Yan yana upuzun
Boylu boyunca
Tepeden tırnağa kan,
Yiğitler ki, her biri bir parça vatan
Gözlerinde bir küfür kavgası
Ana avrat
Ah ulan…
Ahmet Arif
68 Hareketi, evrensel ölçekte kitleselliğinin yanı sıra, ülkelerin sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak, değişik coğrafyalarda farklı yansımalar ve farklı algıların koşullandırdığı devrimci tonu farklı eylemliliklerin hayat bulduğu, toplumların yaşamlarında derin izler bırakan bir dönemin adıdır aynı zamanda. Bu hareket Türkiye’de, birçok ülkeden farklı olarak, salt özgürlük isteği ve hak arama çerçevesinin dışına taşmış, doğrudan ve kısa zamanda düzen karşıtlığı niteliği kazanarak devrimci bir atılıma dönüşmüş, birçok iç ve dış dinamiğin etkileşimiyle ülke tarihinde daha öncesinde görülmemiş bir siyasal hareketliliği öncelemiştir. Bu döneme damgasını vuran siyasal mücadele, örgüt ve liderleri, liderlerin o güne kadar alışılmışın dışında söylemleri ve işaret ettikleri hedeflere girmeksizin bu yazıyla, “ser verip sır vermeyen” devrimci İbrahim Kaypakkaya’yı anarken asıl anlatılmak isteneni anlaşılır kılmak adına biraz gerilere gitmek gerekiyor.
Soğuk savaş döneminin dünya devrimci hareketinin yaşam kanallarına akıttığı zehrin elimine edilmesi bir yana; özellikle, SBKP’nin XX. Kongresi’nde, geçmişten gelen birikimlere yenilerinin eklemlenmesinin tetiklediği ani bir ivmelenmenin neden olduğu karşı devrimci provokasyondan sonra, hem Marksist teoride hem de onun pratiğe uygulanışında dünya komünist hareketi liderliğinin aldığı tutum, komünist hareketin saygınlığının zedelenmesi ve giderek dağılmasına kadar varan sonuçlar doğurmuştur. Hareket, zaman içerisinde, çoğunlukla ideolojik meselelerden kaynaklanmayan bazı nedenlerden dolayı Moskova ve Pekin merkezli olarak bölünmüş, bunun doğal sonucu olarak, emperyalistlerin yakaladıkları gediklere abanmasıyla sürekli kenara doğru kaçmayı aklında tutan güreşçi, yüz kızartıcı bir yenilgi neticesinde minderi büsbütün terk etmiştir.
Savaş sonrasında birçok Doğu Avrupa ülkesinin sosyalist kampta yer alması, 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, devrimi geliştirme ve yayma noktasında, beklenenin çok üstünde fırsatlar yaratmışken, mevcut yapılardaki ayrılık noktaları körüklenmiş, teori ile özgün pratik arasındaki ayırımı silikleştiren günü kurtarma politikaları galebe çalmıştır. Devrimin geleceğini güvence altına alacak önlemler yerine hayatın özünden kopuk, devrimci tonu minimize edilmiş söylem ve uygulamalarla bu ayrılık noktaları giderek çatışma boyutuna varmış ve dünya devrimi savaşının amiral gemisi olması gereken evrensel çapta bir komünist birlik oluşturamamıştır.
Çin Devrimi, yenilgilere, hüsranlara, hayal kırıklıklarına, ölüm ve katliamlara rağmen gerçekleşmiştir. Ulusal burjuvazinin, doğası gereği giderek emperyalistlerle iş birliğine kadar varan ihanetiyle, Çan-Kay Şek’in devrime ve devrimcilere karşı yürüttüğü zalimane kıyımlarla dolu uzun bir mücadele sürecini, on binlerce kilometrelik “Uzun Yürüyüşü” geride bırakmıştır. Komintern’in devrimin çözümlenmesine yönelik gerçekçi olmayan politikaları ile düşman arasına sıkışmasına rağmen zafere ulaşan Çin Devrimi’nin emperyalist kampta yarattığı moral bozukluğu kayda değerdir. Az gelişmiş ülkelerdeki devrimci hareketler dışında sosyalist bloğun yaşayamamış olması paradoksunu anlamak ve anlatabilmek bugün bile kolay olmamaktadır. Geçmişi, devrim günlerine kadar uzanan Sovyet-Çin anlaşmazlığı, zaman içerisinde başka sorunların da eklemlenmesiyle kartopu gibi büyümüştür. Aldığı boyut komünist hareket açısından içinden çıkılmaz bir büyüklüğe ulaşmış ve yarattığı bozucu etkiyle olağanüstü talihsiz bir hal alarak köprülerin tamamen atılmasına kadar varmıştır.
Sorun tek boyutlu, tek merkezli değildir. Sorunlar sadece ideolojik veya siyasal bakış açılarındaki farklılıklardan ve tek tarafın tasarrufundan da kaynaklanmamaktaydı. Hatta çoğu zaman ideolojik ve siyasal kaygılar, gündelik pratik çıkarlar ve “güvenlik” gerekçeleriyle perdeleniyordu. Bu çatışmanın çok boyutlu bir analizinin yapılacağı yer bu yazı değildir. Ancak, dünyaya gözlerini yeni açmış Çin Devrimi’nin, bebeklik çağında iken SSCB’den, ihtiyaç duyduğu desteği ve güvenli dostluğu görememiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı şekilde; Pekin’in de daha çok batılı kaynaklardan beslenen birçok kanala dayanarak SSCB’ye ölçüsüzce yüklenmesi, giderek Sovyetleri ikinci büyük “emperyalist güç” olarak etiketlemesi ve “Üç Dünya Teorisi” ni ortaya atması, objektif olarak çok yönlü emperyalist saldırıların bir ayağını oluşturmaktan başka bir yarar sağlamamaktadır.
