Söz ve Eylem yayınladığı iki bildiriyle Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine ilişkin görüşlerini açıkladı. O bildirilerde 2017 referandumuyla başlayan süreci meşru olmadığını belirterek, başkanlık seçimlerinde hiçbir adaya oy kullanmama çağrısı yaptık, bugün de bu çağrıyı yineliyoruz. 14 Mayıs parlamento seçimlerine yaklaşımımızı ise şöyle açıkladık. Somut durumumuz ve önceliklerimizi dikkate alarak seçime kendi adaylarımızla katılamıyoruz. Bunu gerçekleştiremediğimiz için eleştiriyi öncelikle kendimize yöneltiyoruz. Ancak aday göstermek, seçim sathını kullanmanın tek yolu değildir. Aday göstermeden de kendi bağımsız devrimci ajitasyon ve propagandamızı yürütmek mümkündür. Bu bakış açısıyla yürüteceğimiz ajitasyon ve propagandanın sivri ucunu, işçi sınıfı ve emekçileri sefalete ve geleceksizliğe mahkum eden sermaye düzenine, burjuva devlete, bu devletin payandalarından biri olan parlamentonun gerçek işlevini deşifre etmeye yöneltiyoruz. İşçi ve emekçileri hangi ittifaktan olursa olsun burjuva partilere, liberal, reformist parti ve adaylara, “ yetmez ama evetçilere” oy vermemeye, oylarını devrimci adaylara vermeye çağırıyoruz.
Sosyalist hareketin seçim konusunda izlediği taktiklere gelince, önce şunu belirtmeliyiz, sosyalist hareket başlığı altında topladıklarımız, reformistinden devrimcisine, adlarının önünde devrimci, sosyalist, işçi, komünist vb. ekler bulunanlardır. Onların seçimle ilgili değerlendirmelerini ele almamız da bu eklere dayanıyor. Eğer bu önekler olmasaydı, bu değerlendirmenin de bir anlamı olmazdı. Sosyalist hareket 1970’den bugüne büyük bir değişim gösterdi. 1970’lerde mutlak çoğunluğuyla boykotçu olan hareketlerin bugünkü uzantıları, küçük burjuvaziye özgü bir savrulmayla bir uçtan öteki uca savrularak, bugün büyük çoğunluğuyla parlamentarizme demir atmış durumda. Bu bir tespittir, bunun ideolojik, politik ve örgütsel nedenleri ise ayrı bir yazı konusudur. ,
Bu tespitten hareketle sosyalist hareketin bugünkü seçim tavrına gelirsek, bu hareketleri açıkladıkları seçim tavrına göre üç gruba ayırmak mümkündür. Sosyalist hareketin sayıca az bir grubu seçimde boykotu savunuyor. Boykotun işçi sınıfının seçim taktiklerinden biri olduğunu savunmakla birlikte, bugün boykot taktiğinin uygulanması için koşulların uygun olmadığını düşünüyoruz. Boykotu savunan gruplar boykotu genellikle burjuvazinin yoğunlaşan şiddetine, “kurumsal faşizm’in” varlığına dayandırıyorlar. Biz ise tam tersine boykot taktiğini işçi sınıfının mevcut düzene başkaldırdığı, sınıf mücadelesinin barışçıl olmayan biçimlere doğru yöneldiği dönemlerde baş vurulması gereken bir taktik olarak görüyoruz.
Bunun dışındaki Sosyalist parti ve örgütlerin çoğunluğu ya “Sosyalist Güç Birliği”, ya da “Emek ve Özgürlük” ittifakıyla seçime katılıyor. HDP ekseninde oluşan Emek ve Özgürlük ittifakı HDP ve HDK bileşenlerinden oluşuyor. “Sosyalist Güç Birliği” eski iki harekete, Sosyalist İktidar Partisi ile Dev Yol’dan kopup gelenlere dayanıyor. TKH ile Devrim Hareketi ismini TKP olarak değiştiren partiden, Sol Parti ise birlik ve bölünme süreçlerinden geçerek kuruldu. İki kökenden gelen bu partiler güç birliklerini 5 maddelik bir deklarasyon ile açıkladılar. Deklarasyon, AKP’nin “yirmi yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyet’in kazanımlarını tek tek ortadan kaldırarak tam boy piyasacı ve işbirlikçi bir siyasal islamcı” rejim kurduğu paragrafıyla başlıyor. Devamında ise, yok edilen Cumhuriyet kazanımlarından birinin laiklik olduğunu anlıyoruz. “laiklik için bir araya” geldikleri vurgusunu, tarikatların ve cemaatlerin kapatılması izliyor. Ama cumhuriyetin kazanımlarından biri olduğu düşünülmüş olacak ki, devlet dininin simgesi olan diyanetin kapatılmasının sözü bile edilmiyor. Deklarasyonda, özelleştirmelere karşı kamuculuk savunuluyor. Önce şunu söylemeliyiz; devletçilik yerine kamuculuk kelimesini kullanarak, isim değiştirerek şeylerin gerçek özünü değiştiremezsiniz. İkincisi, sizin kamu varlığı dediğiniz devlet varlıkları, burjuvazinin iddia ettiği gibi halka değil, esas olarak halkın parasıyla yapılsa da burjuvaziye aittir. “Yani en kolektif burjuva mülkiyettir.” Devlete dokunmadan siz onları “kamulaştırdığınızda da onlar öncesinde olduğu gibi, yine burjuvazinin hizmetinde olacaktır. Deklarasyon en başa “AKP’ye ve onun temsil ettiği düzene karşı mücadele”yi koyuyor. Ayrıca, güç birliği sözcüleri açıklamalarında seçimlerde “Erdoğan’ın kazanmasına yardımcı olmayacak”larını belirtmektedirler. Bunun Türkçesi, Kılıçdaroğlu’nun destekleneceğidir. Nitekim TKP ve TKH bunu açıkça söylemeye cesaret edemezken, Sol Parti açıkça Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıkladı. İster açıkça, ister kelime oyunu yaparak olsun, bu açıklamaların arkasına ne yazarsanız yazın siz, niyetinizden bağımsız olarak, kapitalizmin savunusuna çıkarsınız. Sosyalizme olan “samimi inancınız” bu gerçeği değiştirmez.
