12eylül, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve devlet erkinin merkezileşmesinde önemli bir dönemece işaret eder. Burjuvazi, egemenlik tarihinde, ölüm korkusunu hiç bu kadar yakın ve yakıcı hissetmemiştir.
1923 burjuva devrimi, örgütsel ve ideolojik öncüllerini sınıf niteliğinin yanında, zafer kazandığı özgül koşulların özelliklerinden aldı.
Ekim devriminin dünya devrimine büyü- düğü, devrim ateşinin dünyanın ezilen ve sömürülen halklarını uyandırıp ayağa kaldırdığı, dünya burjuvazisinin ekim devrimi karşısında, aralarındaki savaşı ve çelişkileri bir tarafa bıra- karak birleştikleri bir ortamda; Türkiye burjuvazisi sınıf düşmanının, Sovyet işçi sınıfının desteğini yanında buldu. Bu desteğe dayanarak ve onu kullanarak, emperyalist işgal devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya) ile doğrudan tek bir çatışmaya bile girmeden, ve onların gelecekteki çıkarlarını da garanti ederek, iktidarı ele aldı.
Bu elverişli uluslararası ortamda, emperyalist işgal altında, bağımsızlık ve milli kurtuluş söylemleriyle, işçi sınıfı ve emekçileri arkasına alarak, uzantısı olduğu, Osmanlı gericiliğine, padişahlığa karşı iç savaşı kazandı. Akabinde de işçi sınıfını ezerek, ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırarak, iktidarını perçinledi. Türk kimliği altında ulusal inkâr, asimilasyon ve etnik temizlik birlikte yol aldı. Burjuva ideolojisi, burjuva örgütlenmesi, bu mücadelelerden geçerek somut biçimlere büründü ve Kemalist ideoloji böylesi bir süreçte şekillendi.
Emperyalist bağımlılığın ve gericiliğin temsilcisi olan burjuvazi, emperyalist işgal ve feodal-dinsel gericiliğe karşı mücadelenin önderliğini ele geçirerek, “bağımsızlık ve ilericilik” payelerini kendine mal etti. Bağımsızlık ve ilericilik maskelerini; feodal-dinsel gericilikle oluşturulan ittifakı ve emperyalist bağımlılığı meşrulaştırmak için kullanan burjuvazi, gelişmekte olan sürecin gerçek karakterinin üzerini örttü. Bu kavramlar üzerinden halk kitlelerinin dikkatleri dağıtıldı, “bağımsızlık” afyonunun sarhoşluğu içindeki yığınlar, toplumsal kurtuluşa uzanan yol kavşağında, ucu mutlak burjuva egemenliğine varan güzergâha sürüklendi. Laiklik; batıdaki örneklerinden farklı olarak “din devleti, devlet dinine dönüştürülerek” burjuva devlet örgütlenmesi ve ideolojisinin temel bileşenlerinden biri oldu.
Devletçilik ise yeni kurulan sermaye düzeninde, sermaye birikimi yetersizliğinin gideril- mesi ve kapitalist altyapının geliştirilmesinin aracı işlevini üstlendi. Kapitalist gelişmenin zorunlu bir evresi oldu. “Halkçılık” da emeğin sorunsuz sömürüsünü örten bir perde olarak işlev gördü.
“ İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” savı üzerine oturtulan; temel bileşenleri de ulusçuluk-milliyetçilik, devletçilik ve laiklik olan Kemalizm ve onun kurucu öğeleri, kapitalist gelişmenin yeni ihtiyaçları ve ulusal-toplumsal, sınıfsal yapıdaki alt üst oluşlarla sarsıldı; süreç içinde adım adım çözüldü. Ulusun temeli olarak tarif edilen Türkçülük ve sınıfsızlık, bizzat sınıf mücadelesi ve Kürt ulusal uyanışıyla parçalandı. Özellikle 1940’lı yıllardan başlayarak, İslam’ın tarikatlar yoluyla yeniden siyaset sahnesine dönmesiyle birlikte, bir devlet dini olan laiklik ilkesinin dinsel temeli daha da güçlendi.
