Giriş
1945’te II. Paylaşım savaşının ardından kapitalist sistemin ABD hegemonyasında yakaladığı hızlı büyüme, -özellikle 1971 dolar krizinin ardından- yerini inişli çıkışlı süreğen bir bunalıma bıraktı. 1987’de ABD’de baş gösteren kriz, kapitalist dünyayı yeniden sarsmaya başlayınca bu kez kapitalizmin imdadına Sovyetler Birliği’nin çöküşü yetişti. Sosyalist sistemin çöküşüyle kapitalizm yeniden 1945’dekine benzer, hızlı bir gelişme yakaladı. Bu gelişmenin sistemdeki iki önemli etkisinden birincisi, kapitalizm yaşadığı müzmin bunalımdan çıkarak hızlı bir ekonomik büyüme yakalaması; ikincisi ise, bu hızlı büyümenin sistemde eşitsiz gelişmeyi hızlandırarak, mevcut güç dengesini geri dönülmez bir biçimde bozması oldu. Kapitalizm 1990 sonrası gelişimini bu iki belirgin olgu temelinde sürdürdü.
Kapitalizm, 1971 kriziyle içine girdiği türbülansı, 1990’da Çin’in kontrollü kapitalistleşme süreci ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle atlattı. Sermaye yeniden hızlı büyüme ve gerçekleşme olanaklarına kavuştu. Çözülen öteki sosyalist ülkelerle birlikte dünyanın 1/3’lük bölümü kapitalizme entegre olurken, mevcut meta pazarı bir anda olağanüstü bir genişliğe ulaştı. Bir milyarı aşan ucuz işgücü yeniden sermayenin emrine girdi. Bu gelişmelerle sermayenin gerçekleşmesinin önündeki engeller, geçici de olsa, adeta sihirli bir dokunuşla bir anda aşılmış oldu. Daha da önemlisi, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle, zaten uzun bir dönemden beri ideolojik, politik ve örgütsel savrulmayla kapitalizmin eğik düzlemine oturan ve hızla dibe kayan mevcut siyasal işçi hareketinin, burjuva hegemonya alanına hapsolarak etkisizleşmesi, sermayeye sadece hızlı büyüme olanağını değil, sınıf mücadelelerinden etkilenmeden “özgürce” ve güven içinde genişleme imkanını da sağladı.
Ayak bağlarından kurtulmanın verdiği ivmeyle, sermaye hareketleri olağanüstü bir hız kazandı. Üretici güçlerin gelişmesi; özellikle iletişim, bilişim ve ulaşım sektörlerindeki yeni gelişmeler de meta üretiminin otomasyon süreçlerini ilerletti. Sermayenin daha önceki birikimi üzerine oturan bu süreç, kapitalist meta üretimi sürecinde, sermaye hareketlerinde ve uluslararası işbölümünde -aşağıda dile getirilen- önemli değişmelere yol açtı:
Geçen yüzyılın başında farklı üretim ünitelerinin bir araya getirilmesi ve bant sistemiyle birbirlerine bağlanması (Fordizm) üzerinde yükselen büyük entegre fabrika üretim sisteminin yerini, bu ünitelerin parçalanması ve farklı mekanlara taşınması eğilimi aldı. Üretici güçlerdeki gelişmenin meta üretiminde sağladığı yüksek standardizasyon ile birlikte meta üretim sürecinin mekânsal birliği bir kez daha parçalandı. Meta üretim süreci, dışarıdan hammadde tedarikiyle bir mekânda –aynı büyük fabrikada, bir ülkede– başlayıp biten bir süreç olmaktan çıkarak, metaların farklı parçalarının, farklı fabrika ve ülkelerde üretilmesi ve bir araya getirilerek birleştirilmesinden oluşan bir sürece dönüştü. Sermayenin bu şekilde ucuz işgücüne kayması, üretim maliyetlerinde ciddi bir düşüşü de beraberinde getirdi.
Meta üretiminin mekânsal parçalanmasıyla birlikte, artı-değer üretimi de esas olarak ulusal alanda olup biten bir süreç olmaktan çıkarak, uluslararası alanda gerçekleşen bir sürece dönüştü. Bununla birlikte, ortalama kâr oranları da sermayenin uluslararası değer bileşimi tarafından belirlenir oldu. Bu durum değer bileşimine bağlı olan kâr oranlarının düşme eğilimini frenlerken, uluslararası tekellere kârdan daha büyük bir pay alma olanağını sağladı.
İletişim ve ulaşım sektöründeki gelişmeler, meta dolaşım sürecinde de önemli değişmelere yol açtı. Meta pazarı derinlemesine ve genişlemesine büyüdü. Metaların pazara erişimi kolaylaştı. Mekânın zamanla küçülmesi sağlanarak, sermayenin devir hızı yükseldi. Üretim sürecinin mekânsal bölünmesinin yol açabileceği denetim zaafları, yeni teknolojik gelişmelerle en aza indirgendi.
Meta üretimi ve meta pazarının büyümesine; ihtiyaçların çeşitlenmesi, yeni ihtiyaçların ve ihtiyaç olmayan ihtiyaçların keşfi, lüks tüketimin büyümesi eşlik etti. Bu süreç, aynı zamanda doğanın kâr amacıyla tahrip edilmesi ve kapitalist yabancılaşmanın büyümesi sürecidir.
Sermaye birikimi, sermayenin merkezileşmesiyle ve yoğunlaşmasıyla daha da büyüdü. Sanayiden sonra tarım ve hizmetler sektörleri de dev tekellerin denetimine girdi. Mevcut sanayi dalları çeşitlendi, yeni sanayi dalları ortaya çıktı. Tarımda sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme süreci (büyüdü) hızlandı. Küçük ve orta köylülüğün yoğunlaşan iflasıyla birlikte geleneksel tarım da geriledi. Geleneksel tarımın yerini, toprağın ve tarımsal tohumların genetiklerinin değiştirilmesiyle sanayi tarımı aldı. Emek üretkenliğine dayalı yığınsal meta üretimi, sanayiden sonra tarıma da egemen oldu. Hizmet sektörü ve geleneksel hizmetlerden sonra, devletin üstlendiği hizmetler de ( eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, altyapı, belediye hizmetleri…vb.) artı-değer üretimine eklemlenerek büyüdü. Hizmet sektöründe de tarımdakine benzer bir durum yaşandı; kendi üretim aracını kullanarak yaşamını sürdüren küçük burjuvazinin iflas süreci hızlandı. Sektörde yeni dev hizmet zincirleri oluştu. Bilişim, iletişim ve ulaşım alanındaki gelişmeler, ticarî sermayede de önemli değişimleri koşullandırdı. E-ticaretin, geleneksel ticaret sermayesini yerinden etme süreci hızlandı.
Çeşitlenen kredi sistemiyle denetlenemez bir büyüklüğe ulaşan mali sermayenin, sanayi sermayesi karşısındaki üstünlüğü giderek daha da güçlendi. Gerçek sermaye varlıklarından onlarca kat büyük bir sanal varlığa hükmeden mali sermayenin kontrolünde, sermayenin spekülatif alanlara kayması hızlandı. Burjuvazi, çeşitlenen hisse senedi ve tahvil piyasalarında kupon keserek sermayesini büyütürken, sermayenin asalak karakteri daha da belirginleşti.
Bu süreçte, kapitalist rekabetin belirleyici biçimi olan spekülatif rekabetle, birçok sermaye grubu ve ülke, varlıklarına el konularak iflasa ve krize sürüklendi (1994 Meksika, 1997 Güney Asya, 1998 Rusya, 1999 Brezilya, 2000 Arjantin, 2001 Türkiye… vb.). Bu süreç, mali sermaye kontrolündeki kapitalist sistemin güç–bağımlılık ilişkisi bağlamında örgütlenmesini daha da pekiştirmiş oldu.
Sermaye hareketindeki bu gelişmeler, kapitalist sistemdeki eski işbölümünün üzerinde yeni bir işbölümünün oluşumunun da temeli oldu. Bu yeni işbölümünde gelişmiş ülkeler teknoloji üretimi, lüks meta üretimi ve parçaların bir araya getirilmesine dayalı bir sanayi üretiminde yoğunlaşırken; geri ülkeler eski işbölümünde üstlendikleri rolün (tarım ve hammadde ikmali) yanında, ucuz yığınsal meta üretimi ve parça üretimiyle bu sanayinin hizmetine girdi. Parça üretimine dayalı meta üretiminin olanaklı hale gelmesi sonucu, geleneksel sanayi dallarının önemli bir kesimiyle birlikte tekeller, üretimlerinin bazı bölümlerini daha ucuz işgücünün olduğu alanlara kaydırma olanağını elde etti. Böylece tekellerin çevresinde, bağımlı irili ufaklı firmaların özelleştirmeler, satın almalar, ortaklıklar ve tedarik anlaşmalarıyla oluşan “taşeron” bir sermaye oluştu. Bunun kaçınılmaz sonuçlarından biri de geri ülkelerdeki ithal ikameci kalkınma modellerinin, ihracata yönelik kalkınma modeliyle birleştirilmesi oldu. Emek yoğun sanayi ile birlikte kitlesel meta üretiminin ucuz işgücüne giderek artan ihtiyacı ve hızlanan kayışı, bu ülkelerin ithalatıyla birlikte ihracatının da büyümesine yol açtı. Ancak artan ihracat bu ülkelerin kendi sanayilerinin bir performansı olmaktan çok, emperyalist tekellerin bu ülkelerdeki faaliyetlerinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Kâğıt üzerinde bu ülkelere ait gibi gözüken ihracat, gerçekte ise emperyalist ülkelerin bütün dünyaya yayılmış “kardeş” şirketlerinin kendi aralarındaki ihracatıdır. Bu süreçte doğanın tahribinin ardından sanayi kirliliği sorunu da, esas olarak geri ülkelerin sorunu haline geldi.
Sürecin, işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi üzerindeki etkisine gelince; sermayenin birikimi ve sermaye üretim koşullarındaki değişme, zorunlu olarak proletaryanın bileşimi ve üretim koşullarında da bir değişmeye yol açtı.
Proleterleşme, yoksullaşma ve mülksüzleşme yoluyla çeşitli sınıflardan (yoğun olarak yoksul, küçük ve orta köylülük, şehir küçük burjuvazisi, mühendisler, doktorlar, avukatlar… vb.) proletaryaya katılım arttı. Kafa emekçilerinin büyük bir kesimi bu süreçte ayrıcalıklarını kaybederek, üretimin teknik örgütlenmesinde üstlendikleri rollerle proletaryaya katıldı. Buna karşın üretim sürecinin mekânsal parçalanmasına bağlı olarak, birim işyerinde toplulaşan emek gücü miktarı küçüldü. Böylelikle de sermayenin üretim süreci üzerindeki denetimi pekişti. Sanayideki “taşeronlaşmaya”, emek gücünün taşeronlaştırılması eşlik etti. Güvencesiz ve esnek çalışma adı altında, kapitalizmin ilk dönemlerinde yaygın olan yarı işçilik, parça başı ücret ve evde çalışma, geri geldi. Ama bu kez evde çalışanların önemli bir büyüklüğünü kalifiye işgücü oluşturdu. Sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde vasıfsız kadın, çocuk ve göçmen emeğinin kullanımı arttı. Proletaryanın saflarında kademelenme, farklılaşma ve bölünmeler çoğaldı. Sonuçta, kapitalist üretim sürecinde emek ve sermayenin konumları değişmeden kalırken, emeğin mücadele koşulları son derece zorlaşmış oldu.
Değişen Güç Dengeleri ve Emperyalist Kapışma
Kapitalizmin, 20. ve 21. yüzyılın kavşağında yakaladığı bu hızlı büyümenin önemli sonuçlarından bir diğeri de kapitalizmin eşitsiz gelişiminin hızlanması, emperyalist devletler arasındaki güç dengelerinin köklü bir biçimde bozulması ve yeniden oluşmasıdır.
II. Paylaşım savaşı bittiğinde dünya haritasında, siyasetinde ve güç dengelerinde önemli değişiklikler olmuştu. Savaştan ekonomik, politik, diplomatik ve askerî bakımdan güçlenerek çıkan ülkeler, ABD önderliği altında yeniden örgütlenirken; Sovyetler Birliği de bunun karşısında, devrimin zafer kazandığı doğu Avrupa ülkelerini bir araya getirerek yerini aldı.
Savaşla birlikte kapitalist sistemdeki eski güç dengeleri köklü bir biçimde değişti; İngiltere eski konumunu kaybederken sistem ABD hegemonyası altında yeniden örgütlendi. 1945’te Broten Words anlaşmalarıyla kurulan İMF, Dünya Bankası, GATT bu hegemonik örgütlenmenin ekonomik temelini oluştururdu. Bu temel, ikili ve çok taraflı anlaşmalarla güçlendirildi. CIA denetiminde, anti-komünist propaganda orduları oluşturuldu. Sistemin askerî güvenliği NATO vasıtasıyla sağlandı. Hegemonyanın ilk görevi, coğrafî açıdan devrim bölgesinde yer alan bir dizi Avrupa ülkesini (Almanya, İtalya, Fransa, Yunanistan vb.), ekonomik ve askeri olarak desteklemesi oldu. Avrupa ülkeleri ekonomik, siyasal ve askeri olarak ABD şemsiyesi altına alındı.