SSCB-Çin anlaşmazlığının aslında II. Dünya Savaşı’nın Yalta Konferansı sonuçlarına kadar uzandığını söylemek, spekülasyonun ötesinde, devamında gelişen bir dizi olayı neden – sonuç ilişkisi içinde çözümleyerek ulaşılabilecek, bir gerçekliktir. Gerek Milliyetçi Çin’in varlığı, gerekse emperyalist ülkelerin Hindiçin ve Kore’deki askeri gücünü garanti altına alması, ABD’nin bölge denizlerinde ve limanlarındaki rakipsiz ve tartışılmaz hegemonyası, devrimci mücadelesini zafere taşımakta olan Çin açısından açık tehdit anlamı taşıyordu. SSCB, “uluslararası dengelerin bozulmaması” gerekçesiyle Çin’in güvenliğe ve işbirliğine yönelik taleplerine sırt çevirmeyi günün reel politikası olarak belirledi. Ancak, taleplerinin arka plana itilmesi veya hiç duymazdan gelinmesi, Çin yönetiminin hafızasında hacmi daha sonra anlaşılacak derin izler bırakmıştır. Kruşçev döneminde özellikle, Çin’in nükleer ve uzay teknolojileri konularındaki iş birliği ve yardım isteklerinin SSCB tarafından reddedilmesi, 1959 da “Ulusal Savunma İşbirliği Antlaşması”nın tek taraflı olarak SSCB tarafından feshedilmesi ve 1960’ da Kruşçev’in Çin’de bulunan tüm Sovyet teknik personelini geri çağırmasıyla bu hafıza tazelenmiş ve oku yaydan fırlatmıştır. Her iki tarafın artık şirazeden çıktığı bu dönemde sağduyunun yerini hesapsız kitapsız feveranlar almış, komünist dayanışma yerini açık düşmanlığa bırakmıştır.
Öteden beri, Stalin dönemi de dahil olmak üzere, SSCB’ nin Pekin’e, Pekin’in Moskova’ya bakışında yoldaşlık ruhuyla bağdaşmayan daha pek çok ayrılık ve aykırılık noktaları olduğu bilinen somut bir gerçeklik ise de, bu yazının amacının dışında olduklarından detaylarına girilmeyecektir. Ancak bunlardan bir tanesi, Çin’in düşmanlık barajının kapaklarını ardına kadar açmasına neden olmuştur:
1963 yılına gelindiğinde, Çin’in kendi olanakları ile nükleer teknoloji ve balistik füze imalatı konularında hatırı sayılır derecede ilerleme kaydettiği biliniyordu. Buna rağmen,tam da Çin’in “ayrılıkların ortadan kaldırılabileceğini söylediği ve buna hazır olduğu” nu belirttiği günlerde, SSCB-ABD-İngiltere, nükleer silahların yayılmasını, kuşkusuz mevcutlarının garanti altına alınması koşuluyla, yasaklama anlaşması imzaladılar.Artık Çin için SSCB, ABD’ den daha net ve daha açık bir düşmandan başka bir şey değildir.
Diğer yanıyla ele alındığında, SSCB politikalarının yalnızlaştırma ve yabancılaştırma etkileri ölçeğinde Çin cephesinde de benzer taşkınlık ve şuursuz saldırılar ardı ardına su yüzüne çıkmıştır. Ülke koşullarının, çok zor görevlerin kotarılmasındaki negatif basıncı altında yol aramaya çalışan Çin devrim liderliği, zamanla, bazı pratik zorunlulukları teori katına yükselterek Marksizm-Leninizm’e “MZD”, Mao Zedung Düşüncesi adı altında “katkı” sunarak bunu, Marksizm-Leninizm’in “üst aşaması” olarak piyasaya sürmüştür. Özellikle Kruşçev dönemindeki sağ politikalara endeksli ve oportünist bir iştahla teorinin ucuna alelacele yamaması ile benmerkezci bayağı bakışı, “ gerçek sosyalizm” olarak tahvil etti. Bugün bile bir çok ülke için geçerli tek çözümleme olan silahlı halk savaşı ve devrimi yayma stratejisi, Çin tarafından desteklenen yegâne gerçekçi politikaydı. Bu enternasyonalist, stratejik önermeler, Marksist teorinin revizyonuna kadar uzanan eklektik, bilimsel içeriği kıt, yanlışı yanlışla boğma anlayışının hakim olduğu söylemlerin kuru gürültüsü altında, beklenen etkiyi ve hedeflenen başarıyı göstermekten uzak kaldılar.
Sovyetler cephesinde, Çin Devrimi’ne olan sempati bu egosantrik bakış açısının yarattığı karşıtlığın karanlık sularında boğulurken, Çin tarafında, hayatta olmadığının verdiği kolaylığı da kullanarak Stalin üzerinden sürdürülen hücumların birçoğu dünya devrimci hareketi içerisinde önemli ayrılık ve çatışmaların nedeni oldular.
XX. Kongre kararları ve SBKP’nin kongre sonrası belirlediği yürüyüş güzergahı, Stalin karalaması üzerine kurulu “Pospelev Raporu”, “sosyalizme barışçı geçiş”, “ barış içinde bir arada yaşama” gibi devrimci mücadeleyi burjuva icazetin insafına terk eden yeni yönelimlere, Çin Komünist Partisi’nin, gecikmeli de olsa gösterdiği tepki bütünüyle ikna edici olmadığı gibi, hesapsız yüklenme neticesinde telafisi imkansız sonuçlar da doğurmuştur. Hâlbuki ne iki sistem arasında savaşın kaçınılmaz olduğu şeklindeki ÇKP vurgusuna yönelik, ne “ barış içinde bir arada yaşama” ne de Stalin eleştirisi noktasında, olayların cereyan ettiği dönemde ÇKP’nin bir itirazını gösterecek herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. İlk planda bir itirazları yoktu, ya da önemli bir itirazları yoktu. Hatta çeşitli kaynaklara bakıldığında, XX. Kongre kararlarını onaylama anlamına gelen tersi bir tutumu benimsediği, XX. Kongreyi ve kararlarını, tümünü değilse bile, önemli bir kısmını benimsediği anlaşılmaktadır.
1957 yılında, Sosyalist Ülkelerin komünist partilerinin, ÇKP dahil, Moskova’da düzenledikleri konferans sonuç bildirgesi, bu bildirgenin altında imzası olan ÇKP’nin, Stalin zırhını kullanarak SBKP’ye dönük hücumlarının arka planını daha başka noktalarda aramayı gerekli kılıyor.