60’lı ve 70’li yıllarda kemalist ideoloji bir devlet dini olan “laiklik” ile “siyasal İslam”
arasında bir sarkaç gibi salınıp durdu. Burjuvazi, sınıf hareketini, devrimci mücadelenin gelişmesini durdurmak için giderek artan ölçüde İslam’a sarıldı. Bir yandan, “siyasal İslam”ı, anti-komünist damarından girerek, devrimci hareketlere karşı kullanmak üzere silahlandırdı öte yandan, aşırı güçlenme eğilimi sezdiğinde de, dün sırtına binip cepheden cepheye koşturduğu Truva atlarını zalimce kırbaçlamayı ihmal etmedi.
Burjuvazi, karşı karşıya kaldığı ideolojik iflası ve iktidarsızlık zafiyetini, 12 Eylül terörüyle durdurdu. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesine karşı, tarihinin en geniş kapsamlı terörünü örgütleyerek, yönetemezliğine geçici de olsa son verdi. Devletin ve sermayenin yeniden örgütlenmesini de bu terör dalgası üzerine oturttu.
1923’te sermaye birikimindeki zayıflığı nedeniyle bir zorunluluk olarak başvurulan devletçilik, 1980’lere gelindiğinde, sermaye birikimi ve merkezileşmesinin önünde temizlenmesi gereken bir engeldi artık. Bu engel, kamu işletmelerinin yerli ve yabancı tekellere açılmasıyla aşıldı. Devletin boşalttığı alanlarda, neredeyse bir gecede güçlü tekelci yapılar ortaya çıktı. Özelleştirme, sermayenin el değiştirmesi ve yeniden yapılandırılmasının güçlü bir manivelası oldu. Kemalist devletçilik ve onun karşıtıymış gibi sunulan özelleştirme, birbirinin tezatları olmadığı gibi, burjuvazinin tercihleri de değildir; tersine sermaye birikim sürecinin zorunluluklarıdır. Aynı durum yabancı sermayenin Türkiye’ye girişi için de geçerlidir.
Yabancı sermaye ve meta ithalatına tanınan yeni kolaylıklarla (arazi tahsisi, gümrük ve vergi indirimleri, çeşitli öncelikler vb) Türkiye, tarımından sanayiine yerli ve yabancı tekellerin istilasına uğradı; firmalar el değiştirdi, yabancı ortaklıklar temelinde yeni firmalar kuruldu. Sanayide taşeronlaşma süreci hızlandı. Ulusal paranın konvertibl hale getirilmesi, yüksek faizli devlet borçlanmaları, yeni kurulan sermaye piyasaları (borsalar) ve genişleyen kredi sistemiyle ekonomi, yerli ve yabancı mali spekülatörlerin spekülasyonlarına açıldı. Bütün bunlarla da Türkiye “sıcak para” cenneti haline getirildi.
Ekonomideki bu yeniden yapılanmaya, tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte devletin de yeniden yapılandırılması eşlik etti. Kültürel, eğitsel, sağlık vb, tüm alanlar tarikat örgütlenmesi için elverişli hale getirildi.eti Neticede Kemalizm’in “İslami Kemalizm” ile ikame edilmesi için kapılar ardına kadar açılmış oldu. Kemalizm’in iflasının yarattığı boşluk, “siyasal İslam”la dolduruldu. Bürokrasiden başlayarak devlet örgütlenmesi, en başta da eğitim sistemi “siyasal İslam”ın örgütlenme alanı oldu.
70’li yıllarda özellikle ABD’de eğitilen kadrolar, 80’li yıllarda devlet bürokrasisinin önemli noktalarına yerleştirildi. ” Demokrasiye dönüş” perdesi altında başlatılan sermayenin ve devletin bu yeniden örgütlenmesi, Özal döneminde -12 Eylül terörünün gölgesinde- “sessizce” yol aldı.
Kürt devrimci hareketinin yükselişiyle gelen milliyetçi – şoven dalga ve ordunun artan rolüyle, süreç kesintiye uğradı. Refah Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu dönemde, anti-İsrail, anti-ABD söylemin “siyasi İslam”da öne çık- ması ve ardından gelen ABD destekli ordu mü- dahalesiyle, “Siyasi İslam” elde ettiği mevzilerin bir kısmını korusa da, önemli bir güç kaybına uğradı. “Siyasi İslam”ın radikalizmi, önemli ölçüde, törpülendi.
90’lı yıllarda dünya iki önemli değişime sahne oldu. Birincisi, Sovyetler Birliğinin çökü- şüyle sosyalizmin reel varlığının sonlanması; ikincisi, kapitalist sistemde savaş sonrası koşullarda oluşan ABD hegeonyasının, bu hegemonyayı olanaklı kılan koşulların değişmesiyle, zayıflaması, hasara uğramasıdır.