Bu hegemonik sistemdeki ilk kırılma, 1960’lı yılların ortasında ABD ekonomisinde yaşanan durgunlukla başladı. ABD yaşanan ekonomik durgunluğu hegemonyanın olanaklarını kullanarak (Dünya Bankası, İMF ve GATT üzerindeki belirleyici konumu ve doların dünya çapında tek eşdeğer olması), kriz ihracı yoluyla aşabildi. Ancak bunun bedelini hegemonyada açılan ilk çatlakla ödedi. Fransa, ABD’yi kriz ihraç etmekle suçlayıp, Almanya’yı da yanına alarak Avrupa ortak pazarının kurulması için harekete geçti. Arkasından, NATO’nun askeri kanadından ayrılarak ABD karşısında “Birleşik Avrupa” fikrini filizlendirmeye çalıştı.
Hegemonya koşullarında ikinci kriz 1971’de, Avrupa devletlerinin ellerinde bulundurdukları dolarları altınla değiştirmek istemeleri sonucu yaşandı. Doların altın karşılığı olmadığı ortaya çıkınca dolar genel eşdeğer olma özelliğini yitirdi. ABD Avrupa’nın baskısıyla doları revalüe etmek zorunda kaldı. Bu kez de krizin etkilerini azaltmak için yine hegemonyanın olanaklarını kullandı; ABD’ye olan ihracatlarını kısıtlama tehdidiyle, Almanya ve Japonya’nın desteğini sağladı. ABD bu krizle tarihinde ilk kez borç veren ülke konumundan, borç alan ülke konumuna geriledi. Dünya mali piyasalarında -etki alanları henüz sınırlı da olsa- Mark ve Yen bölgeleri oluşmaya başladı. Bu, ABD hegemonyasının aldığı ikinci büyük darbeydi. ABD bu darbeye 1974’de petrol krizini örgütleyerek cevap verdi. Bu kez zorda olan, Alman ve Japon ekonomileriydi. Bu gelişmeler sonucunda 1980’li yılların sonunda ABD’nin dünya çapındaki eski üstünlüğü bariz bir biçimde gerilemişti.
1990’da sosyalist sistemin çöküşü, emperyalist devletler arasındaki çelişkileri minimalize eden tutkalı çözerek, ABD hegemonyasının üzerinde yükseldiği ikinci ayağın da çökmesini sağladı. ABD’nin diğer emperyalist devletler üzerindeki ekonomik etkisinden sonra politik, diplomatik ve kültürel etkisi de zayıflamaya başladı.
2000’lerin başında kapitalist sistemde değişen güç ilişkileri, yeni güç odaklarının eklenmesiyle yeniden şekillendi. Geleneksel emperyalist güç odaklarına; yani ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya ve İtalya’ya, yeni güç odakları olarak Çin ve Rusya eklendi. Yenileri de sırada, örneğin Hindistan. Bu geleneksel altı emperyalist odak içinde İtalya ve Japonya’nın kendi başlarına hareket etme kabiliyetlerinin sınırlı olduğu düşünülürse, geriye kalan altı emperyalist odak arasındaki güç dengelerinin değişmesi gibi bu değişimin bir çatışmaya dönüşmesi de kaçınılmazdı. Böyle de oldu. Büyük güçler (ABD, Çin, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere) dünyanın birçok bölgesinde başlangıçta dolaylı, sonrasında ise giderek doğrudan bir şekilde karşı karşıya gelmeye başladılar.
Geçmişte Sovyetler Birliği ve ABD tarafından temsil edilen dünyada, ABD hegemonyası altında pazarların paylaşımı üzerinden süren emperyalist rekabet, bugün pazar paylaşımını aşarak, egemenlik alanları paylaşımına dönüştü. Geçmişte bir ülkenin hangi kampta yer alacağı biçimindeki sorun, bugün bir ülkenin hangi emperyalist gücün denetimi altına gireceği sorunu halini aldı. Bu sorun, emperyalist devletler arasındaki çelişkileri baskı altında tutan hegemonik yapının zayıflamasıyla daha da belirginleşti.
Kapitalist eşitsiz gelişme, rekabet altında bozulan ve yeniden kurulan güç dengelerinde yeni bir paylaşım ne kadar kaçınılmazsa, bu paylaşımın sistemdeki hegemonik güce yönelmesi de o kadar kaçınılmazdır. Bugüne kadar hiçbir hegemonik güç bundan kaçınamamıştır. Daha da önemlisi, hiçbir hegemonik güç kendi zayıflığını kabul etmemiş ve savaşmadan hegemon konumundan vazgeçmemiştir. Bu durum, köklü bir biçimde değişim sürecine giren bugünkü güç dağılımı göz önüne alındığında çok daha geçerlidir.
Büyük güçler arasında çelişki ve çatışmaların keskinleşmesinin, yeni güç kombinasyonları ve yeni ittifakların oluşmasına yol açması da kaçınılmazdı. ABD-İngiltere ile ÇİN–Rusya ittifakı, henüz ilan edilmemiş savaşın iki karşıt cephesini oluştururken, ittifaklar bu iki cephe etrafında şekillenmeye başladı.
1970’li yıllarda tökezlemeye başlayan ABD hegemonyasında, 2000’li yıllarda önemli gerilemeler ortaya çıktı. Bu gerileme, en başta ekonomik göstergelerde kendini ortaya koyuyor. 70’li yıllarda dünya sanayi üretimi ve ticaretinde başlayan gerileme, 2000’li yıllarda daha da belirginleşti. Teknoloji alanında ise ABD eski üstünlüğünü kaybetmiş durumda. Hegemonya üzerinden dünya çapında kurduğu denetim, eskisi kadar sağlam değil. Dolar hâlâ bir dünya rezerv parası olma özelliğini korusa da Euro’nun yaygınlaşması doların etki alanını daraltıyor. Yeni para birimi oluşturma arayışları ve uluslararası ödemelerin karşılıklı olarak ulusal paralarla yapılması girişimleri sürüyor.
Obama, ekonomik güç ile hegemonya arasındaki ilişkiyi; ‘kapitalizmin artık eski kapitalizm olmadığını, sanayi ötesi toplumla birlikte artık emperyalizmin de tarihe karıştığını, emperyalist sistemde ilişkinin güçle değil, karşılıklı bağımlılıkla belirlendiğini’ ileri süren sosyalizm dönekleri için, ABD’nin mevcut durumunu, emperyalizm üzerine bir ders niteliği taşıyan şu sözlerle ortaya koyuyor: “Gücümüzün temeli, zenginliğimizden gelir. Ordunun masraflarını o öder. Diplomatlarımızı o güvenceye alır. Halkın potansiyelini o açığa çıkarır ve yeni endüstrilere yatırımın önünü o açar. Ve geçtiğimiz yüzyılda olduğu gibi bu yüzyılda da bizi başarılı kılacak odur.”
ABD hegemonyasındaki her gerileme, rakip güçlerin hegemonya üzerindeki baskısını arttırıyor. Bu gelişmenin iki önemli sonucundan birincisi, güç dengelerinin değişimine bağlı olarak, yeni bir güç dengesinin oluşumudur. İkincisi ise, hegemonyadaki gerileme, güç kaybı, merkezkaç kuvveti harekete geçirerek, ABD’nin denetimi altındaki ülkelerde ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılığın gevşemesine, bunun bir sonucu olarak da hegemonyadaki gerilemenin büyümesine yol açıyor. Sonuçta ABD, hegemonyasından taviz vermek zorunda kalıyor. İMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluş anlaşmalarında ABD aleyhine küçük de olsa bazı değişikliklere gidilmesi bu gelişmelerin bir sonucudur.
Buna karşın ABD, bugün askeri alanda önemli bir üstünlüğü elinde tutuyor: Büyük bir savaş gücüne, özellikle de çok büyük ve etkili deniz gücüne sahip. Dünyada 150’nin üstünde ülkede üstleri ve askerleri var. Gelişmiş teknolojiyle donanmış bu üstünlük sayesinde hegemonyasını sürdürebiliyor. Ancak ekonomideki güç kaybı bunu giderek zorlaştırıyor. Hegemonyasındaki zayıflamanın sonuçlarından biri de, ABD’nin arka bahçesi saydığı Latin Amerika’da önemli bir güç kaybına uğraması oldu. Denetlediği, gerektiğinde darbe yaptığı kıta ülkeleri Bolivya, Brezilya, Şili, Nikaragua, El Salvador, Porto Riko, Guatemala vb. ülkelerde eski konumuna sahip değil. Venezüella’da ise tüm denemeleri, hep başarısızlıkla sonuçlandı.
Afrika’da, Fransa ve Çin’le tutuştuğu rekabette önemli bir güç kaybına uğradı. Asya’da da durum pek farklı değil; Rusya’nın, çöküşün ardından kendini toparlamasıyla ABD’nin Asya’daki faaliyetleri de önemli ölçüde sınırlandı. Pakistan ve Hindistan üzerindeki denetimi zayıfladı. Diğer bölgelerden farklı olarak Ortadoğu’da; Mısır, S. Arabistan, Kuveyt, Katar, BAE, Ürdün ve Türkiye üzerindeki etkisini güçlendirdi. Bu devletlerle bölgede İsrail’in etrafında birleşik bir güç yaratmaya çalıştı. Bu ittifakın karşısında duran İran ve Lübnan Hizbullah’ına yönelik ciddi operasyonlar yapmasına rağmen, İran’ın bölgede artan etkinliğini önleyemedi.
ABD ile doğrudan bir rekabet ve çatışma içine giren Çin’de ise süreç tersine işledi. ABD ekonomisi gerilerken Çin ekonomisi göreceli olarak güçlendi. Bugün Çin, uluslararası ticarette dış ticaret fazlasına sahip iki ülkeden biri ve aynı zamanda ABD’nin de en çok borçlu olduğu ülke. Çin ayrıca, ABD’nin ve diğer emperyalist devletlerin aksine ucuz işgücü avantajıyla krizden en az etkilenerek büyümesini sürdürebildi. Ekonomide, özellikle de bilişim sektöründe ABD ve diğer güç odaklarını geride bırakmış durumda. Çin bu konumuyla –ki birçok ekonomist ve stratejistin tespitleri bu yöndedir- ABD hegemonyasına alternatif olma potansiyeline sahip. Bu durum, iki devlet arasındaki rekabet ve çatışmayı daha da büyütüyor. ABD Çin’e karşı ihracat kısıtlamalarına gidiyor, gümrükleri yükseltiyor; Çin ise ABD’nin bu girişimlerine -bazı tavizler vermiş olsa da- benzer önlemlerle mukabele ediyor. Çatışma özellikle iletişim ve internet ağları alanında (Hawaii-Apple çatışması) keskinleşmiş durumda. Çatışmanın başka bir boyutu da Çin’in Afrika kıtasındaki faaliyetleridir. Çin modern tarihinde ilk kez bu ölçüde yayılmacı bir güce kavuşmuş durumda. Afrika kıtasında birçok ülkede (Libya, Çad, Nijerya, Endonezya, Angola, Sudan, Zimbabve, Cibuti… vb.) ciddi yatırımları var.
Rusya, 1991’de Sovyetler Birliği yıkıntıları üzerinde kurulan 15 ayrı devletin en büyüğüydü. Bölünmenin ardından Rusya Federasyonu’nun Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) oluşturarak dağılmayı önleme girişimi kısa süre sonra hüsranla sonuçlandı. Baltık ülkelerinden (Litvanya, Letonya, Estonya) sonra, en başta Gürcistan, ardından Ukrayna BDT’den ayrıldı. BDT, geri kalan devletlerin ( Rusya, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Ermenistan, Moldavya, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan) gevşek bir topluluğu olarak devam etti. Bu süreçte Rusya Federasyonu iç savaş sürecinden geçerek kendisini yeniden bir odak olarak var etmeye çalıştı. Zengin yeraltı kaynaklarına (petrol, doğalgaz vb.) sahip olmasına rağmen ekonomisi çökmüştü. Ama Rusya dünya tarihinde bu ekonomik geriliğiyle karşılaştırılmaz bir siyasi etkiye, deneyim ve birikime sahip olmuştur. Çarlık döneminde Avrupa devletleri için hem bir ittifak hem de bir korku kaynağıydı. Ekim Devrimi ile birlikte Sovyet Rusya, varlığını sürdürdüğü sürece dünya kapitalizmi için hep bir kâbus olarak var oldu. Bu geçmiş, Rusya’nın kapitalistleşip gerilerken bile Avrupa ve ABD için bir endişe ve korku kaynağı olmasını açıklıyor.
1900-2000 yılları arasında ABD ve AB, Rusya’yı Avrupa’dan uzak tutmak için bir işbölümü çerçevesinde birlikte hareket etti: Rusya karşısındaki bu işbirliğinde AB, sorunun ekonomik yanını üstlendi. Doğu Avrupa ve Balkanların eski sosyalist ülkeleriyle ilişkilerini keserek, Rusya’yı Avrupa’dan izole etti. ABD ve İngiltere ise sorunun siyasi, diplomatik ve askeri boyutunu üstlendi. Hedef, Rusya’nın kuşatma altına alınarak kıpırdayamaz hale getirilmesi, hegemonya için bir tehdit olmaktan çıkarılmasıydı.