Yalçın Küçük, çalışmasında; Kongreden yaklaşık bir yıl sonra düzenlenen konferans sonuç bildirgesini, revizyonizme yapılan vurgu nedeniyle imzalamayan tek partinin Yugoslavya Komünist Partisi olduğunu söyledikten sonra, ÇKP’nin de altına imzasını koyduğunu şu paragrafla aktarıyor:
“Komünizmin sözde krizi ile ilgili olarak emperyalizmin saçma iddialarına karşın, komünist hareket gelişiyor ve güç kazanıyor. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin XX. Kongresi, sadece SBKP ve SSCB içinde sosyalizmin kuruluşu açısından değil, dünya komünist hareketinde yeni bir aşamayı başlatması ve Marksist-Leninist doğrultuda yeni gelişmeleri imkân dâhiline sokması bakımından da tarihi öneme sahiptir.” (Yalçın KÜÇÜK, SSCB’de Sosyalizmin Çözülüşü, Mızrak Yayınları s.257)
“Yeni bir aşama” en basit ifadesiyle anti-Stalinist bir eğilime, “yeni gelişmeleri imkân dâhiline sokma” ise, “ barış içinde bir arada yaşama” ve diğer türevlere denk düşmektedir. ÇKP‘nin daha sonra, özellikle 1960lı yıllardan itibaren geliştirdiği saldırılar ve komünist hareketin öncülüğüne talip olmasını ve her fırsatta SSCB’yi emperyalist bir güç olarak dünya gündeminde etiketli tutmasını, yükselmekte olan devrimci sürece olan yaklaşımını, dereden kütük kapma mantığı çerçevesinde değerlendirme, en az bu tutum kadar basit kaçacağını teslim etmekle beraber, XX. Kongre’de alınan ve altında ÇKP’ nin de imzası olan o kararlar kadar, Marksist-Leninist teorinin ve komünist sorumluluğun dışında düşünülmesi isabetli bir tutum olacaktır.
Devrim mücadelesini “barış içinde bir arada yaşama” , onu da sınıflar arası barışa tahvil eden Sovyet görüşüne, Eurokomünizme sevdalı bazı Avrupa partileri ve SBKP’nin direkt etkisindeki, kardeş ülke partileri ve ülkelerinin siyasal gündemine ağırlık koymada yaya kalmış küçük partiler destekledi. Bunların dışında kalıp da karşı çıkan birçok ülke komünist partisi ve örgütler, bu sınıfsızlık aşısına karşı tepkilerini çok gecikmeden gösterdiler. Latin Amerika’da, Asya’da, Afrika’da ve kuşkusuz Türkiye’de birçok devrimci örgüt, SSCB kaynaklı reformist ve parlamentarist politikalar karşısında kaynağını Çin’de gördüğü silahlı halk savaşı ve onun devrim stratejisini olduğu gibi benimseyerek yollarını yeniden çizdiler.
Ancak Çin Devrimi, özgünlüğü nedeniyle, evrensel örnekleme adına sıkıntılar taşımaktadır. ÇKP’nin devrimci mücadelelere, Küba ve başka örneklerde olduğu gibi, pragmatist yaklaşımı ve çeşitli ülkelerin devrimci önderlerinin yaşamın ateşiyle pişmemiş olguları, gerekli özenden yoksun, enine boyuna tartmadan kabaca uygulama alanına taşımaları neticesinde düşülen büyük yanlışlar, oldukça büyük bedellere mal olmuştur.
ÇKP tarafından beklenmedik bir anda ve beklenmedik bir hınçla türetilen, bilimsel özden yoksun, “üç dünya” ,“sosyal emperyalizm” ve benzeri terimler komünist hareketin gündeminde ani bir dalgalanmaya yol açtı. Bu tanımlamaların, değil Marksist terminolojiye uygunluğu, kaba bir iktisat tarifiyle bile bir anlam ifade edip etmediğine bakılmaksızın birçok örgüt ve hareketin liderliği tarafından benimsenmesi, pasifist politikaların, dünyaya sınıf penceresinden bakmama alışkanlığının, enternasyonalist görevleri tek ülke güvenliği düzeyine indirgemenin ve dünya devrimine sırtını dönmenin, komünist harekete ödettiği kefaretleri oldu.
Sonuçta bizzat Mao Zedung tarafından yanlışlığı anlaşılıp terk edilen, milyonlarca insanın ölümüyle anılır olan ve Darwinizm’in sınırlarını ölçüsüzce zorlayan “Kültür Devrimi”, “Büyük Sıçrayış” vb gibi kavramlar altında şekillenen pratikler başarısız oldu. Ancak bu kavramlar bazı ülkelerin komünist partilerinde, özellikle gençlik hareketlerinde umulanın çok ötesinde kabuller görerek, düşmanlık çıtasının yükselmesinin ve komünistlerin birliğinin bozulmasının mayasını oluşturdular. O kerteden sonra devrimci hareketlere yaklaşımda SSCB veya ÇİN eksenli olup olmadığına bakmak belirleyici ana ölçüt oldu.
Bu süreç Türkiye’de de küçük farklılıklarla aynı seyri izledi.
Aslında 60’lı yıllar, dünya komünist hareketi açısından hem teorik hem de pratik anlamda doğrularla yanlışların iç içe geçtiği, birleşirken ayrışmaların, ayrışırken yok olmaların sıkça görüldüğü; diğer taraftan siyasal ivmesi yüksek, dinamik özü kuvvetli devrimci atılımların gerçekleştiği coğrafyalarda gündemi sarstığı çok önemli bir süreci de ifade eder.