Bu değişim, bir yandan sistemde müzminleşen kâr oranlarının düşme eğilimini hafifleterek sermaye birikimi ve merkezileşmesi sürecini hızlandırırken, diğer yandan da eşitsiz gelişmenin ortaya çıkardığı kapitalist güç odakları arasındaki rekabeti keskinleştirerek, pazarların yeniden paylaşımı eğilimini güçlendirdi.
Dünya çapında oluşan yeni güç dengesinin hegemonya üzerinde yarattığı baskıyı ABD, “yeni dünya düzeni”yle karşıladı. Hegemonyadaki zayıflamayı durdurmak için Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’nın yeniden dizaynını içeren “yeni dünya düzeni”nde Türkiye’nin ABD adına üstleneceği rol, devletin yeniden yapılanmasının uluslararası koşulunu oluşturdu. Böylece Türkiye’nin iç ve dış sorunları da bu proje kapsamında ABD’nin sorunları haline dönüştü. 12 Eylül’le başlayan 90’lı yıllarda esas olarak Kürt sorunu nedeniyle kesintiye uğrayan devletin yeniden yapılanması sorunu, yeniden burjuva siyasetin ana gündem maddesi oldu. Ama bu kez yeniden yapılanma sadece bir iç siyaset zorunluluğu olarak değil, aynı zamanda bir dış siyaset zorunluluğu olarak gündemdeydi.
1983’te ANAP’ın Türkiye siyasi hayatında yer alış tarzı, AKP ile tekrarlandı. AKP emperyalist “düşünce kuruluşları”nın tavsiyesi ve ABD’nin icazeti ile kuruldu. Farklı hesap ve beklentilerle AB ve uluslararası tekellerin desteğini arkasına alarak Türkiye’ye taşındı. Artık sıra AKP’nin iktidara taşınmasına gelmişti. Bunu da fırlatılan anayasa kitapçığı üstlendi.
2001’de uluslararası spekülatörlerin tetiklediği kriz ortamında AKP büyük bir çoğunlukla iktidar koltuğuna oturdu. Yeniden yapılanma, kaldığı yerden start aldı. Ekonomide, sanayi ve mali sektörde özelleştirmeler ve yeni ortaklıklarla emperyalist tekellere bağlı taşeron yapıların oluşturulmasının hızlandırılmasıyla sürdü.
Sanayideki bu taşeronlaştırma ile Türkiye’nin ithalatı katlanarak büyürken, ihracatı da arttı. Artan ihracatın kaynağını taşeron şirketlerin, emperyalist tekeller adına üstlendikleri ihracat oluşturdu. Otomobil ihracatı, kendine ait otomobil firması olmayan Türkiye’nin, en büyük ihraç kalemi oldu. Tekstil ve tarımsal ürünlerde durum tersine döndü. Tarımsal ürün- lerin üretimi sınırlanırken, ABD ve AB’nin tarımsal ürün fazlaları Türkiye’ye aktı. IMF kıskacında Türkiye’nin kalkınma hızı düşerken, dış borcu da katlanarak arttı. “İslami sermaye” devlet olanakları ve emperyalist tekellerle girdiği ilişkilerle hızla büyüdü ve bu kesimin devletteki konumu güçlendi. AKP, AB’den aldığı desteği, AB’nin dayattığı konumu, özel statüyü kabul ederek ödedi. AB ile Türkiye arasındaki ekonomik ve siyasi flört de bir sonuca bağlanmış oldu.
Süreç; emek cephesinde taşeronlaşma, tari- kat örgütlenmeleri aracılığıyla emeğin ekonomik örgütlülüğünün çökertilmesiyle sürdü. Siyasal ve ekonomik örgütsüzlük koşullarında işçi sınıfı, burjuva siyasetin basit bir eklentisi olarak bir uçtan öteki uca savruldu. Ücretler sürekli olarak düşerken, işsizlik ve yoksulluk katlanılamaz ölçülere vardı.