AB’nin dünya ekonomisi ve siyasetindeki yerine gelince; Avrupa Birliği’nin hikâyesi 1957’de altı Avrupa ülkesinin -Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg’un- bir araya gelmesiyle başladı.
AET’yi kuran Roma Anlaşması’nda amaç, benzer bütün emperyalist anlaşmalarda olduğu gibi, “kalkınma, iş birliği, serbest ticaret” gibi sermayenin sihirli terimleriyle açıklansa da, gerçek amaç; ikinci savaş sonrasında kapitalist sistemde oluşan ABD hegemonyası karşısında Avrupa’nın Fransa ve Almanya önderliğinde kendini yeniden örgütlemesiydi.
Elli yıllık kader birliğinin ardından Fransa ile İngiltere’yi karşı karşıya getiren ve 50 yıllık Fransız-Alman düşmanlığına son veren AET ile Almanya, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında içine düştüğü vesayetten kurtulmayı, Fransa ise eski sömürgeleri üzerinde kaybetmeye başladığı denetimi yeniden kurmayı hesaplıyordu.
Başlangıçta anlaşmanın dışında kalarak anlaşmayı etkisizleştirmeyi deneyen İngiltere, bunun sonuç alıcı olmadığını görerek 1964 ve 1967’de iki kez birliğe üye olmak için başvurdu. Bu başvurular birlik içinde dengeleri bozacağı gerekçesiyle Fransa tarafından reddedildi. İngiltere’nin AET’ye girme ısrarı 1973’te sonuç verdi ve AET’nin yedinci üyesi oldu.
1957-1991 yılları arasında AET, gerek ABD’nin kapitalist sistemdeki hegemonik konumu, gerekse İngiltere’nin istikrarsızlaştırıcı etkisi altında zaman zaman tökezleyerek yoluna devam etti. 1991’de Sovyetler Birliği’nin resmi çöküşü, AET için de bir dönüm noktası oldu ve topluluk, Avrupa Birliği’ne dönüştü.
AB’nin oluşması, dünya kapitalizmi için yeni bir dönemin başlangıcı; sınırların, ulusal devletlerin ortadan kalkması, kapitalist dünya devletinin (imparatorluk) kurulması doğrultusunda bir adım olarak ilan edildi. Bir kez daha aynı cümleleri duyar olduk; artık, ‘Avrupa Ortak Evi’nde her şey başka olacaktı. Kapitalizm değişecek ve yerini karşılıklı çıkara; baskı, yerini yeniden eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğe bırakacak; ulusal sınırlar ortadan kalkacak ve ulus devlet tarihe karışacaktı. Aradan çok kısa bir süre geçtikten sonra bu söylenenlerin tamamen tersi oldu. Perde kalktı ve alttaki gerçek, bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı: Ülkeler bölündü, sınırlara teller gerildi, küreselleşme adı altında küçük ve geri ülkeleri, gelişmiş büyük devletlere prangalayan zincirler yağlandı; “adalet, özgürlük, kardeşlik” yerini yeni düşmanlıklara, halkların kıyımına, olağanüstü hallere, örtülü veya açık diktatörlüklere bıraktı.
Pazar ve Nüfuz Alanı Olarak
Dünyanın Yeniden Bölüşümü
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından emperyalist devletler arasında dünya pazarının bölüşümüne dair mücadele, Doğu Avrupa’nın bölüşülmesiyle başladı. 1990’da Demokratik Almanya beklendiği gibi Federal Almanya tarafından yutuldu. Bu gelişmeyle Alman emperyalizmi Versailles anlaşmasını hükümsüz kılarak; gelişmiş ekonomisi, teknolojisi ve birleşme sonucunda sahip olduğu güçlü orduyla yeniden kurtlar sofrasındaki yerini almaya başladı. AB’nin ilk sıradaki hedefi yıkılan sosyalist devletleri ya da yıkılan devletlerin bölünmesiyle oluşan yeni devletleri kendine katarak absorbe etmekti. Önce bölünmesine karar verilen ülkeler, etnik ve dinsel farklılıklar kullanılarak, halklar birbirine kırdırılarak parçalandı. Çekoslovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere iki; Yugoslavya da Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Karadağ, Sırbistan, Makedonya, Kosova olmak üzere yedi devlete bölündü. Bu yeni devletlerin bir kısmı ile Polonya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan 2004-2013 yılları arasında AB’ye bağlandı. Geride kalan Arnavutluk, Bosna Hersek, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Sırbistan da sırada bekliyor. Bu yolla Doğu Avrupa ve Balkanlar; Batılı emperyalist devletler yani Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD arasında geride bir dizi çözülmemiş sorun bırakılarak paylaşıldı. Paylaşmada aslan payı, birleşmeyle Avrupa’nın devi haline gelen Almanya’ya düştü. Almanya’nın desteğine muhtaç olan Fransa’nın gözü Avrupa’dan çok, Afrika ve Ortadoğu’daki eski sömürgelerindeydi.
AB süreci aynı zamanda AB ile ABD ve AB’nin büyük güçleri Almanya, İngiltere ve Fransa arasındaki çelişki ve çatışmayı da su yüzüne çıkardı. Özellikle 2008 dünya kapitalizminin yapısal krizi sonrasında bu durum daha da belirgin hale geldi. Almanya’nın güçlenmesi karşısında kendini eli kolu bağlı bir konumda bulan İngiltere; üzerinde güçlü denetim sahibi olduğu Polonya ve Portekiz gibi ülkeleri de yanına alarak, AB içinde AB’yi istikrarsızlaştırma işini üstlendi. İngiltere’nin bu faaliyeti, ABD tarafından AB’ye karşı ekonomik ve siyasi önlemlerle desteklendi.
2008 krizi sonrasında AB içinde ortaya çıkan sorunlar (Portekiz, İspanya, Yunanistan, İrlanda ve İtalya krizleri), İngiltere için bu yönde bir hamlenin zeminini oluşturdu. Özellikle, Yunanistan’ın AB den ayrılmayı gündeme getiren krizini İngiltere, AB karşıtı politika için bir fırsat olarak değerlendirdi. Yunanistan’ın birlikten ayrılması için elinden geleni yaptı. Almanya, İngiltere’nin bu hamlesine “Avrupa Kurtarma Fonu’nu (EFSF) devreye sokarak karşılık verdi. Krizin hafifletilmesi karşılığında bu devletler üzerindeki AB, özellikle de Almanya denetimi güçlendirildi. AB’nin gerek İspanya, Portekiz, İtalya, gerekse Yunanistan krizlerini dağılmadan atlatması İngiltere’nin bu hamlelerini de boşa çıkardı. Öyle ki; İngiltere, İngiliz politikasının geleneksel etkisi altında olan Yunanistan’ı bile kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Kısaca, Avrupa’da Fransa ve Almanya etkisini önlemek için yola çıkan İngiltere, tam tersine, politika oluşturamaz duruma düştü.
İngiliz politikasının Fransız politikasının gölgesinde kaldığını gösteren başka bir olgu da Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki paylaşım oldu. İngiliz yayılmacılığının bariz bir biçimde Fransız yayılmacılığının gölgesinde kalması, İngiltere’yi AB ile ilişkilerini gözden geçirmeye zorlayan son halka oldu. Brexit, bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıktı. İngiltere’yi yeniden paylaşım sürecinin etkin bir unsuru haline getirmeyi amaçlayan bu girişim, ırkçı-milliyetçi ve şoven bir kampanya ile “İngiliz” halkına onaylatıldı. Böylece İngiltere yeni yayılmacı politikasının kitle desteğini de sağlamış oldu.
İngiltere’nin AB’den ayrılması, kapitalist dünyada rekabet ve çelişkilerin keskinlik düzeyinin göstergesi olduğu gibi; emperyalist güçler arasında değişen güç dengelerine bağlı olarak dünyanın yeniden paylaşımının vardığı boyutu ve bunun geri dönülmez bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır.
Brexit kararının ardından Alman şansölyesi Merkel’in yaptığı açıklamalar bu vargıyı doğruluyor. Brexit’i, “Avrupa tarihinde bir kırılma olarak” nitelendiren ve Avrupa’da belli başlı güç odakları arasındaki patlamaya hazır çelişkilerin yeniden savaşa dönüşmeyeceğine dair bir garanti olmadığı uyarısında bulunan Merkel, açıklamasını, “Şimdi hayal etmek zor olsa bile, özellikle bu sıralarda, unutmamalıyız ki Avrupa Birliği fikri, barış fikridir. Yüzyıllarca süren korkunç kan dökülmelerinden sonra, Avrupa Birliği’nin kurucuları, altmış yıl kadar önce, uzlaşma ve barış yönünde Roma anlaşmalarıyla sonuçlanan ortak bir yol buldular.” dedikten sonra Almanya’nın bu gelişmeler karşısındaki konumunu, “Alman hükümeti bu süreçte Alman vatandaşlarının ve Alman ekonomisinin çıkarlarını dikkate alacaktır,” olarak sürdürdü. Merkel’in bu sözleri hiçbir yoruma açık kapı bırakmayacak biçimde Avrupa’nın İngiltere ile Almanya ve Fransa arasında yeni bir paylaşım mücadelesine sahne olacağını doğrular niteliktedir.
Lenin, bir kez daha haklı çıktı. Bundan 106 yıl önce 1. Paylaşım Savaşının hemen öncesinde reformistler tarafından Avrupa’da olası bir savaşı önlemenin yolu olarak ileri sürülen Avrupa Birleşik Devletleri sloganı için söyledikleri gerçekleşti. Lenin, 1915’te kaleme aldığı “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” makalesinde bu girişimi, “Emperyalizmin iktisadi koşulları, yani sermayelerin ihracı ve dünyanın “ileri” ve “uygar” sömürgeci devletler tarafından paylaşımı” olarak nitelendirerek, bunun kapitalizm koşullarında “ya olanaksız ya da gerici bir nitelik taşıdığının” altını çizmişti. Gelişmeler tam da böyle oldu. Dağılmaya yüz tutan gerici bir birlik.
ABD ile AB arasındaki güç kavgası, ekonomik alandan siyasi ve askeri alana doğru yayılarak sürüyor. ABD özellikle dünyada ticaret fazlası veren ikinci ülke olan Alman ekonomisini istikrarsızlaştırmak için bir dizi ekonomik önlemi devreye soktu. Kota ve gümrük önlemleriyle Alman otomobil ve çelik sanayini hedef aldı. En büyük Alman otomobil firması Volkswagen ve en büyük Alman Bankası Deutsche Bank haksız rekabet gerekçesiyle cezalandırıldı.
Birçok konuda (Belarusya, Baltık ülkeleri, Ukrayna) ciddi anlaşmazlıklar olmasına rağmen AB’nin Rusya’yla olan ilişkilerini belli bir düzeyde sürdürme girişimi, ABD ve İngiltere’nin sert tepkisiyle karşılaştı. ABD, Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak Kuzey Akın Doğalgaz hattını engellemek için bir dizi girişimde bulundu, bulunuyor.
ABD ile AB arasında askeri konulardaki görüş ayrılıkları da derinleşiyor. AB, her ne kadar NATO’yu hâlâ bir güvenlik şemsiyesi olarak görse de, NATO’nun eski tarzda ABD çıkarları için kullanılmasına karşı tutum almaya çalışıyor. Bu karşı tutum alış, özellikle Kuzey Afrika’da ABD ile çıkar çatışması içine giren Fransa için geçerlidir. Fransa Cumhurbaşkanı Makron’un “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği” söylemi tam da bu durumu anlatıyor. AB’nin Avrupa ordusu kurma girişimi de buna denk düşüyor. AB üyesi 28 ülkeden, İngiltere, İrlanda, Malta, Portekiz hariç, 23’ünün imzaladığı “Avrupa Ortak Savunma Belgesi” PESKO, ortak askeri müdahale için birlik ve ekipmanların, devletler arası organizasyonunu öngörüyor. NATO’ya karşı olmadığı ifade edilse ve daha şimdiden istikrarsızlık içinde dağılma sürecine girmiş olan AB’nin böyle bir gücü oluşturamayacağı açık olsa da, bu girişim AB’nin NATO dışında bir arayışının ifadesidir. Gerçekleştirilemez olmasına rağmen bu oluşumun asıl önemi, bir iç savaş müdahale gücü olarak örgütleniyor oluşudur. Bu yeni oluşum geçmişte NATO’ya bağlı iç savaş örgütlenmesi olan Gladyo’nun görevini üstlenecektir. Ayrıca bu girişim, Almanya ve Fransa’ya etkili silahlar geliştirme ve diğer üye ülke ordularının içine sızma olanağını da veriyor.
ABD ve İngiltere ile AB arasındaki taktik ayrılıklar sadece Rusya karşıtı tutumla ilgili değil; bu ayrılıklar Kuzey Afrika, Ortadoğu, Kafkaslar, ve Güneydoğu Asya’yı da kapsıyor. Özellikle İran’a karşı takınılacak tavırda ABD ile AB arasındaki farklılık belirgindir. ABD, 2015’te BM Güvenlik Konseyi’nin beş üyesi ve Almanya ile İran arasında imzalanan nükleer anlaşmadan 2018’de çekildiğini açıkladı. AB, ABD’nin tek taraflı olarak aldığı bu kararı kınamakla kalmayarak, İran’la yapılan anlaşmaya bağlı kalacağını açıkladı ve 1996’da ABD’nin Libya’ya karşı uygulamaya koyduğu ambargoyu delmek için çıkardığı “Karşı Önlemler Paketi’ni uygulamaya koyacağını açıkladı. Uygulamada AB’nin bu girişimi etkili olmasa da, ABD ile AB arasındaki çıkar farklılıklarını ortaya koyuyor.