Küba Devrimi’nin ABD ve diğer emperyalistler hesabına yarattığı toplumsal-siyasal travma ve bu devrimin taşıdığı anlam, ne ülke sınırları ve kaynaklarıyla ölçülebilirdi ne de Latin Amerika yağmacılarının maddi kayıplarıyla. Tüm kıtayı baştan başa devrim ateşiyle tutuşturma uğraşında olan devrimlerin sönmeyen yıldızı Che’nin, olağanüstü gücü ifade eden olağanüstü komutan Castro’nun Karayip Denizinin ortasında dalgalandırdıkları devrim bayrağı, tüm Güney kıta, Asya ve Afrika halklarının kurtuluş mücadelesini müjdeliyordu aynı zamanda. Vietnam, Angola, Kongo, Mozambik, Gine, Zimbabve kurtuluş mücadeleleri, Latin Amerika’nın birçok ülkesindeki gerilla savaşları, dünya ölçeğinde bir devrimci durumun habercileri olarak tüm gezegeni etkileri altına alıp inanılmaz derecede coşku ve sempati uyandırdılar. Filistin özgürlük mücadelesi ve savaşçılarının eylem ve söylemleriyle dünya çapında yarattıkları etki, devrimci coşkuyu tetikledi. Bu devrimci yükseliş döneminin, diğer ülkelerde olduğu gibi olağanüstü bir hız ve olağanüstü bir kavrama yeteneği ile Türkiye’de yarattığı etki, 1960 sonrası Türkiye solunun yol ve yön arayışında belirleyici oldu.
1951 TKP tevkifatından 60’ lara gelinceye kadar hiçbir varlık gösteremeyen sosyalist hareket, 61 Anayasa’sının, sınıf temelinde olmasa da demokratik haklar çerçevesinde örgütlenmenin üstündeki engelleri kaldırmasıyla ani bir hareketlilik ve hızlı bir refleksle bazı oluşumlara yönelerek siyaset sahnesinden yer edinmeye başladı. 1961 yılında TİP’in kurulması, her ne kadar TİP bilinen anlamda devrimci bir mücadele yürütmemiş olsa da, bu devrimci yükseliş sürecinin ilk basamağı oldu. Bir taraftan Türkiye’nin düzeni, sınıfların durumu ve devrim stratejileri üzerinden tartışmalar alevlenirken diğer taraftan, özellikle gençlik kesimlerinde eylemler ardı ardına patlak verdi. Daha sonra Türkiye devrim tarihi sayfalarında önemle anılacak örgütlerin doğum yeri FKF, (Fikir Kulüpleri Federasyonu) kuruldu. Kapitalist düzenin yıkıcı sonuçlarını kavramakta gecikmeyen gençlik, ABD emperyalizmine karşı direniş bayrağını yükseltti. 6.Filo protestolarını, işgalleri, boykotları silahlı eylemler, devrimci kalkışmalar izledi. Toparlayıcı, yön gösterici ve doktrin sahibi bir partinin yokluğu koşullarında hızla yükselen yığınsal tepki, aynı hızla ayrışmaları, yeni örgütsel yapılanmaları, giderek örgüt içi ve örgütler arası kavgaları da beraberinde getirdi.
Kapitalizmin içine düştüğü derin bunalımlar ve kitlelerin yükselen özgürlük talepleri bağlamında patlak veren ayaklanmalar, birçok gelişmiş batı ülkesinde hak arama ve özgürlük çerçevesi ile sınırlı kalmışken, tüm eksiklikleri, teorik ve pratik tüm çıkmaz ve yetmezliklerine rağmen, Türkiye’de, önceleyenlerinden farklı olarak, geride kalmanın verdiği ani ivmelenmenin de etkisiyle büyük bir atılganlık ve inançlılıkla devrimi hedefledi.
Bu dönemin siyasal tartışmalar düzleminde en belirgin özelliği, TİP ve MDD eksenli devrim stratejileri ve bu strateji yanlılarının süreç içerisinde kendi içlerinde ayrılmalara kadar varan, uzun kavgalı karakterde bir tarihsel kesit olmasıdır. Hemen hemen tümü TİP kökenine dayanan birçok örgüt lideri ve beraberindekiler, birçok dinamiğin bir araya gelmesiyle kendi yollarını çizme uğraşına giriştiler. Bu örgütler Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim tartışmaları arasından sıyrılarak çizdikleri devrim stratejisine uygun örgütler kurmaya başladılarsa da, eylemlerinin keskinliği ölçeğinde, köken aldıkları yapılardan Marksist-Leninist anlamda bir ideolojik kopuşu gerçekleştirememişlerdi. Zaman içinde sönümlenen TİP ve daha başka irili ufaklı örgütsel yapıları kapsam dışında tutarsak, TİİKP,THKP-C, THKO ve 1972 yılında, o dönemin en sonuncusu olarak İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları tarafından kurulan TKP/ML bu örgütlenmelerin en öne çıkanlarıdır.
Kaypakkaya’nın bu bölünmeler sırasında kayda değer zigzagları yoktur. Atılgan ve eylemci kişiliği ile öğrenci hareketleri arasında kendinden söz ettirmesine rağmen, diğer örgütlerin, özellikle MDD çizgisine hakim olan grubun cuntacı, darbeci devrim anlayışına gösterdiği eleştirel tepkiyle ilk ayrılıkta yönünü daha ılımlı, “Aydınlık” türevlerinden Proleter Devrimci Aydınlık, (PDA) olarak belirledi. Dönemin hareketlerinin hemen hemen tümünde yaşanan bu hızlı bölünme sürecinin son halkası, TİİKP- İbrahim Kaypakkaya ayrılığı olmuştur.
Bu ayrılık, en azından ilk planda, yine de köklü bir ideolojik kopuşa denk gelmemiş olsa bile, onu önceleyenlerden çok farklı bir boyutta gelişmiştir. Devrimin öncü müfrezesi olarak bir komünist partisine duyulan ihtiyaç, çok uluslu bir ülkede ulusal sorunda Leninist çözümleme, Kemalizm, devrimde bağlaşıklık ve ittifaklar meselesi, göstermeye çalışacağımız eksik ve zamanın bilgi ve deneyim birikimi koşullarında yine de mevcut görüşlere nazaran doğruya yakın bir şekilde Kaypakkaya tarafından ortaya konmuştu. Bütün bu görüşlerde, tespitlerin doğruluğunun yanı sıra eksik ve yanlışlar da vardır.
Sırası gelince değinilecek. Ama ondan önce anlaşılması gereken bir başka husus vardır ki; en az diğerleri kadar önemlidir. Kaypakkaya, gerek örgüt gerekse diğer meselelerde görüşlerini şekillendirip dillendirmeye başladığında henüz yirmi iki yaşındaydı ve doğrusunu söylemek gerekirse, deneyim aktaracak bir geçmiş ve onun mirasından da yoksundu. Yeterli birikim ve deneyimin olmaması, iki yılını faşist diktatörlük koşullarındaki faaliyetle geçirmesi ve beslendiği kaynakların kısıtlı oluşu, düşünsel doğrularını oluşturmada ve bu doğruların kılavuzluğunda eylemini örgütlemedeki yetersizliği üzerindeki negatif basıncı fazlasıyla hissetmiştir.