Ekonomideki bu yeniden yapılanma, devletin yeniden yapılanmasıyla birlikte yol aldı. Bu yapılanma, içinde yer alınılacak bir emperyalist savaş ve olası bir iç savaş temel kurgusu üzerine oturtuldu. En başta devletin baskı aygıtı ordu, polis ve hukuk sisteminin bu temel kurguya göre yeniden yapılanması iki ana unsura dayanıyordu: Birincisi, ordunun iç siyasetteki etkisinin azaltılarak, bir müdahale gücü Soros’un deyimiyle “bir ihraç malı”- olarak örgütlenmesi; ikincisi ordunun boşalttığı alanda polisin bir iç savaş örgütü olarak kurumlaştırılması ve hukuk sisteminin buna göre yeniden yapılandırılması.
Devletin -İslami kimliğine özenle vurgu yapılarak- bu yeniden yapılanması daha önce Doğu Avrupa ülkeleri ve eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki uygulamalardan esinlenerek yürütüldü. Türkiye’deki uygulama bazı farklılıklar gösterse de, temelde üç aşamalı bir plan dahilinde gerçekleştirildi.
Birinci aşamada, toplumsal duyarlılıklar kışkırtılarak mevcutları büyütüldü ya da sanal olarak yeni yeni duyarlılıklar topluma korku penceresinden dayatıldı. İkinci aşamada bu du- yarlılıklar, bir toplumsal kamplaşmaya yol açacak, “kriz” yaratacak ölçülere vardırıldı. Üçüncü aşamada ise, “kriz”in çözümü olarak devletin yeniden yapılanmasının unsurlarına dönüştürüldü. Bu stratejide şeylerin isimleri değiştirilerek içeriklerinin de değiştiği aldatmacasına başvuruldu. Böylece aynı içerik farklı isimler altında, tepkiler törpülenerek topluma kabul ettirildi.
Toplumsal duyarlılıkların yaratılması, büyütülerek “krize” dönüştürülmesinde medya, önemli bir işlev gördü. Bu kapsamda medya stratejiye ters düşen olguların gizlenmesini de üstlendi. Örneğin suni krizler şişirilerek şoklarla verilirken, gerçek kriz -ekonomik kriz-
ya olduğundan çok daha önemsizleştirildi, ya da tersine çevrilerek bir propaganda örgütlendi. Sonuçta Türkiye, AKP ile girdiği devletin yeniden yapılandırılması sürecinde, ABD ve AB resmi temsilcilerinin, ABD ve AB’ne bağlı “sivil toplum örgütlerinin”, tarikatların, gazeteci, iş adamı, danışman, araştırmacı, uzman, misyoner vb. kılıklarda faaliyet gösteren istihbarat örgütlerinin, bölgeye yönelik operasyonlarının merkez üssü haline geldi.
İşçi sınıfının ve ezilen halkların sömürüsü ve dökülen kanları üzerinde yükselen, AB normu adı altında her seferinde parlatılıp eskinin güncel sürümünden başka anlam taşımayan bazı kurumsal ve yasal düzenlemeler, Türkiye için ulaşılacak demokrasi normu olarak kabul edildi. AB’ye giriş, tarikatlar, “sivil toplum örgütleri” ve liberal “aydınlar” eliyle işçi ve emekçilere kurtuluş olarak sunuldu. “Kurtuluş” emperyalist bağımlılığın yeni ismi oldu.
Bu bağlamda Türkiye; bölgede ABD adına, Gürcistan, ermenistan, Mısır ve İsrail arasında oluşturulacak ittifakın merkez ülkesi rolünü üst- lendi. Bu ittifakın oluşumu, ermeni, Kürt açılımları için bölge ülkelerini kapsayan yoğun bir diplomasi trafiğini sürdürdü. İsrail ile dalaşarak bölge halkları üzerindeki prestijini yükseltti. Ermeni halkına karşı uygulanan etnik temizlikte yaratılan ve halklara mal edilen düşmanlık, ABD’nin bölgedeki çıkarları adına “dostluğa” dönüştürüldü. Düşmanlığı yaratanlar dostluk kurucuları oldu. Ermenistan ile Türkiye arasında imzalanan protokol, olanı biteni bütün çıplaklığıyla fotoğraflıyor. Arkada emperyalist haydutlar, önde onların piyonları, halkları için yeni bir kanlı geleceğe hazırlanıyor. Türk dış politikasının amentüsü olarak kabul edilen “komşularla sıfır sorun” Türkiye’nin ABD adına Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslarda üstlendiği rolün içeriğini şifreliyor. Türkiye, ABD’nin siyasi, ekonomik ve diplomatik etkisinin zayıf olduğu ülkelerde (Libya, Suriye, Lübnan, İran, ermenistan vb.) “sıfır sorun” adı altında ABD operasyonlarını yürütmeyi üstleniyor.