ABD ve İngiltere için asıl tehdit, Rusya ve Çin’dir. Hedeflerinde; Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden toparlanarak ayağa kalkmaya çalışan Rusya vardır. Batıdan Polonya, Baltık devletleri ve Ukrayna; Güneyden Türkiye ve Gürcistan (buna Türkiye ile olan ilişkisi nedeniyle Azerbaycan da eklenebilir) doğudan Türki Cumhuriyetleri denetim altına alarak kuşatılması, ABD ve İngiltere’nin Rusya politikasının temelini oluşturuyor. Böylece sadece Rusya izole edilmekle kalmayacak, aynı zamanda pasifikte ABD’nin güçlü bir rakibi haline gelmekte olan Çin ile Rusya arasındaki muhtemel bir ittifakın oluşmasını da engelleyebilecektir. ABD, Rusya’nın kuşatılmasını NATO’nun yeni konsepti olarak belirledi. 1999-2020 yılları arasında Doğu Avrupa ve Balkanların on dört devleti (Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Romanya, Slovakya, Karadağ, Arnavutluk, Hırvatistan, Kuzey Makedonya) NATO üyesi yapıldı.
Rusya bu tehlikeyi çok önceden görmüş olmalı ki 1996’da Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla Şanghay güvenlik ve işbirliği örgütünü kurdu. 2001’de Özbekistan katılımıyla Şanghay’ın üye sayısı altıya çıktı. ABD denetiminden uzaklaşmaya çalışan Hindistan, İran, Pakistan ve Moğolistan; Şanghay’la gözlemci statüsü vasıtasıyla ilişkilendi. Ancak bu örgüt, kuruluşundan 2008’e kadar olan sürede önemli bir varlık gösteremedi, daha çok kâğıt üstünde kaldı.
Dünya çapında yeni güç odaklarının oluşumunu, hegemonyasına karşı bir meydan okuma olarak gören ABD, 2001’de “Yeni Dünya Düzeni” sloganıyla bu meydan okumaya karşı harekete geçti. ABD’nin 2001’de gündeme getirdiği “Yeni Dünya Düzeni” 1900’lerin başından itibaren kapitalist dünyada güçler dengesindeki her değişimin (I. ve II. paylaşım savaşlarında olduğu gibi) öncesinde, güçlü emperyalist devletler tarafından dile getirilmiş bir savaş ilanıydı. Şimdi bu savaş ilanı, hegemonyası tehlikede olan ABD tarafından yapılıyordu.
Geride bu savaşın nasıl ve hangi gerekçelerle başlatılacağı kalıyordu. Bu ABD’nin hiç de yabancı olmadığı bir alandı. 11 Eylülde New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırı, savaşın bahanesi yapıldı. 11 Eylül, tıpkı Pearl Harbor’da olduğu gibi, bu savaşın ABD halkına dayatılarak onaylatılması, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle ideolojik temelini kaybeden hegemonyaya, ”teröre karşı ortak müdahale” adı altında yeni bir ideolojik temel kazandırılmasıydı. “Teröre karşı ortak müdahale” konseptiyle başlatılan savaşın ikinci adımı da; İran, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Libya (Kaddafi), Irak (Saddam) ve Lübnan Hizbullah’ı teröre destek veren ülkeler olarak açıklandı. Bunlar, ABD’nin ilan ettiği savaşın hedefindeki ülkelerdi. Üçüncü adımda operasyonlar Afganistan’ın işgaliyle başlatıldı. İşgalin resmi gerekçesi 11 Eylülden sorumlu olduğu açıklanan El Kaide’nin yok edilmesiydi. Alttaki gerçek neden ise Rusya’nın güneyden ve doğudan, tampon devletler oluşturularak kuşatılmasıydı. Afganistan’ın işgaliyle NATO ilk kez kendi sınırları dışında bir operasyona girişti. Bu, Sosyalist sistemin çöküşünden sonra ABD’nin NATO için oluşturduğu yeni konseptin ilk uygulamasıydı. NATO şemsiyesi altında yürütülen işgalde Almanya, Hollanda ve Türkiye askeri birlikler göndererek görev aldı.
Afganistan’ın işgaliyle birlikte üzerinde çalışılan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) 2003’te resmen açıklandı. Irak’ın işgali, BOP’un ikinci adımıydı. İşgalin gerekçesi Saddam’ın korkunç silahlarıydı; gerçekte ise bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin etki alanında yer alan devletler Suriye, Libya ve Irak ile 1979’da ABD’yi ülkesinden kovan İran’ın yeniden ABD hegemonyasına bağlanması, İsrail’in bölge güvenliğinin sağlanmasıydı. Ancak ABD Irak’ta beklediği desteği alamadı. 1991’de, 1. Körfez savaşında ABD’nin yanında yer alan birçok devlet (Rusya, Belçika, Almanya ve Fransa) ABD’nin Afganistan’ı işgalini desteklemedi. Bu işgalde ABD’nin müttefikleri başta İngiltere, Türkiye ve S. Arabistan olmak üzere Arap ülkeleriydi. S. Arabistan’ın sağladığı finansmanla Irak yoğun bir bombardımana tabi tutuldu. En iyimser tahminlere göre 1 milyon insan öldürüldü, bunun birkaç katı yaralandı, sakat kaldı.
2003’te başlatılan Irak işgali çeşitli aşamalardan geçerek 2011’kadar sürdü. Bu süre içinde Irak fiilen; biri dinsel, Şii ve Sünni bölgeleri; diğeri etnik, Kürt otonom bölgesi olmak üzere üç parçaya bölündü. ABD’nin birinci körfez savaşının ardından ilan ettiği uçuşa yasak bölgede (Irak Kürdistanı) yönetim Kürt örgütlerinin eline geçti. Irak’ın işgaliyle Mısır’dan sonra İsrail’e karşı Baas örgütlenmesinin önemli ayaklarından biri daha çökertildi. ABD’nin esas olarak İngiltere ve Fransa’yla yürüttüğü işgal hareketi ve doğurduğu sonuçlar, Türk devleti tarafından da aktif olarak desteklendi.
BOP; Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da 35 ülkeyi hedef alıyordu. Köklü coğrafik ve politik değişmeleri öngören projenin ana hedefleri; dünya enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip ve ticaret yollarının kesişme noktasındaki bölgenin kontrolünü sağlayarak hegemonyadaki çatlakları gidermek; enerji kaynaklarına sahip olmayan emperyalist devletleri (Almanya, Çin, Japonya) zora sokmak, İsrail’in güvenliğini sağlanmak, daha da ilerisi bölgede İsrail etrafında bir ittifak oluşturmak, bu yolla bölgenin güvenliğini ABD adına garanti altına almaktı. Açıklandığında, projenin hedeflediği birçok bölge ülkesi Türkiye, Afganistan, Irak, Yemen, Ürdün, Bahreyn, BAE, S. Arabistan, Kuveyt, Katar ve Cezayir’den destek gördü. Türkiye Başbakanı Erdoğan projenin eşbaşkanlığını üstlendiğini övünerek açıkladı.
Afganistan’ın işgaliyle ABD, BOP’un hedefleri arasında olan Rusya’yı güneyden ve doğudan kuşatma projesini de başlattı. “Teröre karşı mücadele” gerekçesiyle Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın hava sahalarını kullanma olanağını elde etti. Ardından bu ülkelerin bir kısmında ABD üstleri kuruldu. Bu, ‘sivil toplum örgütleri’ adı altında bir dizi (gençlik, ekoloji vb.) örgüt kurularak, her meslekten tanınmış kişiler devşirilerek ve medyada önemli köşe taşları ele geçirilerek sürdürüldü. Hemen her ülkedeki protesto ve isyanların başlatılmasında, örgütlenip eğitilen üniversite öğrencileri özel bir rol üstlendi. Öğrenci örgütlerinin başlattığı gösterileri, diğer sivil toplum örgütleri devam ettirdi. Muhalif hareketlerin finansörlüğünü Soros Vakfı üstlendi. İlk uygulama Gürcistan’da denendi. Rusya ile en uzun sınıra sahip olan Gürcistan aynı zamanda Rusya’nın Kafkaslara açılan kapısıydı. Buranın düşürülmesi, Rusya’nın izolasyonunda kilit bir öneme sahipti. 2003 seçimlerinin ardından plan işlemeye başladı. Seçimi Shevardnadze kazanınca seçime hile karıştırıldığı ileri sürüldü, sivil toplum örgütleri görev aldı, gösteriler başladı. Bağımsızlıktan sonra uzun süre Gürcistan’ı yöneten Shevardnadze istifa etti. Ocak 2004’te yenilenen seçimleri ABD vatandaşı Saakaşvili kazandı. Yeni iktidar Sovyetler Birliği’nden kalan her şeyi silmek için harekete geçti. Acaristan, Güney Osetya ve Abhazya’nın özerkliklerini ortadan kaldırmaya yöneldi. Rusya’dan Gürcistan’daki üstlerini hemen kapatmasını istedi. Gürcistan’ın hem iç hem de Rusya’yla olan gerginliği yeni bir safhaya girdi.
Benzer süreç, batıda henüz tümüyle ele geçirilmemiş olan Ukrayna’da işletildi. Kasım 2004’te yapılan seçimleri ABD ve AB’nin desteklediği aday kaybetti. Rusya yanlısı Viktor Yanokoviç başkanlığındaki yeni hükümet, AB-Ukrayna ortaklık anlaşmasını imzalamayı reddedince kıyamet kopmaya başladı. Seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle bindirilmiş kıtalar harekete geçirildi. Sonuçta seçimler iptal edildi. Aralık 2004’te yenilenen seçimi, ABD ve AB adayı Viktor Yuşçenko kazandı. Yeni hükümet Ukrayna içinde özerk bir statüye sahip olan Donbass’ın özerkliğini ortadan kaldırdığını açıklayınca, Mart 2014’te halkının çoğunluğunu Rusların oluşturduğu Donneks ve Donbass’ta ayaklanmalar başladı. Rusya ayaklanmayı aktif olarak destekledi. Ayaklanmacılar Novorrissya Federal Devleti’ni kurduklarını açıkladı. Ukrayna ile ayaklanmacılar arasında süren savaş Şubat 2015’te yapılan ateşkesle geçici bir sonuca bağlandı. Benzer bir durum Kırım’da yaşandı. Kırım, Mart 2014’te yapılan referandumda %99,77 oy oranıyla bağımsızlığını ilan etti. Referandumun ardından Rusya’ya katıldığını açıkladı. ABD ve AB bütün bu gelişmelere “kabul edilemez” açıklaması dışında fiili bir müdahalede bulunamadı. Yapabildikleri, Ukrayna’ya silah desteği ve Rusya’ya uygulanan ambargonun kapsamı ve süresini uzatmakla sınırlı kaldı.
Ukrayna’da yaşanılana benzer bir senaryo 2005’te Rusya ve Çin’e sınırı olan ve bu yüzden de ABD için büyük önem taşıyan Kırgızistan’da devreye kondu. Nisandaki gösterilerle, seçimi kazanan Askar Akayev düşürüldü, Temmuzda yapılan seçimde ABD’nin desteklediği Kurmanbek Bakiyev iktidara getirildi. Mayıs 2005’te Özbekistan için devreye sokulan senaryo ise başarısız oldu. Bu gelişmeler sırasında Bişkek’te toplanan Şanghay İşbirliği Örgütü, ABD’ye askerlerini Orta Asya’dan çekmesi çağrısı yaptı. Çağrının ardından Özbekistan ABD askerlerini ülkesinden çıkardı.
Rusya, ABD ve AB’nin Kafkasya’da yürüttüğü operasyonlara uzun süre sessiz kaldı. 2008’de Gürcistan’ın, bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya’ya saldırmasıyla durum değişti. Gürcü birlikleri Güney Osedya’ya girdi. Rusya buna, birliklerini Gürcistan’a göndererek cevap verdi. ABD, NATO, AB, İsrail ve Türkiye’nin Gürcistan’ı desteklediği savaşta Güney Osetya ve Abhazya, Rusya’nın müdahalesiyle bağımsızlıklarını kazanarak Rusya’nın nüfuz alanına dahil oldu. Bu savaşla birlikte Kafkasya ve Orta Asya’daki güç dengeleri de Rusya lehine değişmeye başladı. ABD, bölgedeki pek çok ülkeden askerlerini ve sivil güçlerini geri çekmek zorunda kaldı. Bu Bağlamda Türkiye’nin Fettullah Gülen vasıtasıyla doğrudan CIA’ye bağlı olarak yürüttüğü beşinci kol faaliyetleri de büyük ölçüde önlendi.
