızlaştırılır. Ayrıştırılan kitleler birbirinin karşısına konumlandırılır. Bunu sağlamada kullanılan temel argümanlar anti komünizm, ulus devletin bekâsı ve ulusal çıkarlardır.
Mafya mı Devlet, Devlet mi Mafya?
Dünden bugüne, bu topraklarda kriminal unsurların, devlet aygıtına eklemlenmesi oldukça eskiye dayanır. Daha geriye gitmeden, Osmanlının çöküşünün hızlandığı 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana bu alanda yaşananları şöyle özetlemek mümkündür: Yoğun olarak 1887’den başlayarak Osmanlı devleti bir yandan emperyalist müdahaleler, diğer yandan Kuzey Afrika ve Balkanlarda başlayan ulusal kurtuluş mücadeleleriyle cebelleşiyordu. Bu süreç esas olarak 1912-1913 sonunda (Trablus ve Balkan savaşlarıyla) bir sonuca bağlandı. Osmanlı Balkanlardan çekilmek zorunda kaldı, Kuzey Afrika’daki sömürgeler el değiştirdi. Osmanlı Trakya’nın küçük bir kısmına, Ortadoğu ve Anadolu’ya sıkıştı. Bu coğrafya içerisinde Osmanlının başını ağrıtan ana sorun Ermeni Ulusal Mücadelesiydi. Osmanlı Devleti 1891’de Hamidiye Alaylarını kurarak, Kürt ağalarını, Ermeni halkına karşı silahlandırdı. Bir soygun ve katliam düzeni kuruldu. Devletin zulmü ve katliamları bu örgütlenme eliyle yürütüldü. Ermeni halkı katliam ve sürgünlere tabi tutuldu, mallarına el konuldu, Kürt köylülerinin payına da bu soygun ve talandan zulüm ve baskı düştü.
1908’de İttihat ve Terakki’nin iktidara ortak olmasıyla birlikte, devlete bağlı bu mafyatik örgütlenmede kısa bir mola yaşandı. Hamidiye Alayları dağıtıldı. Kısa bir süre sonra dağıtılan Hamidiye Alayları’nın yerine Aşiret Süvari Alayları kuruldu. Katliam ve yağmalar sürdü. 1911’de İttihat Terakki’nin özel örgütü Teşkilat-ı Mahsusa devlet örgütü haline getirildi. Bu dönüşümle birlikte Teşkilat-ı Mahsusa eski işlevini (muhaliflere yönelik adam kaçırma, öldürme, suikast düzenleme vb. ) devlet bekâsı adına, genişleterek sürdürdü. Ulusal kurtuluş hareketleri ile mücadele amacıyla, Laz ve Çerkez kriminal unsurlardan (asker kaçakları, hapisten çıkarılanlar vb.) oluşturulan ve Al Xamsin (Elliler- elli kişiden oluştukları için bu ismi aldılar-y) adı verilen örgütler kurularak Teşkilat-ı Mahsusa’nın emrine verildi. Ermeni Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Ermeni ve Süryani halkına karşı pogromlar, katliamlar ve el koymalar bu örgütün denetimi altında yürütüldü. I. Emperyalist paylaşım savaşı ile birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’nın operasyonları artarak sürdü. Ermeni halkına karşı tehcir ve soykırım; devletin askeri güçleri Teskilat-ı Mahsusa ve ona bağlı kriminal çetelerce yürütüldü.
1920’de Mustafa Kemal önderliğinde toplanan Meclis (TBMM) ve temelleri atılan yeni cumhuriyet, bu geleneği Osmanlı Devleti’nden ve İttihat-Terakki’den devraldı. Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığında ilk işi Karadeniz boyunca bağımsızlık (özerklik) için mücadele eden Pontus hareketini durdurmak için harekete geçmek oldu. Karadeniz’de Pontus halkına karşı oluşturulan kriminal örgütlerin en tanınmış lideri Topal Osman’la Havza’da görüşerek onu Karadeniz’deki bütün çetelerin birleştirilmesiyle görevlendirdi. Böylece Ermenilerden sonra Pontus ve Kürt halklarına karşı katliamların ve tehcirin yolu açıldı.