Bölgede ABD adına yürütülen savaş hazırlığına, içeride iç savaş hazırlıklarının sürdürülmesi eşlik etti. Bu çerçevede devletin geleneksel tehdit algılaması değişti- rildi. İrtica, tehdit algılamasının dışına çıkarıldı. Yoksulluktan beslenen ve yok- sulluğu besleyen tarikat örgütlenmesi, sivil toplum örgütlenmesi adıyla devlet örgütlenmesinin bir unsuru olarak kabul edildi. İnsan hakları üzerinden tariflenen demokrasi, bu kez dinsel özgürlükler olarak tariflendi. Kriz yaratmak ve büyütmekte bir argüman olarak kullanılan dînî simge türban, demokrasi simgesi haline getirildi.
Kemalizm ile “siyasi İslam”ın sentezinden oluşan İslamî-Kemalizm (Türk- İslam Sentezinin bir başka biçimi) devletin yeniden yapılanmasının ideolojik temelini oluşturdu. Bu temel üzerinde devletin baskı aygıtları ordu, polisin ve hukuk sisteminin yeniden izledi.
İç savaş örgütlenmesi kapsamında, Kürt sorunu ve “yeni dünya düzeni”nde üstlenilecek roller orduya havale edilirken, polisin görev tanımı ve görev alanı yeniden belirlendi. Özel birimlerle takviye edilerek etkili silahlar ve istihbarat olanakları geliştirildi. Ordunun iç güvenlik görevlerinin bir kısmı fiili olarak bu yeni yapılanmaya devredildi. Fişleme ve dosyalama, polisin asli görevi oldu. Devlet bürokrasisinin yeniden yapılanması, polisteki fişleme ve dosyalama üzerinden yürütüldü. Bu yöntemle bürokrasi ya hizaya sokuldu ya da yenilendi.
Polisin bu yeni işlevleri, hukuksal yapıdaki değişikliklerle etkinlik kazandı. De- mokratikleşme ve AB normlarına uyum adına, DGM’ler kaldırıldı; yerine tamamen bir iç savaş yargı sistemi olan özel mahkemeler konuldu. Bu mahkemelerle gelenek- sel burjuva yargı sistemi bir kenara atıldı. Yargılama sistemi, polisin fişleme ve dos- yalamalarına dayanan, telefon ve ortam dinlemeleri ile gizli tanık ve ihbar mektup- ları üzerine oturtuldu. İç savaş örgütlenmesinin önemli bir unsuru olan bu özel yargı sistemi, tamamen işçi sınıfının olası başkaldırısını ve Kürt ulusal hareketini hedef almaktadır. Bu yargı sisteminin bugün burjuvazinin iç çatışmasında devletin yeniden yapılandırılmasının bir aracı olarak kullanılması, şeylerin isimlerini de- ğiştirerek, kendilerinin de değiştiği yanılsamasına dayanan bir aldatmacadır.
Darbe tehdidi, devletin bu yeniden yapılanmasının başlıca aracı olarak kulla- nıldı. Yapılanma; ABD, AKP ve ordu yönetimi tarafından koordineli olarak yürütülüyor. 12 Eylül’ün darbeci generalleri yargılanamazlıklarını, devlet protokolün- deki yerlerini korurken, o günün darbeyi fiili olarak uygulayan, bugünün emekli generalleri, işçi sınıfına ve halka karşı işledikleri suçlar nedeniyle değil, sadece AKP iktidarına karşı darbe girişimlerinden yargılanıyor. Sadece bu olgu bile bu sahte yargılama sürecinin gerçek niteliğini ortaya koymaya yeter. Darbe korkutmacısıyla emperyalist savaş ve iç savaş hazırlıkları halka onaylatılıyor. Halkın bir kesimi tarikatların denetimi altında iktidar yanlısı olarak kemikleştirilirken, diğer kesimi baskı altında sindiriliyor. 1933’lerde, Hitler ’in Almanya’da uyguladığı yöntemler (dosyalama, fişleme, özel yargı, yargısız infaz, duyarlılıkları kullanarak tehdit ve kriz yaratma – Reichstag yangını… vb.) 2010 Türkiye’sinde demokrasi adına uygulanıyor.