Gürcistan savaşı, ABD’nin sürdürdüğü hegemonya savaşının seyrinde önemli bir değişime yol açtı. Artık söz konusu olan, ABD’nin askeri güç üstünlüğüne dayalı tek taraflı dayatmalarla yürüttüğü ve rakiplerin diplomatik girişimlerle dâhil olduğu bir hegemonya savaşı değil, emperyalist güç odaklarını karşı karşıya getiren, bir paylaşım savaşıdır. Savaşın bu yeni aşamasının diğer bir özelliği de kapitalist rekabetin diplomasiyle, uzlaşmayla sürdürülmesi döneminin kapanması, diplomasi ve uzlaşmanın yerini askeri güç kullanımının alması, diplomasinin silahın emrine girmesidir.
Gürcistan, Ukrayna ve Orta Asya Ülkelerinde yaşananlara benzer bir durum Venezüella’da yaşandı. Chavez, 1992 başarısız darbe girişiminden sonra 1998’de seçimi kazanarak Venezüella devlet başkanı oldu. ABD karşıtı bir politika izledi. 2002’de iki gün süren bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı, halkın sokağa dökülmesiyle yeniden göreve döndü. ABD’nin terör devleti olarak nitelendirdiği, Küba, Rusya, Kore, Suriye, İran gibi ülkelerle ilişkilerini sürdürdü. 2006’da İran’a yaptığı ziyaretten sonra Venezüella, ABD tarafından teröre destek veren ülkeler kapsamına alındı. 2012’de ölümünün ardından yapılan 2013 seçimlerini, yardımcısı Maduro kazandı. Chavez’in ölümünden sonra ABD’nin karşı faaliyetleri daha da yoğunlaştı. 2018 seçiminden sonra Kafkasya ve Orta Asya’daki senaryo Venezüella’da da uygulamaya kondu; seçime hile karıştırıldığı gerekçesiyle sivil toplum örgütleri harekete geçti, paralel hükümet kuruldu. ABD, AB ve Amerika Devletler Örgütü seçimi tanımayarak muhalefetten yana tavır aldı. Venezüella ABD’nin ambargo kapsamına alındı. Madura ve destekçileri geri adım atmayınca senaryo boşa çıktı, mücadele devam ediyor.
Kriz ve Paylaşım
Dünya burjuvazisi, kendi teorisyenleri tarafından Sosyalist sistemin çöküşünün ardından, bir daha asla ayak bağlarına takılıp sendelemeyeceklerine inandırılmıştı. Bu inanç ve özgüvenle yoluna devam ederken, 2008’de yeni bir sürprizle karşı karşıya kaldılar. ABD’de ve finans sektöründe başlayan kriz tüm dünyayı ve reel sektörü etkisi altına alarak hızla yayıldı. 1990’ların öz güveni bir anda yerini, yeniden korku ve endişeye bıraktı. Kapitalizmin galebe çaldığı 1990-2008 yılları arasındaki eski söylem artık geride kalmıştı. 1990’da Sovyet sistemi çöktüğü zaman dünya burjuvazisinin sadık savunucuları, her boydan ekonomistler, ‘bilim(!) insanları’, sanatçılar, işçi simsarları… vb. koro halinde kapitalizmin, insanlığın değişmez kaderi, bolluk ve zenginliğin yegâne aracı olduğunu vaaz edip durdular. Devrim dönekleri bu koroya yüz yıl öncesi hempalarının, Proudhon’ların, Bakunin’lerin, Bernstein’ların, Kautsky’lerin, söylemlerini tekrarlayarak katıldı. Artık kapitalizm eski kapitalizm değildi, işçi sınıfı kaybolmaya yüz tutmuştu, emperyalizm yerini karşılıklı çıkara dayalı bir sisteme, (küreselleşme) bırakıyordu, krizler ve savaşlar artık tarihe mal olmuştu, vb…
Sermayenin, işçi sınıfına ve emekçilere allayıp pullayıp sunduğu bu sahte cennet, 2008’de bizzat sermayenin kendi işleyiş yasalarına çarptı. Burjuvazinin kutsal mabedi piyasalar, tepetaklak oldu. Kapitalizmin umut dağıtan kumarhaneleri olan borsalar, birbiri ardınca dibe vurdu. Mali sermayenin kaleleri olan bankalar, fonlar batmaya; kısacası, sermayenin gerçekleşme koşulları bir bütün olarak çökmeye başladı. Üretim araçlarının -makineler- bir kısmı atıl kaldı. Düşen reel ücretler, artan işsizlik, metaların sermayeye dönüşmesinin engelleri oldu. İşçi sınıfı ve emekçilerin ürettiği bolluk ve zenginlik, işçi ve emekçilere işsizlik, açlık, yoksulluk ve savaş olarak geri dönmeye başladı.
1990’da kapitalizmin bir daha kriz yaşamayacağını söyleyenler, bu kez krizin, kapitalizmin önceki krizlerinden daha büyük olduğunu söylediler.
Ne oldu da dünya, bir ekonomik buhranın, bir altüst oluşun eşiğine geldi; insanlığın değişmez kaderi olan ve kusurlarından arınarak insanlığa özgürlük, bolluk ve zenginlik getirecek olan kapitalizmin kutsal mabetleri birer birer çöktü? Ne oldu da, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, sosyalizmin bir ütopya ve işçi sınıfının yönetemezliğinin bir kanıtı olarak sunan burjuvazi, bugün -üstelik işçi ve emekçiler ekonomik, politik ve ideolojik olarak teslim alınmışken- bizzat kendisi yönetemez duruma düşüyor.
Bu soruların onlarcası birbiri ardına sıralanabilir. Ancak yanıt tektir: Kapitalizm bir kez daha kendi ayak bağlarına takılmış, kendi iç çelişkilerinin duvarına çarpmıştır. Üretimin toplumsal karakteri, bir kez daha, ürünler üzerindeki özel kapitalist el koymaya başkaldırmıştır. Üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin ve ürünlere el koymanın özel karakteri arasındaki çelişkinin, kapitalist sistem içinde çözümü yoktur.
Krize yol açan, iddia edildiği gibi kapitalistlerin bilgisizliği, devletlerin yönetim zaafları, yolsuzluk vb. değil, bizzat kapitalist meta üretiminin işleyişi yasalarıdır. Sermaye birikiminin büyük hız kazandığı 1990-2008 arasındaki döneme damgasını vuran, üretici güçlerdeki gelişmenin yol açtığı “aşırı” üretim, mali piyasalardaki aşırı şişme ve aşırı spekülasyondur. Sonuç ise Engels’in 1825’deki kapitalizmin ilk genel krizi için betimlediği tablonun, bugün çok daha geniş bir alanda, büyüyen ölçüde ve çok daha sarsıcı bir biçimde yaşanmasıdır.
Finansal sistemde büyük bir sarsıntıya yol açan kriz, aşırı üretimin neden olduğu sermaye değersizleşmesiyle birleşip, yeniden üretim sürecine nüfuz ederek ve derinleşerek sürdü. Daralan pazarlarda kavga büyüdü, metaların sermayeye dönüşmesi tekledi, fabrikalar üretimlerine ara vermek zorunda kaldı, kızışan rekabet iflaslarla, iflaslar sermayenin el değişimiyle, yoğunlaşmasıyla ve merkezileşme düzeyinin yükselmesiyle sonuçlandı; üretici güçler, özellikle işgücünün toplu olarak üretim sürecinin dışına itilerek atıllaştı. Mali çöküntü, sanayideki çöküntüyle birlikte büyüdü ve yeniden üretim krizi genel bir krize, sistemin bütününü etkileyen bir dünya krizine dönüştü.
Kapitalist sistemin krize tepkisi bu kez alışılmışın ötesindeydi. Daha önceki krizlerden edindiği tecrübeyle, krizin ani bir çöküntüye dönüşmesini engellemek için devletler aktif olarak devreye girdi. Önce bankalar kurtarıldı, arkasından kurtarılma sırası tekellere geldi. 1980’de başlayan özelleştirme furyası tersine döndü. Adı resmen devletleştirme olmasa da devletler, banka ve tekellere hisse senetleri karşılığında finansman sağladı. Para basarak, banka ve şirketlere ucuz faizle (neredeyse faizsiz) kredi pompalayarak krizi denetim altında tutmaya çabaladılar. Krizin başından bu yana sadece ABD merkez bankası FED ’in piyasaya sürdüğü para miktarı dört trilyon dolardan fazla; buna AB, İngiltere, Japonya ve diğer gelişmiş ülkelerin Merkez Bankaları’nınki eklendiğinde, 2008’den bu yana piyasaya sürülen para miktarı on trilyon doları aşmış durumda.
Devletlerin bastığı paranın aslan payı burjuvaziye giderken, küçük bir kısmı da sermayenin geri dönüşünü sağlamak için işçi ve emekçilere ihtiyaç kredisi adı altına sunuldu. Aynı amaçla kredi kartı sistemi geliştirildi. Bu yolla işçi ve emekçilerin geleceği ipotek altına alındı. Kapitalizmin gelişme dönemlerinde kredi sisteminin ilk kurbanları köylülerdi. Kapitalizm geliştikçe buna işçiler eklendi. Geçmişte sermayeye ipoteklenen, köylülerin topraklarıydı; bu kez ipoteklenen işçilerin bizzat kendi yaşamları oldu. Özellikle kriz sonrası büyüyen bu ipoteklenme bugün öyle bir noktaya ulaştı ki, ipotekli kitlelerin hane halkı borçlarının toplamı, ülkelerin yıllık gayrisafi milli hasılalarının toplamını geçmiş durumda. Sistemde çarkların -ağır da olsa- dönmesini sağlayan Kredi-İpotek sistemi, (tüketici kredisi, kredi kartı, vb. çeşitli adlarla verilen krediler) kitlelerin, işten atılma korkusuyla kapitalist sisteme karşı tepkisini törpülerken, kapitalizme yönelmesi gereken öfkeyi aile içine, kadın ve çocuklara çeviriyor.
Burjuvazinin krizi hafifletmek için bugün büyük bir umutla sarıldığı bu yöntem (ucuz, bol para ve devlet ihaleleri ile sermayeyi destekleme ve kredi sistemiyle kitleleri ipotekleme ), kısa vadede burjuvazinin istediği sonuçları veriyor olsa da krizi ortadan kaldırmaya yetmedi, sadece gerilimi öteleyerek krizi, sürüngen bir krize dönüştürürdü.
Ucuz ve bol para, üretimde bir büyümeye dönüşmedi; tersine, spekülatif alanlara kaydı. Piyasadaki para miktarı arttıkça borsalarda, türev piyasalardaki kumar da büyüdü. Kriz sonrası devletlerin büyüme oranlarındaki dramatik düşüşler bunu kanıtlıyor.
Kriz, o ana kadar kurulmuş olan ekonomik dengeleri altüst etmekle kalmadı, aynı zamanda sistemin bütününün sosyo-politik dengelerini de altüst etti. Çünkü sermayenin yeniden üretimi; basitçe bir sermaye birikimi, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sorunu değildir. Sermaye ile birlikte onun egemenlik sisteminin ve bu sistemin dayandığı ilişkilerin (mülkiyet ilişkisi, devlet, ideoloji, kültür, hukuk, sınıflar ve sınıf mücadelesi vb.) yeniden üretimidir. Doğal olarak bu yeniden üretimde her kesinti –kriz– aynı zamanda sistemin yeniden üretiminin de krizidir. Sermayenin yeniden üretimi ile kapitalizmin yeniden üretimi arasındaki bu nesnel, iç bağlantı ve bunun barındırdığı çelişkiler, krizi salt ekonomik bir sorun olmaktan çıkararak politik bir soruna dönüştürüyor. Bunun kaçınılmaz sonucu, krizden çıkışın da, ekonomik bir sorun (ekonomik önlemlerle aşılacak bir sorun) olmaktan çıkarak, politik bir soruna dönüşmesidir.
Her şeyden önce kriz; sermayenin, burjuvazinin iç çelişkilerini derinleştirip keskinleştirirken, dengeleri de bozarak bir sermayeler çatışmasına yol açmıştır. Sermaye hareketlerinin hızlandığı ekonominin olağan gelişme dönemlerinde, sermayelerin karşılıklı gelişmesi ve uyumuyla oluşan denge, krizle birlikte yerini çatışmaya bıraktı. Büyüme dönemlerinde üretici güçlerin gelişmesini hızlandıran, yeni ihtiyaçlar ve yeni tüketim talepleri yaratarak büyümeyi destekleyen rekabet, krizin yol açtığı daralmayla birlikte keskinleşerek sermaye savaşlarının yegâne biçimi haline geldi. Bölüşülmüş pazarda, “centilmence” rekabet yerini pazarların yeniden bölüşümü biçimindeki rekabete bıraktı. Sermaye engellenmesi, sermaye savaşlarıyla sermayelerin birbirlerini engellemesine dönüştü. Kriz, yeniden üretim sürecinin tümünü etkisi altına alarak derinleştikçe, ulusal ve uluslararası pazarlar, sermaye savaşları arenası haline geldi. Daralmış pazarlarda fiyat indirimleri, çeşitli satış yöntemleri ile kızışan rekabet; devletlerin devreye girmesiyle kotalar, gümrük duvarları, yasaklamalar, cezalandırmalar vb. çeşitli biçimlerde sınırlamalar ve kayırmalarla genelleşti. Sermaye bir yandan krizin etkisiyle değersizleşirken, diğer yanda belirli ellerde yoğunlaşarak merkezileşti. Bozulan denge ekonomide bunalımlardan, siyasette savaşlardan geçerek yeniden kuruluyor.