Fakat bütün bu gerçekler, bugün geriye doğru bakıldığında, hem o zamanın verili koşullarında hem de bugünün verilerinin ışığında yeniden bir değerlendirmeye tabi tutularak irdelenmeli, eleştirilmelidir. Bütün bunları yapmak, İbrahim Kaypakkaya’ya olduğu kadar, devrim yolunda, Mustafa Suphi ve arkadaşları gibi ölen, katledilen tüm komünistlere saygının bir gereği olarak düşünülmelidir. Bu düşünceler kendinden sonra gerçekleşecek yürüyüşler için aydınlatıcı olabilmeleri bakımından başka başka çalışmalarla zenginleştirilerek alıcısına iletilmelidir.
İbrahim Kaypakkaya’nın bazı konulardaki düşünceleri onun ideolojik ve örgütsel izleyicileri tarafından da eleştirilmiştir. Onun, Lin Biaocu çağ tespitini Lenin’in düşüncelerinin yerine koyduğunu tespitle, şöyle denilmektedir:
“İbrahim Kaypakkaya 1972’de TKP/ML’yi kurduğunda, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’ni Marksizm-Leninizm’in bir üst aşaması olarak kabul etmiş, MZD denen teorinin yalnızca modern revizyonizme karşı mücadele içinde mutlaka sahiplenilmesi gereken Marksist-Leninist devrimci özünü değil, onun bir dizi sapmasını da temel almıştır… Bütün dünyada yeni yeni oluşan partiler gibi, TKP/ML de MZD’yi “Marksizm-Leninizm’in yeni bir aşamaya yükseltilmesi’ olarak savunmuştur.”(Kazanımları ve Hataları ile İbrahim Kaypakkaya, Genel Değerlendirme, Çağrı Yayınları s.34)
Kaypakkaya’nın, “Mao Zedung Düşüncesi” ni rehber edinmesi ve bunu Leninist Devrim Teorisinin bir üst aşaması olarak algılaması, sanıldığı kadar keyfi, bir taraf tutma mantığı ile açıklanamaz. Onun çözümlemesinde ülkenin sosyo-ekonomik tahliline dayandırılan devrim stratejisi, ancak “silahlı bir halk savaşı”nda kırlardan kentlerin kuşatılmasıyla başarıya ulaşacaktı. O, çelişkiyi, bu geri kalmışlığın sosyolojik ve sınıfsal konumlanmasına dayanarak çözümlerken ve bunu, feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişki olarak açıklarken, bu çelişkinin çözüm noktasını demokratik halk devrimi olarak görüyor ve kendine özgü “ doğru düşünce silsilesi” bağlamında mantıksal zincirin halkaları olarak ortaya koyuyordu.
Bu anlamda; Maocu “kızıl siyasi iktidarlar” saptamasından, azımsanmayacak tonda, Hindistan Komünist Partisi-ML ve Çaru Mazumdar’dan, önemli ölçüde Arnavutluk Emek Partisi’nden, Enver Hoca’ dan etkilenmesi doğaldı. O dönemde özellikle Boğaziçi Üniversitesi çevresindeki PDA ‘cı gençlik arasında Çaru Mazumdar ve Hindistan, Batı Bengal bölgesindeki Naksalbari köylü ayaklanmasının büyük prestiji vardı. Mazumdarcı mücadele yöntemleri her ne kadar ateşli silahların kullanılmasını yasaklamış ise de Kaypakkaya, bu çizgiyi Maocu gerilla yöntemleri ile seçmeci bir bağla bağlayarak, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın yöntemlerini, maceracılık, fokoculuk ve polemikçilik olarak tanımlamıştır.
Kaypakkaya, Turhan Feyizoğlu’nun kitabında aktarılan Mazumdar’ın; “Köylülerin devrimci mücadelesini yürütmesinin tek yolu gerilla savaşıdır. Ancak bu savaş Che Guevara’nın değil, Mao Zedung’un önerdiği savaştır. Hint Marksist Leninistleri ‘nin pratiği ile Guevaracıların hiçbir ilgisi yoktur. Naksalbari ve Srikakulam’da Guevaracılık keşfetmeye, Çaru Mazumdar’ı Guevara’ya benzetmeye çalışanlar sahtekârdırlar(…..) Guevara tipi gerilla savaşı proletarya diktatörlüğünü reddeder” biçimindeki görüşlerini fazlasıyla önemsemişti. Benzer biçimde radikal kopuşları gerçekleştiren THKO ve THKP-C gibi örgüt liderleri ve eylemlerini, ana eksenlerini köylü ayaklanmalarının oluşturmadığı ve Çaru Mazumdarcı devrim mücadelesine uygun düşmediği gerekçesiyle eleştirir. ”Deniz, fokocu bir hayat sürüyor, sosyalizmin sorunlarını bilmiyor ama sosyalizme içtenlikle inanıyor; Mahir iyi bir polemikçi. Politikada hırs şarttır. Ama o haddinden fazla hırslı. Büyük Proleter Kültür İhtilaline bizim gibi yaklaşıyor, Deniz’den ileri.”( Turhan Feyizoğlu; İhtilalin Fidanı. Alfa Yayınları,s.143-144)
Görüldüğü gibi, Kaypakkaya’nın tüm kalkış noktalarında “Mao Zedung Düşüncesi”, “kızıl siyasi iktidarlar”, “Büyük Proleter Kültür İhtilali” vb var. Bir de Çaru Mazumdar. Bu saplantılı bakış, onu Mao ve Çin şablonuna mahkûm kılmıştır ki, kanımızca bu durum onun düşünce ve eylemlerinin yumuşak karnını oluşturmaktadır.