Ermeni, Kürt (Koçgiri ayaklanması) ve Pontus halklarına karşı yürütülen katliamların örgütlenmesinde yer alan Topal Osman, 1912 Balkan harbine katıldı, yaralanarak topal kaldı. Memleketi Giresun’a döndü. Giresun belediye başkanını kovarak belediyeyi gasp etti. Çeteler kurarak Ermeni ve Pontus halkına karşı katliamlar örgütledi. Gerek savaş sırasında işlediği suçlar (ordudan buğday çalmak), gerekse savaş sonrası işlediği suçlarla ilgili olarak gıyabında ölüme mahkûm edildi. Yukarıda da belirtildiği gibi Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’le Havza’da görüştü, Mustafa Kemal’in girişimiyle Haziran 1919’da idam cezası kaldırıldı. Yeniden Giresun’a döndü. Giresun Müdafa-i Hukuk Cemiyetini kurdu. Trabzon hapishanesini bastı. Kriminal ve ırkçı unsurları, Ermeni-Pontus düşmanlığı, İslam’ın kutsalları ve el konulacak malların paylaşılması vaatleriyle bir araya toplayarak 42. ve 47. Alayları kurdu. Aynı dönemde yeni cumhuriyetin ilk ordusu olan Merkez Ordusu kuruldu. Başına Nurettin Paşa’nın atandığı Merkez Ordusu’nun görevi, Karadeniz’deki Pontus ayaklanmasının bastırılmasıydı.
1919 yılı başında özerklik talebi ile ortaya çıkan Pontus gerilla hareketi Samsun’dan Trabzon’a bölgenin tümüne yayılmıştı. Topal Osman’ın kurduğu 42. ve 47. alaylar, Merkez Ordusu komutası altında Pontus halkı ve gerilla hareketine karşı harekete geçirildi. Tüm savaş kurallarından tümüyle bağımsız olarak hareket eden bu alaylar, Rus ordusundaki Kazaklar’ın işlevini üstlendi; Pontus köyleri yakıldı, köylüler öldürüldü, mallarına el konuldu, gerillaların köyde kalan eşleri ve çocukları rehin alındı. Sırf Trabzon bölgesinde öldürülen Pontus’lu sayısı 65–70 bini buluyordu. Gerilla hareketinin daha etkili olduğu Samsun, Amasya ve Tokat bölgesinde ise yapılan katliamlar bunun birkaç katıydı. Hiçbir kural tanımayan bu katliamlar sonucunda gerilla hareketi yenildi. Gerilla hareketi ezildikten sonra, Genelkurmay belgeleri, öldürülen gerilla sayısını 11,118 olarak veriyordu (ölen Türk çetecilerin sayısı ise 1817). Bu bilgi, aynı zamanda, gerillanın, bölgede ciddi bir güç olduğunu da teyit ediyordu.
Sağ yakalanan gerilla ve köylüler için Amasya’da İstiklal Mahkemesi kuruldu. Gerillalar bu mahkemede yargılanarak, ölüm cezasına çarptırıldı. Pontus halkı 1914’den sonra 1920’de tehcire tabi tutuldu. Yüz binlerle ifade edilen Pontus’lu, Yunanistan’a sürüldü. Müslümanlığı kabul edenler ise bölgede kaldılar. Ermenilerden sonra Pontus sorunu da “çözülmüş” oldu, bir farkla ki, Pontus halkı tehcir sırasında Ermenilere yapıldığı gibi, katliama tabi tutulmadı.
Bu kez sırada Kürtler vardı. 13 Mart 1921’de Nurettin Paşa komutasındaki merkez ordusu ayaklanan Koçgiri’ye doğru harekete geçti. Nurettin Paşa, ayaklanmacıların uzlaşma önerisini reddetti ve saldırıyı başlattı. Binlerce direnişçi öldürüldü. Topal Osman alayları bu katliamlarda da iş başındaydı.
Topal Osman, Kasım 1920’de Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrıldı. Mustafa Kemal’in Muhafız Kıtası komutanlığına getirildi. Katliamlarını buradan sürdürdü. Mustafa Kemal’in 28 Kanunisani 1921’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ölüm emrini, Trabzon’daki Yahya Kahya çetesi tarafından yerine getirdi. Yahya Kahya konuşma ihtimaline karşı Mustafa Kemal’in yaveri İsmail Hakkı Tekçe tarafından öldürüldü. Topal Osman’ın son görevi, TBMM’de Mustafa Kemal’in aktif muhaliflerinden olan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi oldu. Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının katlinde, Mustafa Kemal’in parmağı olduğunu araştıran Ali Şükrü Bey kaçırılarak katledildi. Bu perde, katillerin katledilmesiyle kapandı. Topal Osman yaver İsmail Hakkı tekçe tarafından öldürüldü. Ölüsü başı kesildiği için ayaklarından asılarak idam edildi.
Artık yeni cumhuriyetle birlikte bu cumhuriyetin devlet yapısı da belirlenmiştir. Kapitalist devletin Yürütmeci biçimi olarak adlandırdığımız bu devlette, aygıtlar anayasalar, yasalar vb. tarafından sınırlanmış gibi görünse de bu sadece bir görüntüdür. Devlet aygıtı yasal olandan çok, yasa dışı olana dayanır. Aygıtın bu niteliği olağan dışı dönemlerde (ekonomik ve siyasi krizler) daha net bir biçimde görünür hale gelir. Mafya diye adlandırılan örgütlenme bu devlet aygıtının ihtiyaç duyulduğunda başvurulan bir aracı değil, bizzat bu aygıtın bir unsurudur.