Kriz, sadece tekeller arasında rekabeti keskinleştirmekle kalmadı, emperyalist güç odakları arasındaki güç dengesini değişime uğratarak, çatışmaları da keskinleştirdi. ABD – Çin ekonomik ilişkilerini daha da gerginleştiren kriz, güç dengelerini de değiştirdi. 2011-2019 yılları arasında ABD ekonomisi ortalama %2 oranında büyürken Çin ortalama %7,3 büyüyerek, ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi.
Aynı durum iki ülkenin dünya GSMH içindeki payları için de geçerlidir. 2019 IMF verilerine göre ABD’nin dünya GSMH’sindeki payı %24,5, Çin’in payı ise %16,3 oldu. Çin’i % 5,9’la Japonya, %4,4’le Almanya, % 3,3’le Hindistan, %3,1’le İngiltere ve Fransa, %2,3’le İtalya ve %1,9’la Rusya izledi. Büyük bir sıçramayla 2019’da ikici sıraya yerleşen Çin, 2005’te 2,3 trilyon GSMH ile dünya sıralamasında 9. sıradaydı. 2005’te ABD’nin GSMH’si 13 trilyon dolarla Çin’inkinin altı katıydı. 2019’da ise ancak 1,5 katı kadardı. 2005-2019 yılları arasında ABD’nin GSMH’si 8,4 trilyon dolar artarken Çin için bu artış 11,8 trilyon dolar oldu. İki ülkenin dünya ticaretindeki payları da benzer bir seyir izledi. 2019 verilerine göre Çin dünya ticaretindeki % 12’lik payıyla, ABD’yi (% 11) geride bıraktı. Aynı yıla ait verilere göre İhracatta Çin, ABD’yi geride bırakırken (%15,5’e karşı % 8,8) ithalatta ise ABD, Çin’i geride bıraktı (%13,5’e karşı % 10,8 ). Çin, dış ticarette sürekli fazla verirken, ABD tam tersine sürekli olarak açık vermeyi sürdürdü. Bu durum iki ülke arasındaki ticarette de aynı seyri sürdürdü. 2019’da ABD Çin’le olan ticaretinde 275 milyar dolar açık verdi. ABD bu açığı kapatmak için Çin üzerindeki baskısını artırarak sürdürdü. Özellikle Trump döneminde Çin üzerindeki ekonomik baskı daha da artırıldı, Trump, Çin’e yatırım yapan iş insanlarını geri çağırdı. Bazı Çin mallarına kota konuldu, gümrük vergileri artırıldı. Bu baskı sonucunda 2018’de imzalanan ticaret anlaşmasıyla Çin, ABD’ye bazı tavizler vermek zorunda kaldı.
Çin, teknoloji üretiminde de ABD’yi zorlamayı sürdürüyor. Sosyal medya ve iletişim sektörlerinde (Huwei- Apple) iki ülke arasındaki rekabet kıyasıya sürüyor. ABD teknolojik üstünlüğünü kaybettikçe, rekabeti zor yöntemlerine başvurarak kazanmaya çalışıyor.
ABD’yi rahatsız eden başka bir gelişme de Çin’in Asya ve Afrika kıtalarındaki faaliyetleri oldu. Çin ekonomik olarak güçlendiği bu yıllar içinde, Asya ve Afrika’nın birçok ülkesiyle ekonomik ilişkilerini geliştirdi. Çin’in bu ilişkileri geliştirirken, stratejisinin temelini ekonomik büyümesi için en çok ihtiyaç duyduğu hammaddelere ve enerjiye ulaşmak üzerine oturttu. Çin bunu yaparken klasik emperyalizmden farklı bir yol izlemeye özen gösterdi. Devletlerin yönetim tercihlerine, iç sorunlarına, bütünlüklerine saygılı davranması ve alt yapı yatırımlarına destek vermesi, Çin ile ülkeler arasındaki ilişkilerin gelişmesini kolaylaştırdı. Çin, tarihinde bir ilk olmak üzere, Zimbabve’de devlet başkanı Mugabe’nin darbeyle devrilmesinde rol aldı. Mendeb Boğazı nedeniyle petrol ticaretinde güvenli bir güzergâh üzerinde yer alan Cibuti’de askeri bir üs kurdu. Çin’in bu biçimde, özellikle Afrika ülkeleriyle (Libya, Çad, Sudan, Angola, Zimbabve vb.) geliştirdiği her ilişki ABD hegemonyasına açılan bir gedik olduğundan, ABD-Çin rekabeti daha da sertleşti.
Ekonomik alanda kıyasıya süren bu rekabetin, siyasi ve askerî alana yansıması kaçınılmazdı. ABD 2001’de Çin’in Afrika’daki nüfuz alanlarına karşı harekete geçti. Önce Çin’in Afrika operasyonlarının merkez üssü konumundaki Libya, Ağustos 2011’de ABD, İngiltere ve Fransa’nın NATO şemsiyesi altındaki müdahalesiyle yerle bir edildi. Böylece Çin’in Afrika’daki gücü önemli ölçüde zayıflatıldı. ABD bununla yetinmedi, yanına İsrail’i alarak Çin ile Sudan arasında yapılan petrol anlaşmasını boşa düşürmek için, iç sorunlarını kullanarak Sudan’ı parçaladı. Bölünme sonrasında zengin petrol yatakları Güney Sudan’da kalınca Çin’in yaptığı petrol anlaşması da boşa düştü.
ABD ekonomik alanda ve dünya güç dengelerindeki değişimin geri dönülmez bir biçimde Çin lehine değişmeye başlamasının ardından, 2012’de eski güvenlik doktrininde önemli değişiklikler yaptı. ABD güvenliğinde, Ortadoğu ikinci plana düşerken Pasifik ilk sıraya yükseldi. Silahlı insansız araçlara ve özel kuvvetlere ağırlık verilmesini öngören bu yeni stratejinin merkezinde Çin yer alıyor. Rakip güç odağı haline gelen Çin’i, elinde tuttuğu olanakları (enerji kaynakları üzerindeki denetimi ve doların dünya ticaretindeki egemen konumu) kullanarak ekonomik olarak zorlamak, bölgesel ve iç sorunlar ( Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Hong Kong, Hindistan, Tayvan vb.) içine çekerek zayıflatmak, bu yeni güvenlik stratejisinin ana unsurunu oluşturuyor. ABD, bu strateji değişikliği kapsamında deniz ve hava kuvvetlerinin %60’ını Asya pasifik bölgesine yığmış durumda.
Öte yandan ABD, Çin’i denizden kuşatma altına almak için, Japonya’dan, Avusturalya ve Yeni Zelanda’ya kadar olan bölgede ne kadar irili ufaklı devlet varsa bir araya getirerek, onlarla ekonomik ve askeri anlaşmalar imzaladı. ABD, Çin’e karşı Japonya’yı yanına çekebilmek için II. Paylaşım Savaşı sonrasında, Japonya’ya vurduğu prangaların gevşetilmesine göz yummakla kalmadı, silahlanmasının yolunu da açtı. Japon parlamentosu 2014’te “anayasayı yeniden yorumlama ve kolektif özsavunma”ya izin veren yasayı onayladı. Böylece, kara ordusu ve deniz gücü üzerindeki kısıtlılıklarla birlikte yurtdışına asker gönderme yasağı kaldırıldı. 69 yıl sonra Japon militarizmi yeniden geri döndü.
Çin’in dünya çapında ekonomik, siyasi, askeri, teknolojik ve kültürel bir güç haline gelebilmesi, her şeyden önce büyüyen ekonomik gücünü sürdürmesi ve büyütmesiyle olanaklıdır. Ekonomik büyümesini sürdürebilmesi ise artan ölçüde hammadde ve enerjiye ihtiyacının güvenli bir biçimde karşılanmasına bağlıdır. Dünya hammadde ve Enerji kaynaklarının büyük ölçüde ABD denetiminde olduğu düşünüldüğünde, ABD hegemonyasını kırmadan ve onunla karşı karşıya gelmeden bu ihtiyaçların karşılanması olanaksızdır. Libya ve Sudan’da yaşananlar bunu yeterince ortaya koydu. Bu, Çin’in ABD karşısında bugüne kadar izlediği taktiği, yani ABD’nin askeri ve siyasi üstünlüğü karşısında taviz vererek, gerilimi azaltma ve zaman kazanma taktiğini, daha uzun süre sürdürmesinin olanaksızlığını gösteriyor.
Çin’in 2013’te Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından açıkladığı “İpek ve Yol Projesi” gerçekleştiğinde, Çin’e bu olanağı sunuyor. Proje, basitçe bir ekonomik ve siyasi güvenlik projesi olmanın ötesinde ABD hegemonyasına alternatif bir hegemonyanın oluşturulmasını öngörüyor. İpek ve Yol projesi, Çin ile Avrupa arasında biri deniz diğeri karadan geçen iki güzergâhı kapsıyor. Deniz güzergâhı Güney Çin Denizi’nden Hint okyanusuna, oradan Kızıldeniz yoluyla Avrupa’ya uzanıyor. İkinci güzergâh ise Doğu Asya’dan Avrupa’ya uzanıyor. Çin’in ABD ile içine girdiği rekabet ve çatışma, deniz güzergâhının gerçekleştirilmesinin hem çok zor olduğunu, hem de pek güvenli olmadığını gösteriyor. Deniz gücü, Çin’le ABD arasındaki güç dengesinde Çin’in en zayıf olduğu alandır. Deniz gücünde mutlak bir üstünlüğe sahip olan ABD, 7 deniz filosuna sahiptir. Bu filolar 4500 asker, 150 uçağın bulunduğu uçak gemileri, destroyerler ve denizaltılarla korunuyor. 7 uçak gemisinden 4’ü Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının doğu ve batısında, 5. filo Hint Okyanusu’nda, 6.filo Akdeniz’de ve 7. Filo Çin, Rusya, Hindistan, Pakistan ve Kore Halk Cumhuriyeti’nin bulunduğu coğrafyada görev yapıyor. Buna karşın Fransa ve Rusya’nın birer, Çin’in ise sadece iki uçak gemisi var. İki tanesi de yapım aşamasında. Bu durumda deniz güzergâhının, Çin’in istediği koşulları -enerji güvenliğini- sağlayamayacağı açıktır. Çin’in İpek ve Yol projesinin ikinci güzergâhına yönelmesi bu durumu hesaba kattığını gösteriyor. Ayrıca, Çin’in güçlü bir kara ordusuna ve Asya’da birçok ülkeyle iyi ilişkilere sahip olması bu ikinci güzergâhı, deniz güzergâhına kıyasla daha verimli ve güvenli kılıyor.
İpek ve Yol’un ikinci güzergâhı, Doğu Asya’yı Avrupa’ya bağlıyor. Geçtiği 65 ülkenin demiryolları, otoyollar, hava yolları, gaz boru hatları, enerji dağıtım şebekeleri, iletişim ağları ile birbirlerine bağlanması öngörülüyor. Güzergâhın geçtiği 65 ülke, dünya nüfusunun % 63’üne sahip ve dünya GSMH’sinin % 29’unu üretiyor; yani dünya enerji kaynaklarının % 70’ine sahip. Çin’in petrol ihtiyacının %50’sini Ortadoğu’dan karşıladığı düşünülürse bu güzergâh Çin’in beklentilerini fazlasıyla karşılıyor. Bu güzergâh, Çin’in ekonomik büyümesinin sürekliliğini sağlayacak hammadde ve enerji güvenliğinin yanında, Çin mallarının uluslararası pazara daha hızlı ve güvenli ulaşmasını sağlayacak. Çin bu projeyi, ülkelerin egemenlik hakları ile ilgili bağlayıcı unsurlar taşımayan, iç sorunlar ve yönetim biçimlerini dikkate almayan, “herkesin kazanacağı” bir proje olarak açıklasa da, tamamlayıcı kurumlarıyla; dolara karşı yeni bir uluslararası ödeme sistemi, IMF ve Dünya Bankası’nın karşı Asya Alt yapı ve Yatırım Bankası, mevcut kredi derecelendirme kurumlarına karşı Universal Credit Rating Group ve Mastercard’a karşı China Union Play kredi kartı, Çin’in ABD hegemonyasına alternatif, emperyalist bir hegemon güç olmayı öngördüğünü doğruluyor.
Ortadoğu’da Yeni Düzen
2000-2020 arasındaki gelişmeler; Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesiyle Orta Asya’da ABD’nin önünü kesmesi, Çin’in Afrika, Asya ve Pasifikte artan etkisi, ABD hegemonyasının büyüyen bir tehditle karşı karşıya olduğunu gösteriyordu. ABD bütün dikkatini bu soruna verebilmek için Ortadoğu’da başlattığı savaşı bir sonuca bağlamalıydı. Silahlar yeniden Ortadoğu’ya döndü.