ruhlarını emperyalist tekellere teslim etmiş soldan çarklı liberaller, burjuva de- mokrasisinden sosyalizm çıkarılabileceğini sanan iflah olmaz reformistler, yüzeyde olana bakarak AKP’nin -ABD desteğiyle- vesayetçi devlete, orduya vb. savaş açtığını sanıyorlar. Oysa tam tersine AKP; Kemalizm’in artık taşıyamadığı devleti, “İslamî- Kemalizm”le yeniden yapılandırıyor. Üstelik devlete rağmen değil, devletle bir- likte. Devletteki çözülme; işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olduğu, onun bir sonucu olduğu sürece gerçek bir çözülmedir. Bunun dışında çözülme bir yeniden yapılanmadır. Bugün olan, tam da budur.
Bugün artık İslami-Kemalizm; devletin yeni resmi ideolojisidir. Devletin “siyasi İslam”a bakışı, “siyasi islam”a yönelik gericilik ve tehdit algısı değişmiş, irticai faaliyetler, devletin güvenlik doktrininden çıkarılmıştır. Kemalizm’in “zinde gücü” ordu, bu yeni ideolojiyi kendi içinde egemen kılmak için , temizlik hareketini, devletin diğer kurumlarını da yanına alarak büyük bir ustalıkla sürdürdü, sürdürüyor.
Cumhuriyet’in kurucu partisi, Kemalizm’in “yılmaz savunucusu ” CHP; devlet des- tekli iç değişim sürecinde “siyasi İslam”la olan bütün ihtilaflarını bir bir geri çekti. Yeni CHP başkanı türban sorununu kendisinin çözdüğünü açıkladı. CHP’den tekke ve zaviyelerin kapatılmasının yanlış olduğu, laikliği savunmanın sırtlarında bir yük olduğu itirafları birbirini izledi. Devlet aygıtında ve CHP’deki bu değişim Fethullah Gülen’in onayıyla mühürlendi. Gülen, kendisine sorulan bir soruyu,
“Kemalistler ile İslamî olanları birbirine karşı imiş gibi gösteren mihraklara nazar-ı dikkat sarf etmek lazım. İslami olanların Kemalist olmaları gibi, Kemalistler de imanlı insanlardır” biçiminde yanıtlayarak, Kemalizm ile “siyasi İslam” arasındaki “ta- rihi” ihtilafa da son vermiş oldu. Geriye kalan, bu fiili yapılanmaya anayasal bir zırh geçirilmesidir. Bugün burjuva siyasal alanda yeniden alevlenen “çatışma” bu sürecin AKP’yle mi, yoksa AKP’siz mi tamamlanacağına ilişkindir. Çatışma yapılanmanın özüne ilişkin değil, AKP’nin dengeyi bozarak süreci kendi lehine çevirme girişimlerinden kaynaklanıyor. Sürecin AKP eliyle tamamlanması, dinsel motifli bir burjuva diktatörlüğü endişesini büyütüyor. Endonezya örneği, bunun hiç de boş bir endişe olmadığını doğruluyor.
İslami-Kemalizm; sınıf mücadelesi ve Kürt özgürlük hareketinin çözdüğü Kemalizm’in “siyasi İslam”ın dayanak yapılarak yeniden yapılandırılmasıdır. Bu yapılanmada sınıf gerçekliğinin, sömürünün üstünü örten halkçılık, “siyasal İslam”ın ümmetçi kardeşliğiyle yer değiştirdi.
İslam’ın sınıf gerçekliğini reddettiği bilinen bir şeydir. Ancak “siyasal İslam”la bu reddediş ayetler manzumesinden çıkartılarak örgütsel bir nitelik alıyor. Tarikatlar, işçi sınıfına, emekçilere sömürüye boyun eğdirme görevini üstleniyor. Kürt özgürlük mücadelesinin paramparça ettiği Türkçülük, anayasal vatandaşlık (siz “ümmetçilik” diye okuyun) kavramıyla yeniden geri getiriliyor. Kürtlük etnisite olarak kabul edilirken, siyasi olarak reddediliyor. Eskiden olduğu gibi siyasal hakların gasp edilmesi, eşitlik ve kardeşlik şalıyla örtülüyor. Meşhur bir deyişle “garp cephesinde”, şeylerin isimlerinin değiştirilmesi dışında, “ yeni birşey yok” .