Daha önceki süreçten devraldıkları ile cumhuriyetle birlikte kurumsal bir nitelik kazanan bu aygıt, dünden bugüne zaman zaman sarsıntıya uğrasa da varlığını güçlendirerek sürdürmüştür.
Bu yapılanmada dış düşman ülke içinde kalan çok az sayıdaki Ermeniler, Grekler, (daha geniş bir tanımla gayri-Müslimler) ve onların devletleridir. İç düşman işçi sınıfı, devrimci örgütlenmeler ve Kürtlerdir. Bu yapılanmanın ideolojisi devletin bekâsı, Türkçülükte ifadesini bulan şoven bir milliyetçilik, anti komünizm ve İslam’dır. Başlangıçta Türkçülük ön planda iken 1950’lerden sonra Türkçülük İslam’la sentezlenerek Türk-İslam sentezine, 1980 sonrasında ise İslam-Türk sentezine evrildi. Dış düşman söylemi bir yandan, burjuvazinin işçi ve emekçiler üzerindeki hegemonyasını pekiştirmenin aracı olarak kullanılırken öte yandan, burjuva partilerin arasında iç düşmana karşı konsensüsü sağlıyor. Halkın büyük bir çoğunluğu bu ideolojiyle biçimlenmiştir. Katliamlar, suikastlar, “faili meçhuller”, el koymalar, tehcirler vb. bu aygıt ve ideolojiyle süreklileştirilmiştir. Türk kapitalizmi sermaye birikimini büyük ölçüde bu el koymalardan sağlamıştır, sağlamaktadır.
Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesi ve özellikle 1960 darbesinden sonra bu mafyatik devlet yapısı yeni aygıtlarla takviye edildi. NATO’nun stratejik konseptine bağlı olarak Sovyet düşmanlığı ve anti komünizmin ilk sırayı almasıyla birlikte, kontrgerilla ve buna bağlı paramiliter gruplar örgütlenmeye başlandı. Bu paramiliter gruplar aynı dönemde kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri ve benzeri örgütlerin faaliyetlerinden devşirildi ve sisteme (Ordu, polis, istihbarat birimleri, kontrgerilla, yargı, bürokrasi, medya vb.) entegre edildi. Milli Güvenlik Kurulu hiçbir yasayla sınırlı olmayan bu oligarşik yapının bilinen ve görünen yüzüdür. Alınan kararlar bu Kurulda onaylanarak, belirli bir işbölümü çerçevesinde uygulamaya konulur. Bu yapı, 70’li yıllarda sendikacılara, devrimci parti ve gruplara, Alevilere, Kürtlere karşı yoğun olarak kullanıldı. Sendikacılar ve devrimci liderlere karşı suikastlar, faili meçhuller, Kanlı Pazar, 1 Mayıs, Çorum, Kahramanmaraş toplu katliamları vb. bu dönemde bu mafyatik yapının gerçekleştirdiği operasyonların bir kaçıdır. NATO ve ABD’nin aktif katılımıyla yürütülen bu terörden, bu yapıyı kısmen de olsa deşifre etmeye çalışan burjuva kişi ve kurumlar da nasibini aldı.
Bu dönem aynı zamanda devletin ve burjuvazinin sermaye ihtiyacını sağlamak üzere el koymaların, uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve kara para dolaşımının da yoğunluk kazandığı bir dönemdir.
70’li yıllar aynı zamanda, gelişim süreci içinde proletaryanın olgunlaştığı, tarihinin en büyük başkaldırısını gerçekleştirdiği, ekonomik mücadelesini geliştirdiği, politik mücadeleyle birleştirdiği, yığınsal olarak politik mücadeleye yöneldiği, sınıf mücadelesinin gençlikten, küçük burjuvaziye, bütün ezilenleri kapsadığı, burjuva devletin çürüme ve çözülme dönemine girdiği, burjuvazinin yönetemez duruma düştüğü yıllardır. Buna karşın işçi sınıfı ise kat ettiği yola rağmen iktidara uzanacak bilinç ve örgütlülükte değildi. Bu paradoks, 12 Eylül ile çözüldü. Burjuvazi, devrimci hareketi ve işçi sınıfını ezerek, yönetemezliğine son verdi. Sermayenin yeniden yapılanması, bu yeniden yapılanmaya uygun olarak toplumsal ve siyasal alanın yeniden örgütlenmesi, devlet terörü, işçi hareketinin yenilgisinin yarattığı ideolojik savrulma, politik ve örgütsel dağılma üzerinde oturdu. Kapitalizmin uluslararası iş bölümünün gereklerine uygun olarak, ekonominin sisteme tam entegrasyonu sağlandı. Devletin baskı kurumları olan ordu ve polis, emperyalist savaş, iç savaş konseptine uygun olarak yeniden organize edildi.