ABD açısından, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın denetimi, hegemonyanın sürdürülmesi bakımından olduğu kadar, bölgede ABD’nin beşinci kolu ve ABD hegemonyasının zayıfladığı oranda, bölgede ciddi sorunlarla karşılaşacak olan İsrail’in güvenliği açısından vazgeçilmezdir. İç içe geçen bu hedefler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki emperyalist müdahalenin seyrini de belirledi. Dünyayı olması gerektiği hale getirme şansına sahip olduklarını söyleyen eski ABD başkanı Obama, Ortadoğu’nun ABD için taşıdığı önemi şu sözlerle ortaya koydu; “Bu ülkeler bizim sahillerimizden çok uzakta olsalar bile, ekonomiyi ve güvenliği belirleyen kuvvetleri, tarih ve inançları nedeniyle geleceğimizin bu bölgeye bağlı olduğunu biliyoruz.”
2010’un sonunda Kuzey Afrika’da baş gösteren ayaklanmalar, bölgeye emperyalist müdahale sürecini daha da hızlandırdı. Aralık 2010’da Tunus’ta işsiz bir gencin kendini yakmasıyla başlayan olaylar kısa sürede ayaklanmaya dönüştü, Ayaklanma 23 yıllık diktatörlüğün yıkılmasıyla sonuçlandı. Tunus’ta başlayan ayaklanma, kısa sürede bölgeye, Ocak 2011’de Mısır’a, Şubat’ta Bahreyn, Yemen ve daha az etkili olmak üzere diğer ülkelere yayıldı. Tunus’tan sonra Mısır ve Yemen’de de eski diktatörlükler yıkıldı. Ayaklanmalar; her ne kadar halkların on yıllardır bastırılan ekonomik taleplerine ve uğradıkları ağır baskılara karşı bir öfke patlaması olarak ortaya çıkmış olsa da, süreç, devrimci siyasi etkinin zayıflığı koşullarında, burjuvazi tarafından denetim altına alındı. Tunus ve Mısır’da ordunun kontrolünde, bir burjuva hükümetin yerine bir başkası geçti. Ayaklanma Bahreyn’de ordunun saldırısıyla ezildi. Yemen’de ise ordunun dağılmasının ardından ABD, S. Arabistan ve BAE tarafından desteklenen selefi güçler ile İran tarafından desteklenen Şii Husiler arasında yeni bir iç savaşa dönüştü. Yemen’de ayaklanmaların büründüğü bu yeni biçime müdahaleyi, ABD adına S. Arabistan öncülüğünde Arap devletleri ( BAE ve Bahreyn) üstlendi. Yemen halkı, ölüm ve açlığa mahkûm edildi. S. Arabistan’ın göreve talip olmasının önemli bir nedeni de, Arabistan petrolünün denize çıkış yolu olan Bab El-Monbat boğazının denetim altına alınmasıydı.
Diktatörlüklerin yıkılmasından sonra yapılan “seçimler”le Mısır ve Tunus’ta en örgütlü güç olan İhvan (Müslüman Kardeşler ) iktidara geldi. Mısır’da İhvan iktidarı, Aralık 2012 anayasa referandumunun ardından halkın sokağa çıkması ve ordunun darbesiyle yıkıldı. Temmuz 2013’te eski diktatörlük yeniden kuruldu. Tunus’ta süreç daha yumuşak biçimde İhvan’ın iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Bütün bu süreçte ABD ve diğerleri, ayaklanmaların denetimden çıktığı noktalarda devreye girmek, dışında aktif bir rol üstlenmediler. Esas rol ilgili ülkelerin denetim altındaki ordularınca üstlenildi.
Libya’da, süreç farklı işledi. Libya ordusu büyük çoğunluğuyla ayaklanmaların karşısında yer alınca devreye emperyalist devletler -ABD, Fransa, İtalya ve İngiltere- girdi. Eski ve yeni sömürgeciler kol kola vererek Libya üzerine bomba yağdırdı. NATO şemsiyesi altında yürütülen bombardımanda 26 bin sorti yapıldı, sivil ve asker 6 bin hedef bombalandı.
Irak müdahalesiyle Baas hareketinin önemli bir kalesi düşürülmüş, Irak paramparça edilerek, İsrail için bir tehdit olmaktan çıkarılmıştı. İkinci adım, Libya’nın işgaliyle atıldı. Libya paramparça edilerek Arap Birliği’nin ikinci kalesi de düşürüldü.
Üçüncüsü; Suriye, Mart 2011’de başlatılan iç savaş yoluyla düşürülmeye çalışıldı. İç savaşın ilk kıvılcımı Dara’da çakıldı ve hızla tüm ülkeye yayıldı. Libya’daki gibi ordunun göstericilerin karşısında durması, emperyalist müdahalenin de gerekçesi oldu. Ama Suriye’de süreç yine de Libya’dan farklı gelişti. Irak’ın işgaliyle birlikte Irak’ta Şiilere karşı örgütlenen Sünni güçler ( El kaide, sonra IŞİD, El Nusra vb.) harekete geçirildi: Bu güçler, bölgede geniş bir koalisyon, (ABD, İsrail, İngiltere, Fransa, S. Arabistan BSE, Bahreyn, Ürdün, Türkiye vb.) tarafından desteklendi. Rusya, Çin ve İran ise Suriye hükümetini destekledi. Sünni (selefi) gruplara bölgede en etkili desteği, S. Arabistan başta olmak üzere Arap devletleri ve Türkiye verdi. Türkiye’ye, Suriye’ye karşı müdahalede Libya’dakinden daha aktif bir pozisyon verildi. Türkiye cihatçı güçlerin (IŞİD, El Nusra vb. ) eğitilip donatılması görevini üstlendi. Cihatçılardan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adıyla yeni bir ordu kurdu. ÖSO, S. Arabistan parası ve ABD silahlarıyla donatıldı.
2011-2015 arasında iç savaş ortamında IŞİD, El-Nusra ve benzeri örgütler Suriye’de birçok bölgeyi (Dara, Hama, Humus, Rakka, Deyrizor, İdlib vb.) ele geçirdi. Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin çoğunlukta olduğu Kobani, Haseke, Afrin vb. Kürt kantonları PYD’nin kontrolüne geçti.
2015’te Suriye devletinin savaşı kaybetme noktasına gelmesiyle, o ana kadar Suriye’ye kısmi destek veren Rusya, İran ve Lübnan-Hizbullah’ının doğrudan devreye girmesiyle savaşın seyri de değişmeye başladı. Suriye’de Rusya ve Çin’in devreye girmesi, özellikle Rusya’nın Suriye hükümetine askeri desteği, Türkiye’nin planlarını altüst ettiği gibi, ABD’nin Suriye planında da “küçük” bir değişikliğe yol açtı. Müdahalenin iç ayağı olarak organize edilen örgütler (IŞİD, El Nusra vb.) bu kez müdahalenin gerekçesi haline getirildi. Önce IŞİD’in Suriye ve Irak’taki etkinliği artırıldı ve her şeyi yok eden barbar bir düşman yaratıldı. Sonra da bu düşmanı ortadan kaldırmak için harekete geçildi.
ABD geçmişte nasıl Sovyetler Birliği’ne karşı El-Kaide’yi organize ederek sahneye sürdükten sonra bu örgütü Büyük Ortadoğu Projesini başlatmak için bir araç olarak kullandıysa, bugün de bu projeyi, El-Kaide artıklarını (IŞİD; El-Nusra vb.) yeniden organize ederek ve kullanarak sürdürüyor. Geçmişte El-Kaide ile olan doğrudan bağları nedeniyle bu örgütü kullanırken başı oldukça ağrıyan ABD, bu kez daha temkinli hareket ediyor. IŞİD ve El-Nusra ile ilişkisini gizlemeye özel bir önem veriyor. Bunu, Türkiye, S. Arabistan ve bölgede denetlediği diğer Arap ülkelerini devreye sokarak sağlıyor. IŞİD’i besleyerek korku salıyor, IŞİD’e karşı mücadele adı altında işgal ettiği ülkeler üzerindeki denetimini güçlendiriyor. ABD bu tarzda IŞİD kartını kullanarak, Irak ve Suriye’de önemli başarılar elde etti. Haziran 2014’te IŞİD, Musul’u işgal etti. Türkiye’nin Musul Konsolosluğunda 49 görevli IŞİD tarafından rehin alındı. Konsolosluk görevlileri, ABD tarafından yüzlerce IŞİD üyesiyle takas edilerek Türkiye’ye teslim edildi. Bu saldırıyla zora düşürülen Irak hükümetinin, ABD’nin dayatmasıyla, İran’la yakınlaşması belirli ölçüde engellendi. IŞİD’in Suriye’de Kürt kantonlarına saldırısı ise ABD ile Kürtler arasında bir ittifakın oluşmasıyla sonuçlandı.
Rusya’nın Suriye savaşına aktif olarak girmesinden sonra durum hızla değişmeye başladı. Libya’nın ABD ve Fransa tarafından işgal edilmesini neredeyse seyretmekle yetinen Rusya, bu kez Akdeniz’deki tek üssünü koruma kararındaydı. Ekim 2015’te Rus uçaklarının havadan, İran ve Hizbullah birliklerinin karadan saldırısıyla mevcut güç dengesi değişmeye başladı. Suriye ordusu, kısa sürede muhaliflerin elindeki birçok bölgeyi geri aldı. Rusya ve İran’ın sürece aktif müdahalesine ABD Kasım 2015’te PYD’yi destekleyerek karşılık verdi. ABD’nin aktif silah ve bombardıman desteğiyle Kürt güçleri, IŞİD’i bir çok bölgeden çıkardı. Kuzey Suriye’nin neredeyse tamamı ve Şengal kurtarıldı.
Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye, Suriye savaşına doğrudan dâhil olma yolunda provokatif bir adım daha attı. Erdoğan, Rusya’nın sert protestosu karşısında “Türkiye’nin sınırları NATO’nun sınırlarıdır” açıklamasını yaparak NATO’yu göreve çağırdı. NATO ve ABD yetkililerinin itidal çağrısı Türk provokasyonunu boşa çıkartınca, Türkiye çareyi Rusya’dan özür dileyerek, ilişkileri düzetmek üzere Rusya’ya yanaşmakta buldu. Ünlü S-400 hikâyesi böyle başladı.
Rusya ile ilişkilerinin gergin olduğu Ağustos 2016’da Türkiye, ABD hava desteğiyle Suriye topraklarına girdi. IŞİD’le mücadele adı altında Cerablus’u işgal etti. Kürtlerin denetimindeki Membiç’e girmesi, bizzat ABD tarafından engellendi. Böylece Türkiye, ABD’nin savaş piyonu olarak Suriye denklemine kaydoldu.
İlişkilerin düzelmesinden sonra Ocak 2017’de Rusya, Türkiye ve İran yetkilileri bir araya gelerek Suriye’de ateşkes yapılmasını kararlaştırdı. Doğu Guta, Dara, Humus ve İdlib çatışmasızlık bölgeleri olarak açıklandı. Türkiye’nin, Batı ve kuzey Suriye’nin birçok noktasına karakollar kurmasına izin verildi. Sonrasında cihatçı gruplar Rusya destekli Suriye ordusu ve Hizbullah birimlerinin saldırılarıyla Doğu Guta, Dara ve Humus’tan sürüldü. Bu bölgeleri terk eden cihatçılar, bir sonraki hedef olan İdlib’de toplandı.
Türkiye Cerablus’un işgalinin ardından Mart 2017’de Afrin’i işgal etti. Bu kez birliklerini Afrin’den çekerek bu işgale onay veren Rusya oldu. Benzer bir süreç Ekim 2019’da Kuzeydoğu Suriye’de yaşandı. ABD, birliklerini geri çekti; Türk ordusu Tel Abyad’ın batısından Resulayn’ın doğusuna kadar olan bölgeyi işgal etti. Rusya’nın araya girmesiyle Türkiye’nin M4 karayoluna kadar ilerlemesi engellendi. Rusya, işgalin ardından Türkiye’yle Soçi mutabakatlarını yeniledi. Ama bu anlaşmalar, Türkiye’nin Suriye’deki faaliyetlerini engellemedi. Türkiye, iddia ettiğinin aksine işgal ettiği bölgelerle ve ABD adına üstlendiği misyonla, Suriye’de savaşın ve kaosun devamının ve Suriye’nin bölünmesinin temel unsuru olmayı sürdürüyor.
PYD, Cerablus’un Türk ordusu tarafından işgalinin ardından, Aralık 2016’da Afrin, Cezire ve Kobani kantonları temelinde “Kuzey Suriye Federasyonu”nu kurduklarını açıkladı. Ancak kantonlar arasında bir kama gibi sokulan Cerablus nedeniyle federasyon fiili bir birliğe dönüşemedi. Federasyon açıklamasının ardından Türkiye, Afrin’i işgal etmekle tehdit etmeye başladı. Bu tehdite karşı Rusya Afrin’e askeri birliklerini sevk etti. 13 Ocak 2017’de ABD, Türkiye-Suriye ve Suriye-Irak sınırında devriye görevi görecek ağırlıklı olarak YPG’den oluşan “Suriye Sınır Güvenlik Gücü” kurduğunu açıkladı. Türkiye, bu açıklamayı harekete geçme işareti olarak gördü ve Afrin’e karşı hareket hazırlıklarını hızlandırdı. Rusya, Türkiye’nin işgalini durdurma karşılığında PYD’den Afrin’i Suriye güçlerine teslim etmesini istedi. Görüşmeler olumsuz sonuçlanınca Afrin’den askeri birliklerini çekerek işgalin önünü açtı. Türk ordusu 18 Mart 2017’de Afrin’i işgal etti. Böylece ABD’den sonra Rusya da, Türkiye’nin Suriye denklemine kaydolmasını onayladı. Afrin’de Türk işgaline olanak sağlanmasının önemli bir nedeni de İdlib’di. Rusya, İdlib operasyonuna destek vermesi karşılığında Afrin’i Türk devletine sundu.