Birçok partinin katılımı ve destekçisinden oluşan Emek ve Özgürlük ittifakında ise işler biraz karışık gözüküyor. “Üçüncü Yol” olarak da adlandırılan bu ittifakın temel şiarlarından biri, Kürt sorununun barışçı çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesidir. Her şeyden önce kendilerini “Üçüncü Yol” olarak nitelemeleri bu ittifakın daha katlanılabilir bir kapitalizmi savunduğunun itirafıdır. Çünkü emek sermaye çelişkisine dayanan kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazinin karşıt kutbu işçi sınıfıdır, alternatifi ise işçi sınıfının devrimci iktidarıdır. Bu iki karşıt kutup dışında bir üçüncü yol tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi dönüp dolaşıp sermeye egemenliğine çıkar. Bu gerçeği ittifakın yayınladığı seçim bildirgeleri de teyit ediyor.
Emek ve Özgürlük ittifakı seçim sürecinde iki bildirge yayınladı. Birinci bildirgedeki 11 madde, 2. bildirgede daha da ayrıntılandırıldı. Güçlü demokrasi, bağımsız yargı, kayyum rejiminin kaldırılması, Kürt sorununun demokratik çözümü, barışçı dış politika, kadın özgürlük ve eşitliği, adalet, liyakat, doğaya saygı, gençlere özgür yaşam, demokratik anayasa vb. istemler bu ittifakın bir iki nokta hariç Millet İttifakı’yla paralelliğe sahip olduğunu gösteriyor. Var oluş temelini oluşturan Kürt sorunundaki somut istemleri ise anadilde eğitim ve evrensel kimlik hakları (?) ile sınırlandırılıyor. Deklarasyonda yer alan bu istemler ile Millet İttifakı’nın açıkladığı belgeler arasındaki en önemli farkı HDP ve onunla hareket edenlerin bu istemlerdeki samimiliğidir. Zaafları ise barış ve demokrasi söylemiyle devletin demokratikleştirilmesinin mümkün olduğu sanmanın küçük burjuva hayalciliği olduğunu görememeleridir. Ana vurguyu Türkiye’nin demokratikleşmesinin oluşturduğu son bildirgede yer alan bazı istemler, Sosyalist Güç Birliği ile bir paralelliğe de işaret ediyor. Demokrasi ve kamuculuk savunusu bu paralelliği anlatıyor. Laiklik konusunda S.G.B’den faklı olarak Diyanetin yerine “İnanç Hizmetleri Başkanlığını”nın kurulması öneriliyor. İşte ittifakın din ve inanç özgürlüğünü sağlamakta bulabildiği “ileri” formül bundan ibaret. Bu en hafif deyimiyle, tıpkı “üçüncü yol” önermesindeki gibi isim değiştirerek kitle üzerinde farklı şeyler savunulduğuna dair bir algı yaratma girişimidir.