Türkiye bu re-organizasyon ile kapitalizmin yeni uluslararası işbölümüne, eski işbölümünü bünyesinde saklı tutarak; ithalata dayalı, ihracata yönelik bir ekonomik modele (parça ve yığınsal meta üretimiyle) entegre oldu. Emperyalist tekellerin çevresinde satın alma, ortak olma, know-how, patent, tedarikçi anlaşmaları yoluyla bir “taşeron” sermaye oluştu. Bu yeni yapıyla Türkiye bölgede emperyalist tekellerin bir üretim ve dağıtım üssü olma olanağını elde etti.
Ekonominin sisteme tam entegrasyonu, ucuz işgücü, işçi hareketinin ezilmesinin yarattığı güvenli ortamda ülkeye dışarıdan mali sermaye akışı da hızlandı. Mali sermaye akışıyla birlikte sermayenin el değiştirme, merkezileşme düzeyi büyüdü. Bütün geri ekonomilerde görülen emlak rantına (inşaat sektörü vb.) dayalı büyüme ekonominin lokomotif gücü haline geldi. Bu dönem aynı zamanda Türkiye’de özelleştirmelerin hız kazandığı bir dönemdir. Rantın büyümesi, rant paylaşım savaşlarının büyümesini, bu da sokak çetelerinin (çek-senet mafyalarının) çoğalmasını koşullandırdı. Büyüyen rekabet ve rant kavgasının ihtiyaç duyduğu sermaye, devlet aygıtının devreye girmesi ile karşılandı. Uyuşturucu ve kara para ticareti öncesiyle kıyaslanamaz boyutlara ulaştı. Bu faaliyetlerde bulunan sokak çeteleri devlet örgütlenmesi içine çekilerek denetim altına alındı.
12 Eylül’de aldığı ağır darbelerle işçi hareketi ve devrimci hareketler gerilerken, Kürt Ulusal Hareketi önemli bir atılım gerçekleştirerek büyümeye başladı. Ulusal mücadeledeki bu büyümeyi engelleme girişimi devletin yeniden örgütlenmesine taşındı. Orduda, poliste, jandarma ve MİT’te PKK ile mücadele özel birimleri oluşturuldu. Bu birimlerin en bilineni, Kürt halkına karşı katliamları, faili meçhulleri, işkenceleriyle gündeme gelen JİTEM’dir. Kürt halkı ve ulusal hareketine karşı sürdürülen bu haksız ve kanlı savaş 80’li ve 90’lı yıllar boyunca aralıksız sürdürüldü. 2000’li yılların başındaki kısmî gerileme, “çözüm sürecinin” bitirilmesi ile yeniden ivme kazandı.
Bu kanlı terörün diğer bir boyutu da devlet aygıtına yerleştirilen özel birimlerin aynı zamanda büyüyen rekabet ve rant savaşına da dahil olmaları, uyuşturucu ve kara para ticaretini bizzat yönetmeleridir. Bu faaliyetler, burjuva ideolojisinin temel biçimi olan milliyetçilikle (devletin bekâsı, vatan, bayrak vb.) örtülmektedir. Büyüyen rant kavgasının kaçınılmaz sonuçlarından biri de devlet aygıtındaki bu özel birimlerin kendi aralarında ve kendi içlerindeki hesaplaşmalardır. Devletin yasadışı faaliyetlerinde emri verenle emri yerine getiren arasında, daha önce yaşanan deneyimlerden kaynaklanan güvensiz bir ilişki vardır. Emri yerine getiren herhangi bir durumda giyotine gönderilebileceğini, emri veren ise, verdiği emrin ilerde kendi aleyhine kullanılabileceğini bilir. Bu yüzden emir erleri ölüm listelerinde yer almaktan kurtulamazlar. Ya Topal Osman örneğinde olduğu gibi, kafaları koparılır, ya öldürülerek ormana bırakılır, ya kalp krizi geçirirler, ya da banyoda ayakları kayıp ölürler. 90’lı yıllarda “Kürt işadamlarının”, Yeşil’in, Hıram Abbas’ın, Cansever’in ve daha nicelerinin başına gelenler, tam da budur. Bütün bunlar; ortada devleti ele geçiren bir mafya olmadığını, devletin bizzat kendisinin mafyatik bir karakter taşıdığını doğrular. Burjuva kalemşörlerin derin devlet, mafya- siyaset ilişkisi olarak nitelendirip devleti kutsamaları bu gerçeği değiştirmez.