Gerçi, Mao’nun “Teori ve Pratik” adlı kitabının kolay anlaşılır reçeteler içermesi ve “feodal” Türkiye koşullarına basitçe uyarlanabilme kolaylığı “gün gibi ortada” iken, ‘Lin Biao’nun ,halk savaşları ile kuşatılacak emperyalist ülkelerin proletaryası “kır” ülkelerinin devrimci gücü sayesinde kurtulacak ve dünya devrimi gerçekleştirilecektir’ şeklindeki “buluşu” dünya devrimci kamuoyunda büyük sükse yapmıştır. Emperyalist çağda, iç dinamiklerinden ve sistematik silsileden yoksun, yeterli bilimsel çalışma ve istatistiksel analizin bulunmadığı, Çin’in devrim öncesine benzer sınıfsal ve sosyal tahlillerin yapıldığı bir ülkenin 22 yaşındaki ateşli devrimcisinden, burjuva parlamentarizminin sandık bekçiliğini yapması beklenemezdi ; ama o bu anlamda kantarın topunu epeyce kaçırmıştı.
Kaypakkaya’nın TİİKP program taslağına yazdığı eleştirisinde, köylülüğün öncülüğünü reddedip, bunun yerine proletaryanın öncülüğünü zorunlu görerek bunu; “İşçilerin önderliği için bir teşkilata, bir komünist partisine ihtiyaç vardır” ( Seçme Yazılar, İbrahim Kaypakkaya, Ocak Yayınları,s.56) şeklindeki vurgusunu en önemli ayrılık noktası olarak dillendirmesine rağmen, örneğin; 15-16 Haziran işçi olaylarını değerlendirirken; “15-16 Haziran direnişinin bastırılması devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşamayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği sürece bastırılmaya mahkum olacağını gösterdi.” (s.274) şeklindeki paradoksal düşüncesi, bir önceki paragrafta vermeye çalıştığımız Lin Biao soslu, kır saplantılı bakışı ile açıklanabilir.
Kaypakkaya; burada işçi sınıfının öncü müfrezesi komünist partisine yaptığı vurguya rağmen, devrim stratejisi ve ittifaklar meselesinde yüksek dozda iradi bir müdahale ile “demokratik halk devrimi” çözümlemesini ortaya koyar ki, düşüncelerinin en paradoksal boyutu burada ortaya çıkar.
TİİKP Program Taslağı’na yönelttiği eleştirilerinde işçi-köylü önderliğini reddedip proletaryanın önderliği konusundaki ısrarlı tutumunu sürdürürken daha sonraki yazılarında devrim, ittifak ve öncülük konularında anlaşılmaz bir karmaşanın olduğunu görmekteyiz:
“…revizyonist hainler bugün milli burjuvazi ile ittifakı mümkün görüyorlar. Evet, mümkündür ama..o da; proletaryanın kızıl bayrağı altında, işçi-köylü ittifakı temeli üzerinde, halkın demokratik diktatörlüğünü kurmaya yönelik bir cephe ile.” (İbrahim Kaypakkaya: Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s.414)
Milli burjuvazinin “proletaryanın kızıl bayrağı” altına hemen hiçbir ülkede girmediği gibi, artık çağımızda işbirlikçi – tekelci burjuvazi ile bütünleşen, kalanının da aklı sürekli emperyalist kontrol kulelerinde olan bu kesimin, çeşitli ülkelerde ve Türkiye’de komünistlere karşı duyduğu kin en yoğun kıvamında ve akıttığı kan henüz kurumamış iken Türkiye devriminin ittifaklar politikasında düşünülemeyeceği açıktır. Daha sonra değinileceği gibi, milli burjuvazinin “proletaryanın dostu” olduğu biçimindeki yanlış tanımına; “proletaryanın öncülüğü koşulları bugün için hali hazırda mevcut değildir.” (Turhan Feyizoğlu, s.117) şeklindeki tespiti de eklenince “öncülük” kavramı içeriğini yitirmekte, yine Kaypakkaya’ nın çözümlemelerinde “can simidi” olarak kullandığı temel-tali ilişkisi içerisinde şekilsiz bir hal almaktadır. Dahası, 1971 yılında, çıkarmakta oldukları “İşçi Köylü Gazetesi”nin kapatılmasını önermesi ve “yayıncılık yapmak ve işçi sınıfı içinde çalışmak revizyonizmdir” (T.Feyizoğlu, s.169) diyerek de bu düşünsel keşmekeşi anlaşılır olma noktasından daha da uzaklaştırmıştır.
Buna rağmen yine de, İbrahim Kaypakkaya’yı zamanın örgüt liderlerinden benzersiz bir şekilde ayıran “komünist parti” düşüncesi, onu, aynı zamanda burjuva kinin hiçbir ölçüye sığmayacak büyüklüğü ile karşı karşıya bırakmıştır. Fakat bu kin, garip bir paradoks olarak aynı zamanda kindarlar tarafından bir “yok sayma” yı da içermektedir. Dönem tartışmaları söz konusu olduğunda, açık tondan koyusuna kadar tüm anti-komünist kampta bu “yok sayma”, şu veya bu şekilde kendini bariz olarak gösterir. Bunun nedenini, İbrahim Kaypakkaya’ nın diğer liderler gibi, örgütlerinin kuruluşunu ses getiren eylemlerle duyurmamış olmasına bağlamak veya sadece buraya bağlamak, Kaypakkaya’da öne çıkan komünist özü gizlemek kaygısına dayanmaktadır. Aynı şekilde, suni ve kasıtlı olarak Mahir-Deniz-Kaypakkaya karşılaştırması yapılarak, yapanların sınıfsal tercihleri ile uyumlu,“iyilerin en iyisi” veya “kötülerin en iyisi” biçiminde kaba sonuçlar çıkarma çabaları da bu arada dikkat çekmektedir. Düşman saflarda bu tür karşılaştırmaların yapılması anlaşılır bir durumdur. Fakat, cephenin bu yakasında da, izleyen alıntıdan anlaşılacağı üzere, bu yok saymanın bir ayağını oluşturan çıkıntılıkların varlığı da görmezden gelinemez ve kabul edilemez bir durumdur.