HDP her seçim döneminde birkaç adım daha geri atarak kapitalizmin eğik düzleminde aşağıya kayışını sürdürüyor.Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı çoktandır unutuldu. Barış ve toplumsal uzlaşma söylemiyle istemlerini, burjuvazinin kabul edeceği sınırlara çekti. Yaşanan bu değişimin inandırıcılığını artırmak için seçim listelerini burjuvaziyi ürkütmeyecek isimlerle takviye ediyor. İttifak içindeki devrimci partilerin kontenjanları bir vekille sınırlanırken, liberallerin, yetmez ama evet’çilerin listelerdeki yeri ve parti içindeki konumları sürekli olarak güçlendiriliyor. Bunun da yetmediği anlaşılıyor ki devlet katında muteber isimler listelere ekleniyor. Eğik düzlemdeki bu kayışın en son örneği mecliste yapılan Finlandiya’nın NATO’ya kabul oylamasında yaşandı. Oylamayla ilgili olarak HDP Dışişleri Komisyonu Sözcüsü Hişyar Özsoy, açıklamasında şunları söyledi. “Hiçbir zaman askeri anlaşmaya ‘evet’ oyu vermiyoruz, her zaman ‘hayır’ diyoruz. İlk defa askeri bir anlaşmada böyle yapıyoruz. Şimdiye kadar hepsine red oyu verdik. Ama bu defa Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşru gördüğümüz için bu oylamaya katılmama kararı aldık, ‘hayır’ da demek istemedik.” Yanı HDP’ye göre NATO emperyalist bir saldırı örgütü değil bir güvenlik örgütüymüş. Meclisteki Finlandiya oylamasına katılmayan diğer bir parti de TİP’ti. TİP cumhuriyetin değerlerinden biri olarak göklere çıkardığı anti-emperyalizmi, Finlandiya oylaması sırasında unutuverdi. Erkan Baş “özürü kabahatinden büyük” misali, seçim çalışmaları yaptıkları için bunu atladıklarını söyledi. Halbuki oylama sırasında kendisi Ankara’daydı. İşte bizim parlamentarizme boyun eğme dediğimiz tam da budur. Bu boyun eğme size gerekli anda, gerekli olanı “unutturuyor”.
HDP içinde bir kırılmalar yaratan bu gelişmeler, onun devrimci hareketlerle olan bağlarını da zayıflatıyor. İttifak içindeki bazı parti ve gruplar, açık ya da örtülü olarak Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyeceklerini açıkladılar. HDP’nın ideolojik, politik yönelimiyle yarattığı bu kırılmaların seçim sonrasında büyüyerek devam edeceği anlaşılıyor.
Özet olarak seçimlerdeki konumlarını açıklamaya çalıştığımız bu iki ittifakın ortak hareket noktasını “tek adam diktatörlüğünden”, “saray rejiminden”, Erdoğan’dan kurtulmak oluşturuyor. Bu aynı zamanda hükümetin uyguladığı politikalardan baskı, işsizlik, enflasyon, geleceksizlik vb. etkilenen geniş kitlelerin de talebidir. Bu geniş kitleler, burjuvazinin yarattığı yanılsamayla Erdoğan’ın kaybetmesiyle içine düştükleri durumdan kurtulabilecekleri umudunu besliyorlar. Bu umudun boş olduğunu yaşayarak görecekler.
Ya sosyalistler, onların beklentileri ne? Toplanma, örgütlenme, sendikalaşma, grev, genel grev vb. özgürlükler mi genişleyecek? Dünyanın emperyalist savaşın eşiğinde olduğu bugünkü koşullarda savaş politikalarından mı vazgeçilecek? Krizin derinleştiği bu koşullarda işçi ve emekçilerin çalışma, barınma ve insanca yaşama koşullarında bir düzelme mi gerçekleşecek ? Bunların hiç birinde bir düzelme olmayacaktır. Çünkü Türkiye kapitalizmi kendini reforme edecek koşullara sahip değildir. Bu koşullarda burjuvazinin verebileceği tavizler, yaşam biçimine ve sosyal medya kabaca müdahalenin ötesine geçmeyecektir.
Hükümet ve muhalefet işçi ve emekçileri din, milliyetçilik, şovenizm, beka, göçmen düşmanlığı vb. sahte bir kutuplaşmanın esiri haline getirerek, kendi çıkarına bir değişim istemlerinin önünü açıyor. Bununla hem kitleler üzerindeki burjuva ideolojik ve politik hegemonya perçinleniyor, hem de sahte umutlarla kitlelerdeki öfkeyi denetim altına almaya çalışıyor. Sosyalistler ise, niyetlerinden bağımsız olarak, sahte umutları besleyerek burjuvazinin imdadına yetişiyor. Buna izin vermemeliyiz.
Seçmenin Erdoğan yanlısı ve karşıtı olarak kutuplaştırıldığı, oy kullanmanın buna indirgendiği bugünkü koşullarda söylenecek sözün, gösterilecek çabanın seçmenin oyunun belirlenmesinde ciddi bir etkisinin olmayacağını biliyoruz. Ama söylenen hiçbir söz, girişilen hiçbir çaba boşa gitmeyecektir!
Çıkış yolu işçi sınıfının, emekçilerle birliği ve mücadelesidir. Seçim zeminini esas olarak işçi ve emekçilerde burjuva parlamentarizmine dair oluşan yanılsamaları gidermek, onlara gerçek kurtuluş yolunu göstermek için kullanmalıyız. Mücadele içinde örgütlenerek, birleşerek, kapitalist sistemde çalışma ve yaşama şartlarımızı daha da iyileştirebilir, mücadelemiz için elzem olan özgürlükleri kazanabilir ve kapitalizme karşı sonsal mücadeleye güçlü bir biçimde hazırlanabiliriz.
Bu hiç hayal değildir. Yeter ki gücün bizde olduğunu kavrayalım, birleşelim, örgütlenelim.
Örgütlü gücün karşısında, hiçbir kuvvet duramaz!