“Kral Çıplak”
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana yukarda ana çerçevesi çizilen mafyatik devlet örgütlenmesi ve bunun sonuçları ile ilgili binlerce kitap yazıldı, binlerce belge ortaya konuldu, fakat bunların hiçbiri Sedat Peker’in ifşaatları kadar etkili olmadı. Videoları yüzbinler tarafından bir dizi izler gibi izlendi. Bunun nedenlerinden birisi, bu ifşayı gerçekleştirenin bizzat bu devlet yapısının içinden gelen biri olması, sadece karşısına aldıklarının yaptıklarını değil, kendi yaptıklarını da samimi bir üslupla anlatması, şimdiye kadar devletin aygıtları içinde yer alıp dışlananlardan farklı bir yol izleyerek, ‘açıklarım, açıklayacağım…’ demeden doğrudan ifşaatlarda bulunmasıdır. Peker’in inandırıcılığının önemli bir yanı da, onun kısmen de olsa kendi yaptıklarını da açıklamasıdır. AKP’li bir milletvekilinin ricasıyla yine AKP’li eski bir milletvekilini karakolda dövdürdüğünü, yine milletvekili ricasıyla Hürriyet gazetesini bastırdığını, seçim döneminde AKP’li adayların arabalarına çantalarca para bıraktığını, AKP’nin Almanya’daki örgütlerine para aktardığını açıkladı. Şüphesiz bunlar Peker’in yaptıklarının binde biri bile değildir. Ama yine de onun söylediklerinin izlenmesinde etkili olmuştur. Bir diğeri de son otuz yıldır yaşananların, kitlelerde biriktirdiği öfke ve çaresizliğin adeta sözcüsü gibi algılanmasıdır.
İfşaatları toplumda bu kadar ilgi uyandıran Sedat Peker kimdir. Kimilerine göre Peker sokak çetesi, mafya, uyuşturucu baronu, işadamı, pislik vb. dır. Kendi anlatımıyla sokaklardan geldi. Milliyetçi ve Turancı. Sokaklardan gelen biri olarak pek çok işe (çek-senet tahsili, emlak rantı, el koymalar vb. ) bulaştığı açık. Yine kendi söylemiyle hiç uyuşturucu satmamış. Ama açıklamalarından; sokaktan devlet aygıtına terfi ettiği, devletin yasadışı işlerinde yer aldığı, uyuşturucu ve kara para ticaretinde önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyor.
Peker kendisinin kim olduğunu ilk videosunda açıkladı. MİT’te, Emniyet’te ve Jandarmada çalıştığını söyledi. Sokaktan devlete ne zaman terfi ettiğini açıklamadı, ama bu terfiyle kendisini entelektüel olarak geliştirdiği de bir gerçek. Kısaca Peker, ona atfedilen bütün sıfatlarla devletin dışında değil, bizzat devletin kendisidir.
İkinci soru, neden ifşaatlarda bulunduğu sorusudur. Bu sorunun kişisel, ailesel ve siyasi nedenleri var. Ailesiyle ilgili olanlara hemen her videosunda değiniyor. Kişisel nedenlere gelince dışlanarak rütbe, güç ve gelir kaynağını kaybetti. Bu ikisi Peker’in öfkesini açıklıyor. Asıl neden ise siyasidir. Anlatımlarından Peker’in Erdoğan sonrası dönemin dizaynında önemli bir figür olduğu anlaşılıyor. Süleyman Soylu’nun otuz yıllık yatırımı olduğunu söyledi. Soylu’yu Erdoğan sonrasına hazırlamak için başta Berat Albayrak olmak üzere birçok odakla mücadele etti. Ancak Soylu, Erdoğan sonrası döneme hazırlanırken kendi geçmişini temizlemek ya da başka nedenlerle Peker’i silince, savaş yeni bir boyut kazandı. Geri dönüş bileti Peker’in tutuklanma, yok edilme biletine dönüştü. Tutuklanma ya da öldürülme endişesiyle Balkanlarda birçok ülkeden çıkmak zorunda kaldı. Bu durum, Peker’in karşısındaki cephenin birleştiğini ve ona ifşaat dışında bir yol bırakmadığını gösteriyor. Böylece Peker ile karşıtları arasında savaş stratejik bir boyut kazandı. Peker kendi deyimiyle düşmanlarını parça parça koparmaya başladı.