“… bugün Kürt milliyetçiliğinin savunucusu örgütler daha ortada yokken, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını savunan, hakim sınıfların yüzüne ‘bölücü’ olduğunu bar bar bağıran İbrahim Kaypakkaya’ nın, gerçekten Kemalizm’in savunuculuğunu yapan, Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmayan Denizlerle, Mahirlerle aynı kefeye konması, korkunç bir tarih çarpıtmasıdır” (Kazanımları ve Hatalarıyla İbrahim Kaypakkaya, Genel Değerlendirme. Çağrı yayınları,s.36) şeklindeki yaklaşımlar, bu savaşta ölenlerin hatırasına saygı zaafına ve bir başka yadsımaya çanak tutmaktan başka anlam taşımaz.
Bu tür hırçın ve kötücül yaklaşımlar için; Mahirlerin, Denizlerin idamını engellemek için hayatlarını ortaya koymaları, Kaypakkaya’ nın Sinan Cemgil ve arkadaşlarını ihbar edenleri yargılayıp cezalandırması gibi eşine az rastlanır devrimci dayanışma örneklerinin yeterince esin kaynağı olmadığı anlaşılıyor. Bugün tutulması gereken yolda bu örneklerin öğreticiliğinde ve değişik alanlarda birleştirici hatlar oluşturmak varken, karşı cephe kaynaklı bozucu etkilere açık konum oluşturmak, dar açılı bakışın esaretinde tutucu bir düşünce ve kararmış bir kalbi ifade eder.
Kaypakkaya, zamanın tüm devrimci örgütlerinden farklı olarak ve hiçbir ikircime düşmeden, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere, ‘Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’ Leninci ilkesini çok açık olarak dile getirmiş ve bunu hem yazdıkları hem de eylemleri ile kanıtlamıştır. Ancak, birçok konuda olduğu gibi, doğrular arasına serpilmiş kimi yanlışları ve eklektik, öznel yaklaşımları bu konuda da tespit etmek mümkündür. Öyle bile olsa, ulusal sorun konusunda Kaypakkaya’nın samimi inancı ve meseleye komünistçe yaklaştığı noktasında kuşku duymamak gerekir. Konu ile ilgili aşağıdaki paragrafta vereceğimiz değerlendirmesi bu samimiyetinin açık ifadesi olarak algılanmalıdır:
“Marksist Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız şartsız kabul eder ve savunur… ulusların kaderlerini tayin hakkı belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. Marksist Leninist hareket, ayrılma sorununu her özel meselede ayrı ayrı ele alır. Proletaryanın, sınıf mücadelesinin çıkarları açısından yargılar ve tayin eder.” ( Kaypakkaya, s.214)
Buraya kadar doğrudur. Fakat devamında, ne o günün koşullarında ne de bugün için geçerli olmayan değerlendirmeler, Kaypakkaya’nın henüz bir sistematikten yoksun olduğu anlaşılan diğer konulardaki düşüncelerinde sıkça rastlandığı gibi, buradaki gedikler de bütün üzerinde olumsuz etki oluşturmaktadır:
“..Bugün Kürt hareketinin başını, bir hayli güçlenmiş olan Kürt burjuvaları, bunların ideolojisini benimseyen aydınlar ve küçük toprak ağaları çekiyor. Kürt milli hareketi, ezen ulusun hâkim sınıflarına karşı mücadelesi olarak ilerici ve demokrat muhteva taşır. Biz bu demokratik muhtevayı kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleriz.”
Ulus-devlet yapılanmasının doğum yıllarında, eski toplumun despot kurallarına karşı ilerici ve demokrat karakterdeki burjuvazinin, emperyalist çağda, ister işbirlikçi ister tekelci olsun, “ileri ve demokrat” olamayacağını, bunun ezilen ulusun burjuvazisi için de geçerli olduğunu söyledikten sonra, ulusal bir mücadele içinde olsa dahi, ezilen ulus burjuvazisinin kayıtsız şartsız desteklenmesi, ulusal meseleye Leninci yaklaşım adına sorunludur. Kaldı ki, az önceki pasajda aktardığımız ve bizzat Kaypakkaya’ nın vurguladığı, “Marksist Leninist hareket, ayrılma sorununu her özel meselede ayrı ayrı ele alır. Proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarları açısından yargılar ve tayin eder.” şeklindeki doğru ve ilkeli tespitine de ters düşer. Her ne kadar Kaypakkaya bunu “sömürge” çözümlemesine dayanarak söylüyorsa da, zaten bizzat çözümlemenin bilimsel zaafları yüzünden sorun teşkil etmektedir. Ayrıca, Kürt hareketinin başını “hayli güçlenmiş olan Kürt burjuvazisinin çektiği” bir tarihsel kesitin varlığı da tartışma götüren bir başka sorunlu bakışı ifade eder.
Özetle söylenmesi gerekirse; o günün koşullarında Kürt ulusal hareketinin durumunu tahlil ederken yaptığı “öncülük” ve sınıfsal bileşim analizinde ve hareketin hemen her durumda alacağı boyut ne olursa olsun ilerici bir içerik taşıyacağı ve sırf bu anlamda olsa bile kayıtsız şartsız desteklenmesi gerektiği hususu üzerinde vurgu yapmıştır. Bu vurgunun, ezen-ezilen uluslar coğrafyalarında verilecek sınıf mücadelesi, bu mücadeleyi verecek sınıfların tahlili, stratejik ve taktik bağlaşıklık anlamında bir çıkmaza denk geldiğini söylemek mümkündür. Buna rağmen Kaypakkaya’ nın Kürt meselesine bakışını değerli kılan, onun UKTH’ yı ayrılma hakkı bağlamında, ayrı devlet kurmayı da içeren düşüncesi ve buna yönelik olarak ortaya koyduğu samimi tutumudur.
O, UKTH ilkesinin aynı zamanda ayrı devlet kurma hakkı olduğunu, ayrılmanın özel koşulları durumunda komünistlerce benimsenmesi gereken tutum, komünistlerin milli mesele programlarının ülke sınırları içini hedeflemesi gerektiğini ve bilinçli Türkiye proletaryasının, işçi ve köylüleri ihtilal bayrağı altına alarak tüm emekçi yığınlara önderlik etmesi gerektiği gerçeğini net ve anlaşılır olarak ortaya koyarken, aynı zamanda köken aldığı yapılarla arasında derin sınırları işaret ediyordu.