Peker’in videolarda açıkladığı olay, olgular ve kişiler belirli bir çevre (gazeteciler, araştırmacılar, vb.) için, bazı ayrıntılar hariç, bilinmeyen şeyler değildir. İfşaatlarına Derin Mehmet olarak isimlendirdiği Mehmet Ağar’la başladı. Mehmet Ağar’ın oğlu AKP milletvekili Tolga Ağar’ın bir gazeteciye tecavüz ettikten sonra öldürttüğünü, yer ve diğer ayrıntıları vererek açıkladı, Ağar’ın Bodrum marinaya “çöküş hikayesini anlattı. Bu açıklamalar Ağar’ın hala devlet içinde önemli bir mevkide olduğunu gösteriyor. Peker’in bu açıklamalarından sonra Ağar ve oğlu marina yönetiminden istifa etti. Cinayet dosyasına ise henüz dokunan olmadı. Tolga Ağar hala AKP milletvekili olmaya devam ediyor. Sıra Soylu’ya geldiğinde, Soylu’nun emniyet, jandarma ve sahil güvenlikte dukalık kurduğunu, ikisi beraber, Berat Albayrak ve Davutoğlu’nu nasıl denklem dışında bıraktıklarını, Soylu’nun FETÖ borsasını nasıl yönettiğini, FETÖ suçlamasıyla işadamlarını köşeye sıkıştırıp para ve mallara el konulduğunu, Silivri Emniyet Müdürü’nü nasıl intihara sürüklediğini açıkladı. 7 Haziran’dan sonra olanlara, bombalamalara, Kürt halkına yönelik saldırılara henüz girmedi. Girebilir mi göreceğiz. Peker bütün bu ifşaatlar sırasında Erdoğan’ı işin içine katmamaya büyük bir özen gösterdi. Devletin kutsallığına dokunmadı.
Peker’in ifşaatları arasında özellikle dördü, devletin karakteri hakkında net bir bilgi içerdikleri için önemlidir. Bunlardan birincisi Yalıkavak Marina ile ilgili söyledikleridir. Milli Emlak’tan 49 yıllığına kiralanarak üzerine kurulan Marinayı Mübariz Maksimov ve Ortağı Anar Alizade, Cefi Kahmi’den satın aldı. Maksimov ve ortağı, Azerbaycan petrol şirketi SOCAR ve Rus Lukoil’in Türkiye dağıtıcısı. SOCAR Azerbaycan devlet başkanı İlham Aliyev’le bağlantılı ve Aliyev ile Erdoğan arasındaki ilişki biliniyor. Rant kavgası sonucunda petrol dağıtımı Maksimov’dan alındı. Lukoil dağıtımı, Erdoğan’ın yeğeninin eşi Serdar Ekşioğlu’na , SOCAR’ın dağıtımı da Rus oligark Anar Alizade’ye, eski soy ismiyle Aliyev’e kaldı. Bu el değiştirme sırasında Peker’in deyimiyle Marina’ya çöküldü. Maksimov’a göre; Marina’daki hisselere, değerinin çok altında bir bedelle diğer ortak Alizade tarafından el konuldu. Bu “çökmede” Peker, Ağar’ın önemli bir rol üstlendiğini söylüyor. Bu sırada “Derin Mehmet”, oğlu milletvekili olunca onun yerine Marina yönetimindedir. Peker’in iddiaları üzerine Ağar yaptığı açıklamada “Burası Türkiye’nin döviz basan makinesidir. Buraya prensler, krallar, devlet liderleri yatlarıyla gelir. Biz burada olmazsak mafya buraya çöker” diyerek kendini savundu.
Buraya kadar ki olaylar bir mala “çökme” olayı gibi görünüyor. Ama öyle olmadığı Peker’in sonraki videolarında ortaya çıkıyor. Peker sonraki videolarında iki uyuşturucu güzergâhını açıkladı. Bunlardan biri İran üzerinden, Mersin limanı ve Sabiha Gökçen’e, oradan Avrupa’ya uzanıyor. Bu eroin güzergahıdır. Buradan gelen gelir Türkiye ve İran arasında bölüşülüyor. İkinci güzergah, kokain güzergâhı, Kolombiya, Venezuela, Dominik üzerinden İzmir limanına geliyor, ordan Ortadoğu’ya dağıtılıyor. Peker bu güzergahın Lazkiye’ye kadar uzandığını söylüyor. Peker’in ifşaatları bununla kalmadı. Kokainin eski başbakan Binali Yıldırım’ın oğlu Erkan Yıldırım’ın gemileri ile taşındığını, hatta varış hedefi Türkiye olan 4,9 ton kokainin Kolombiya’da yakalanmasından sonra Erkan Yıldırım’ın yeni bir güzergah oluşturmak için Venezuela’ya gittiğini açıkladı. Binali Yıldırım, oğlunun Venezuela’ya maske dağıtmak için gittiğini söyleyerek aklamaya çalıştı. Marina’nın önemi bu noktada ortaya çıkıyor. Marina’ya “prensler, krallar yatlarıyla geliyor.” Kokain bu yatlarla dağıtılıyor. “Döviz basma makinesi” durmadan işliyor. Ama kokain yakalanınca duracak değiller, memleketi kurtaracak döviz makinesini çalıştırmak için kolları sıvamak, yeni güzergahlar bulmak gerekiyor. Bu iş de vatan, millet adına “Derin” Ağar ve Erkan Yıldırım’a düşüyor.
İkincisi Suriye’ye yapılan silah sevkiyatı ile ilgili verdiği bilgilerdir. Suriye’de 2011’de olaylar başladığında ABD ve Türkiye, ayaklanan cihatçı örgütleri eğit-donat kapsamına aldıklarını duyurdu. Finansmanı ise Katar ve S. Arabistan sağladı. Çeteler Türkiye’de eğitilip donatıldı. Suriye’ye silah taşıyan MİT tırlarının yakalanmasından sonra silah sevkiyatını Peker üstlendi. Suriye’ye silah, cephane ve yardım malzemesi taşıyan tırlar gönderildi. Peker silah sevkiyatı sırasında kendi tırlarına SADAT’ın silah dolu tırlarının eklendiğini ve bu silahların doğrudan El Nusra’ya gönderildiğini açıkladı. SADAT kendilerinin silah sevkiyatı ile bir ilgilerinin olmadığını belirttiği açıklamasında Suriye’ye silah sevkiyatı yapıldığını kabul ediyor.
SADAT, 1996’da yaş nedeniyle emekliye ayrılan Adnan Tanrıverdi’nin kurduğu, yurt dışından silah almak-satmak, asker eğitmek, üzere kurulmuş özel bir güvenlik şirketi. Türkiye’de topladığı kişilere gayrı-nizami harp eğitimi verdiği, bu amaçla Konya ve Tokat’ta kamplar kurduğu biliniyor. Bu kamplarda Suriye dışında Endonezya, Malezya, Sudan, Afganistan vb. ülkelerden gelen kişiler de eğitiliyor. Bir dönem Erdoğan’ın da baş danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, bu faaliyetlerin amacını başkenti İstanbul, dili Arapça olan birleşik bir İslam devleti kurmak olarak açıklıyor. Tanrıverdi’nin bu girişimi, devlet bünyesinde paramiliter bir gücün oluşturulduğunu gösteriyor. Peker’in Türkiye’de Alevi ve Kürtlere karşı pogromların yapılabileceğinden hareketle kendi yandaşlarını uyarması muhtemelen SADAT’ın bu faaliyetlerine yöneliktir. Peker’in açıklamalarının yanı sıra Suriye’deki cihatçı gruplara silah satışı Ukrayna’da gazetecilere konuşan MİT subayı Gökhan Nuri Bozkır’ın açıklamalarıyla da doğrulandı. Bozkır, Ukraynalı bir gazeteciye yaptığı açıklamalarda MİT adına eski sosyalist ülkelerden silah topladığını ve bu silahları Suriye’deki gruplara gönderilmek üzere Türkiye’ye gönderdiğini, toplanan silahların parasının Katar tarafından ödendiğini açıkladı.
Suriye’ye silah sevkiyatının başka bir boyutu da silah karşılığında, Suriye’deki cihatçı gruplarla yapılan ticaretle ilgilidir. Peker’in verdiği bilgilere göre silah karşılığı ticaret (petrol, ikinci el araba, hurda demir, alüminyum vb.) şöyle işliyor. Ticaret yapacak olan önce Cumhurbaşkanı İdari İşler Başkanlığına (Metin Kıratlı’ya) başvuruyor, oradan olur aldıktan sonra, Ethem Sancak’ın yeğeni Murat Sancak ve Ramazan Öztürk’e gidiliyor, sonra El Nusra iktisat işleri sorumlusu Ebu Abdurrahman’la görüşülüp işlem tamamlanıyor. İddiaya göre bütün bu süreç Berat Albayrak’ın denetiminde gerçekleşiyor. Bu bilgi Wikileaks belgelerinde de yer aldı. Parasal işlerle ilgili başka bir bilgi de Libya ile ilgili. BM’nin tanıdığı Libya Hükümetinin başbakanı Serrac, Türkiye’de yapılan özel görüşmede Erdoğan’ın Serrac’dan beşli çete olarak anılan Limak, Kolin, Cengiz, Kolin, ve Makyol holdinglerine ihale verilmesini istediği, bunun Libya hükümetinde tepki yarattığı ve Serrac’ın istifa etmek zorunda kaldığıdır. Anlatımı sırasında Peker; para milletten, ölen bizim asker, kazanan onlar diyerek öfkesini dile getirdi.