Kaypakkaya’ nın, Kemalizm, 1908 ve 1923 devrimleri konusundaki değerlendirmeleri, Marksist perspektif açısından bakıldığında bütünüyle doğru olmasa da, Kaypakkaya zamanın MDD ve TİİKP çizgilerinin dışına taşarak tartışmayı alışık olmadık bir damardan yakalayıp derinleştirip bu hareketlerden devrimci kopuşunun ana nedenlerini ortaya koyarak konuyla ilgili tezlerini oluşturdu.
“Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf Devletlerinin saflarına geçmediler ama dışarda SSCB’ ye, içerde komünistlere, işçi sınıfına ve diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal etmediler. M.Kemal ve Hükümeti, SSCB’ ye karşı iki yüzlü bir siyaset izlemiştir…. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden sonra Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünist hareketlere karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir(. ..)Kemalist burjuvazi Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr’in öldürücü hükümlerinden kurtulabileceğini düşünmektedir.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları,s.125)
Bu tespitlerin ne tonunda ne de dozunda şimdi bile bir abartı bulmak mümkün değildir. Ancak, sorun Kemalist Devrim diye adlandırılan “milli burjuva” devriminin çözümlemesine geldiğinde, Kaypakkaya’ da aynı isabetli tahlili bulmak oldukça zorlaşmaktadır. Devrimin çözümlemesini yaparken Lenin, Stalin ve onlardan daha da çok Şnurov’ un değerlendirmelerine gönderme yaparak, onların tarifleri üzerinden yol alırken iradi bir zorlamayla öznel sonuçlara da varmaktadır. Örneğin, Şnurov’ un; “elbetteki bugünkü Türkiye Hükümeti bir diktatorya Hükümetidir. Çünkü egemen Türk burjuvazisi güçsüzdür ve gelişebilmek için halkı ezmek zorundadır” (Kaypakkaya, s.122) şeklindeki tespitinden Kemalizm eşittir faşizm gibi, arka planı doldurulmamış tahlillere varabilmektedir. Diğer taraftan, Çetin Yetkin ile yapılan bir röportajda, Mao’ya atfen; “… sosyalizmin kuruluşuna karşı çıkanlar düşmandı. Ancak, karşı devrimci olmayan milli burjuvazi de yine proletarya dostudur.” ( Turhan Feyizoğlu,s.116) diyerek, 1923 “milli burjuva devrimi” çözümlemesinde Kemalizm’i yerli yerine oturtamaması ve bu anlamda, diğer bir çok düşüncesinde olduğu gibi, burada da içeriği kabul edilemez çelişkili bir iradi zorlamayla karşı karşıya kalıyoruz.
Ama her şeye rağmen, Kemalizm’in ideoloji ve siyaset düzleminde, bilimsel tarifler çerçevesinde demokrat, anti –emperyalist ya da kopup geldiği MDD ve TİİKP çizgisinin dediği gibi, “devrimci” olmadığını, o günün koşullarında net bir şekilde ortaya koyan İbrahim Kaypakkaya; 1971 Eylül ayında Ankara’da yapılan ve kendisinin katılmadığı TİİKP Merkez Komitesi toplantısına gönderdiği eleştirel mektubunda ayrılık noktalarının detaylı bir açıklamasının yanı sıra Kemalizm konusunda şu kıyaslamayı yapmaktadır:
“Kemalizm konusunda metindeki görüşlere katılmıyorum. Kemalizm, kurtuluş savaşının içindeyken emperyalistlerle ve feodallerle uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır….Şnurov’un kitabındaki bilgiler son derece öğreticidir. Kemalizmin ‘tam bağımsızlık ilkesi’ pratikte emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği seve seve kabullenmesidir. M. Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru değildir, olsa olsa Çan Kay-Şek ile kıyaslanabilir.” Haydar Fırat, 29 Ağustos 1971” ( Turhan Feyizoğlu, İhtilalin Fidanı Alfa Yayınları s.180)
Kaypakkaya, Kemalizm’den bu denli ani ve sert kopuşunun nedenlerinden bir diğerini, içinde bulunduğu örgütün, TİİKP’ in zamanın diğer örgütlerine nazaran Kemalizm ile en fazla yatıp kalkmasının oluşturduğu tepkiye ve elbette ki, bu tepkisini besleyen ideolojik alt yapıya bağlayabiliriz. Kemalist Hükümetin, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katletmesi, akabinde Anadolu genelinde komünist avına çıkması, Sovyetler Birliği’ nin uzattığı dostluk ve yardım eline emperyalist çamuru bulaştırmaya kalkmasını, kesine yakın doğrulukla dillendirmesinin öldürülme biçimiyle alakası olduğu düşünülmelidir. “Kan rezistansın türevidir.”
Kaypakkaya, aylarca süren işkenceden yetinmeyen cellâtların, insanlık dışı yöntemleri sonucunda katledildi. Mustafa Suphi ile başlayan kıyım onunla durmadı, devam etti. Kendi söylediği gibi; “devrim için ölecekler, her zaman bulundu.” İnancı, kararlılığı, devrimci duruşu, komünist ahlakı kusursuzdu. Gençti, isteklerini ilke haline getirme yanlışlığında bulundu elbette. Bu durumda bile aklındaki ihtilalin gerçekleşmesine adanmış olmanın mutluluğunu yaşadı. O, o zamanki arkadaşlarından Ali Taşyapan’ın veya Muzaffer Oruçoğlu’ nun dediği gibi, bir “kırma tüfek” ile dağa çıkan modern bir “Don-Kişot” değildi. O, hem ölmekte olanın farkındaydı hem de gelmekte olanın öznesi olmak için öne atılmış inançlı bir komünistti. Nasıl ki, olanaksızlıklar onu mücadele bayrağını yüceltmekten alıkoyamadıysa eksiklikleri de onun devrimci inancını gölgeleyemez. “Ser verdi sır vermedi” ona yakışan bir tanımlama. Ama yeterli değil. Evet, o “sır vermedi”. Ama o, ondan da öte düşmanların karşısında eylemini, haklılığını savundu, devrimci duruşun nadir örneklerini sergiledi.
Polis sorgusu, yürüyen herkes için ders niteliğindedir. Şöyle diyordu;
“Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı, samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçta asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”
Onuru ve direnciyle her devrimcinin kalbinde yaşıyor!
Yazar Hakkında