Üçüncüsü, Bodrum’daki Paramount Hotel ile ilgili anlatılanlardır. Otel devletten 49 yıllığına kiralanan arazi üzerine Atilla Uras tarafından inşa edildi. Rus baronu Botır Rakhimov oteli kiralamak istiyor. Atilla Uras’ın şaibeli ölümü üzerine otele “çöküyor”. Rakhimov, oteli bir şekilde Sezgin Baran Korkmaz’a kiralıyor. S. Baran Korkmaz, ABD’de hazineyi 500 milyon dolar dolandırmaktan dolayı aranan biri. Türkiye’de fabrika alıp satıyor, Robin Hood’çuluk yapıyor. Demirören gibi, otelin emanetçisi olduğu söyleniyor. Baran hakkında Türkiye’de kara para ticareti nedeniyle araştırma başlatılıyor. Mal varlığına tedbir konuluyor. Peker’in verdiği bilgiye göre Soylu, Baran Korkmaz’ı İçişleri Bakanlığı’na çağırıyor. Baran ile Soylu arasında Erdoğan’ın da haberdar olduğu İnan Kıraç’la olan 45 milyon dolarlık bir borç-alacak meselesi konuşuluyor. Bu konuşma sonrasında Baran’ın mal varlığı üzerindeki tedbir ve yurtdışı yasağı kaldırılıyor. Baran’a yurt dışına çıkması söyleniyor. Bu işlemleri yürüten İstanbul Cumhuriyet başsavcısı İrfan Fidan Anayasa mahkemesi üyeliğine, başsavcı yardımcısı ise Adalet bakanı yardımcılığına terfi ediyor.
Bu otelin çökülmüş bir mal olmanın dışında çok önemli bir özelliği var. Otel özelliği devletin altın çocuklarının hem eğlenip hem yaptıkları işleri gözden geçirdikleri, yeni iş paylaşımlarını yaptıkları ve ganimeti paylaştıkları bir yer olmasından geliyor. Otel tıpkı bir karargah gibi. Kimler yok ki, üst düzey yargı, emniyet, istihbarat mensupları, ünlü avukatlar, gazeteciler, işadamları, kısaca bizim, başka isim bulamadığımız için, mafyatik devlet olarak isimlendirdiğimiz devletin emir erleri. Hepsi ‘devletin bekâsı’ adına her şeyi yapmaya hazır.
Dördüncüsü ve en önemlisi; Peker’in Ağar ve ekibinin doksanlı yıllardaki eylemlerinden söz ederken açıkladıklarıdır. Peker o yıllarda öldürülen Kürt “işadamlarının” (Behçet Cantürk, Savaş Buldan ve diğerleri) öldürülme kararlarının Milli Güvenlik Kurulu’nda alındığını açıklayarak devletteki işleyişiyle ilgili çok önemli bir ifşaatta bulundu. Bu ifşaat bugüne kadar her faili meçhulü, halklara karşı yürütülen her pogromu, her işkenceyi derin devlete bağlayarak devleti aklamaya çalışan, devleti kutsayan sağ ve liberal sol anlayışa Peker’in indirdiği bir darbedir. Peker burada da kalmadı, Uğur Mumcu suikastında Mehmet Ağar’ın rolü olduğunu imha ederek 90’lı yıllarda ve ondan sonrasındaki bütün faili meçhullerin Milli Güvenlik kararıyla gerçekleştiğini dolaylı bir biçimde de olsa ifşa etmiş oldu. Bunu somut bir örnekle de ortaya koydu. Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in, Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın öldürülmesi için kendisinden bir tetikçi istediğini, kardeşi Atilla Peker’i tetikçi olarak Korkut Eken’e verdiğini itiraf etti. Bu itiraf, hem Atilla Peker, hem o dönemde Kıbrıs’ta Sivil Savunma Dairesinde çalışan Albay Galip Mendi, hem de kısmen de olsa Korkut Eken tarafından ( Korkut Eken Atilla Peker’le Kıbrıs’a gittiğini kabul etti) doğrulandı. Ama buna rağmen Ağar da Eken de bundan dolayı herhangi bir soruşturmaya tabi tutulmayacaklarını biliyor. Çünkü onlar da çok şey biliyor. Sedat Peker, girdiği bu yolda ne kadar ileri gidecek, daha neleri ifşa edecek yaşayarak göreceğiz.
Türkiye devrimci hareketi Sedat Peker’in bugün kısmen açıkladığı şeyleri yüz yıldır söylüyor. Devletin Ermenilere, Pontuslara, Kürtlere, azınlıklara, komünistlere, hatta işlediği suçları kıyıdan köşeden eşeleyen liberallere neler yaptığı üzerine sosyalistler, komünistler olarak, yeterli olmasa da, sürekli ifşaatlarda bulunduk Ama ne yazık ki, devletin ekonomik ve siyasi bir krizin içinde debelendiği bugün kendi söylemimize hakkıyla sahip çıkacak durumda değiliz. Biz de tıpkı öfkeli ve çaresiz işçi ve emekçiler gibi, Peker’in ifşaatları ve bunun yol açacağı muhtemel sonuçları film izler gibi izliyoruz. Hep aynı türküyü söylemeye devam ediyoruz! Yine hazırlıksız yakalandık! Ne zamana kadar?