Gelinen noktada bugün Suriye, Fırat’ın doğusu ve batısı olarak, ikiye bölünmüş durumdadır. Kuzey ve Doğu Suriye’de belirli bir statü elde eden Kürtler öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG), ABD ve Rusya ile belirli bir ilişkiye sahip olsa da esas olarak ABD tarafından hem askeri hem de politik olarak desteklenerek mevcut statülerini sürdürüyor. ABD, Fırat’ın batısındaki Membiç ve Deyri Zor’da kurduğu üslerle Suriye’nin enerji kaynaklarının önemli bir kısmını doğrudan denetlerken; Rusya, Lazkiye’deki üssünü büyüterek Doğu Akdeniz’deki varlığını güçlendirdi.
Özetle 2001 – 2020 yılları arasında bölgede birçok devlet (Mısır, Tunus, Cezayir, Ürdün, BAE, S. Arabistan, Bahreyn) yeniden dizayn edildi. Birçok devletin sınırları değişti, İsrail karşısında Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin kaleleri olan Irak, Libya ve Suriye paramparça edildi; Yemen ise dinsel temelde bölündü.
Henüz istikrarın çok uzağında olan bölgede tek kazanan İsrail oldu. Bölgedeki en güçlü düşmanları olan Irak, Libya ve Suriye bombardımanlarla yerle bir edildi. Bir daha toprak bütünlüklerini sağlayamayacakları gibi, oluşacak yeni devletçiklerin orta-uzun vadede İsrail’e karşı bir güç oluşturmaları da mümkün değil. Ayrıca İsrail, bu süre içinde Suriye’deki İran ve Hizbullah güçlerini sürekli bombalayarak ağır kayıplar verdirdi. Ayrıca güçleri bölünmüş olan Filistin’in bir bölümünü daha işgal etti.
Bütün bunlar, ABD hegemonyasının bölgedeki temsilcisi olan İsrail etrafında yeni bir güç senaryosu oluşturulduğunu gösteriyor. Kuzey Afrika’dan, Doğu Akdeniz’e, oradan Kafkaslara uzanan geniş bir coğrafyayı kapsama alanına alan bu güç odağı İsrail öncülüğünde ekonomik, siyasi ve askeri bir ittifaka dayanıyor. Bu İttifakın içinde Ortadoğu, Kuzey Afrika’nın en gerici ve despot devletleri, Mısır, S. Arabistan, BAE, Bahreyn, Ürdün, Katar, vb. yer alıyor. Parçalanmış Libya, Suriye ve Irak’ta oluşturulmaya hazır devletler de bu ittifakın potansiyel güçlerini oluşturuyor.
İsrail; kuruluşunun 70. yıl dönümü tarihi olan Aralık 2017’de ve 1995’te ABD Senato ve temsilciler meclisinde kabul edilen; Kudüs’ün, İsrail’in başkenti olduğuna dair kararı uygulamaya koydu. Filistinli örgütler, karara karşı yeni bir intifa başlattıysa da etkili olmadı. İran, Esat yönetimi ve Lübnan Hizbullah’ı dışında hiçbir Arap ülkesi bu karara karşı gerçek bir tutum almadı. ABD, Kudüs kararının hemen ardından yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisini” açıkladı. Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin Ortadoğu’da uygulamasının şimdiki sonuçlarını söyle özetlemek mümkün: İşgal edilen yeni Filistin topraklarıyla birlikte, kâğıt üstündeki devlet vaadi de fiili olarak yok edildi. ABD, Temmuz 2015’te Almanya’nın katılımıyla BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin İran’la yaptıkları nükleer anlaşmadan çekildiğini açıkladı ve İran’a karşı yeni ambargoları yürürlüğe koydu. İsrail’in 1967’de işgal ettiği Golan Tepeleri’nin ilhakını onayladığını açıkladı. Ocak 2020’de İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymanî, düzenlenen suikastla öldürüldü. ABD’nin, bu tür operasyonlarda izlenen genel çizginin (kimin yaptığı bilinen bu tür suikastlar, yapan devlet tarafından genellikle üstlenilmez) dışına çıkarak suikastı resmen üstlenmesi, İran’ı kışkırtmaya yönelikti. ABD’nin hesabı, uluslararası kamuoyu tepkisinden çekindiği için doğrudan savaş açamadığı İran’ı kışkırtarak kendine savaş açmasını sağlamaktı. Ancak İran hesabı başka yöntemlerle görme yolunu seçerek, bu oyuna gelmedi. Kasım 2020’de İran’ın nükleer araştırmalarını yürüten nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade’nin öldürülmesi, ABD ve İsrail’in bu yolda ısrar ettiklerini, suikastlar zincirinin önümüzdeki dönemde de devam edeceğini gösteriyor. Çünkü İran Ortadoğu’da ve Kafkasya’da, ABD hedeflerinin önündeki en büyük engeldir. Bu yüzdendir ki ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonlarının baş hedefidir.
ABD, yeni güvenlik stratejisine dayanarak bölgede bazı düzenlemeler de yaptı: Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ı harekete geçirerek S. Arabistan’da temizlik hareketi yürüttü. Yine S. Arabistan yoluyla Müslüman Kardeşler Örgütü’ne (İhvan) sahip çıkan Katar’ı cezalandırdı. Katar, Arap devletlerinin kendisine uyguladığı ambargodan, ABD’ye haraç ödeyerek ve İhvanı desteklemekten vaz geçerek kurtulabildi.
Ortadoğu denkleminde ABD için asıl sorun, İran’dır. ABD ambargosuna ve İsrail’in Suriye sahasında İran ve Hizbullah güçlerine karşı sürdürdüğü hava saldırılarına rağmen 2011’den bugüne İran’ın bölgedeki etkisi zayıflamak bir yana, giderek daha da güçlendi. Öte yandan, İran’ın gücü ve etkisi kırılmadan, ABD’nin Ortadoğu’da kalıcı bir düzen kuramayacağı da açıktır. Hem bölgede ekonomik, politik, askerî ve kültürel olarak köklü bir devlet oluşu, hem de Rusya ve Çin ile bağlantıları dikkate alındığında İran’a karşı müdahalenin diğer ülkelere yapılan müdahaleye göre çok daha riskli olacağı ve daha büyük bir güç gerektirdiği açıktır. ABD ve İsrail’in bugüne kadar denedikleri dolaylı müdahale yöntemiyle bir sonuç elde edememesi bu yargıyı doğruluyor. ABD, İran’a müdahale için bölge devletleri ve AB’yi kapsayan daha geniş bir ittifakın peşindedir. Irak’ta yaşanan istikrarsızlık, Kürt Federe Devleti ile Irak hükümeti arasında Şengal’in işgaline yönelik anlaşma ve Azerbaycan’ın Türkiye vasıtasıyla ABD-İsrail eksenine çekilmeye çalışılması, bir yanıyla, İran’ın kuşatılmasıyla ilgilidir. Bu sürecin önümüzdeki dönemde daha da sıkılaştırılacağı açıktır.
ABD’nin Truva Atı
Türkiye, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın bölüşümünde ABD’nin hedef ve eylemlerini destekledi. 2001’de hegemonyasını korumak için ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nde ABD’nin sadık bir taşeronu olarak görev aldı. Afganistan’ın işgaline birliklerini gönderdi. ABD’nin bölgedeki faaliyetlerini kolaylaştırmak için İncirlik üssünün yanında, Şubat 2012’de Malatya – Kürecikte balistik füze saldırılarına karşı erken uyarı sistemi, Radar üssü kurulmasını onayladı. Kürecikte kurulan bu üssün asıl amacı, ABD’nin bölgedeki operasyonları sırasında İsrail’i hedef alabilecek saldırıları engellemekti. Kürecikteki üs Diyarbakır hava üssünde kurulan komuta merkezi tarafından yönetiliyor. Böylece biri doğrudan İran ve Hizbullah’ı, diğeri Kürt ulusal haraketlini hedef alan iki üs birbirine bağlandı. Kürecik üssü sonradan ABD denetiminde NATO komutasına devredildi. Bu durum aynı zamanda NATO’nun giderek daha yoğun olarak ABD denetimine girmekte olduğunu doğrulayan yeni bir gelişmedir.
ABD “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde Mart 2003’te Irak’ın işgalini başlattı. Türk devleti Irak işgalinde, parlamentoda reddedilmesine rağmen, ABD birliklerinin Türkiye’de konumlanmasına izin verdi. İskenderun limanı, ABD birliklerine açıldı. ABD hava kuvvetleri, İncirlik üssünü yoğun olarak kullandı. Irak; ABD, İngiltere ve Fransa birliklerinin hava ve karadan müdahalesiyle yoğun bir bombardımana tabi tutuldu.
Libya’da başlatılan iç savaştan sonuç alınamayınca ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya; Libya’yı yerle bir etmek için adeta birbirleriyle yarıştılar. Türkiye bu kez Irak’ın işgalinde üstlendiği rolden daha aktif bir rol üstlendi.
Libya, iç savaşa maruz kalana kadar, Türkiye ile hemen hiçbir sorun yaşamayan, bölgedeki tek ülkeydi. 1974’te Türk ordusu Kıbrıs’ın bir kısmını işgal ettiğinde Türkiye’nin yanında yer aldı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilanını destekledi, Türk müteahhitlerine Libya’da önemli devlet ihaleleri verildi. ABD ve NATO işgal kararı alınca bütün bunlar unutuldu. Türkiye; ABD- İngiltere- Fransa ittifakına sadece üsleri ve hava alanlarını açmakla kalmadı, deniz ve hava kuvvetlerini de NATO’nun (ABD’nin ) emrine verdi. İşgal sırasında NATO’nun operasyon merkezi İzmir’e taşındı. Bu durum, bölgede işgal hareketinin daha da genişletileceğinin bir işaretiydi. Libya’nın Türkiye’deki mal varlığına el konuldu. El konulan mal varlığının bir kısmı, daha iyi savaşmaları için “muhaliflere hibe” edildi. Libya’nın işgaliyle bir düşman daha elimine edilerek, İsrail’in bölgedeki konumu güçlendirildi.
Sıra Suriye’ye geldiğinde, ABD ve ittifaklarının, gerek taşıdığı riskler, gerekse Suriye hükümetinin direncini hesap etmedeki beceriksizliği nedeniyle (Suriye ordusunun iç savaşta dağılacağını bekliyorlardı.) Suriye’ye Libya benzeri doğrudan bir müdahale yerine, taşeron güçleri öne çıkarmayı uygun gördüler. Görev, Eski ABD başkanı Clinton’un önerisine uygun olarak Türkiye ve S. Arabistan’a verildi. Böylece Türkiye; Suriye müdahalesinin operasyonel merkezi oldu ve cihatçı muhalif grupların eğitimini, silahlandırılmasını, sevk ve idare edilmesini üstlendi. Suriye müdahalesi Türkiye’den yönetildi. “Özgür Suriye Ordusu”nun karargâhı Türkiye’dedir.
Hâlbuki Türkiye Suriye ilişkileri 1999’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından sora hızla düzelmişti. Sınırlar açıldı, iki ülke hükümetleri ortak toplantılar düzenledi. Türkiye Suriye sınır hattı mayınlardan temizlendi. Bir dostluk eylemi olarak sunulan bu mayın temizleme işi gerçekte bir iç savaş hazırlığıydı. İç savaşın başlatılmasının ardından mayından temizlenen bu hattan cihatçı grupların Suriye’ye güvenli giriş-çıkışı sağlandı.
ABD ve İngiltere’nin Suriye’ye müdahalede Türkiye’ye biçtikleri merkezi rol, Türk burjuvazisinin emperyal hayallerini de depreştirdi. Kapitalist sistem içindeki konumu ne olursa olsun, bölgesinde kendi denetiminde bir “hinterland (arkabahçe)” oluşturma çabası, bunu başarıp başaramayacağından bağımsız olarak her ülke burjuvazisinin hayalidir. Hele bu ülke Türkiye gibi bir imparatorluk bakiyesi ise, bu hayal çok daha güçlüdür.
Türk burjuvazisinin emperyalist hayallerini depreştiren, Tunus ve Mısır’daki gelişmeler oldu. Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayan kitle hareketi, yerli ve emperyalist burjuvazinin ortak müdahalesiyle denetim altına alınsa da, bölgede önemli siyasal değişmelere yol açtı. Kitle hareketlerinin absorbe edilmesi sonucu Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler ideolojisinin iktidara gelmesi, bu ideolojiyle yakın bağlar içinde olan hükümet ve dolayısıyla Türk burjuvazisinin emperyalist hayallerini depreştirdi.
Türk burjuvazisi emperyal hayallere ilk kez kapılmıyor. Daha I. Paylaşım Savaşı yenilgisinin ardından İttihat Terakki Partisi ile önce İslam, sonra da Türkçülük adına bu hayallerin ardından koşmuştu. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından depreşen “Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk dünyasını birleştirme” hayalleri, Türkiye’nin kısa sürede ve hüsran içinde bölgeden atılmasıyla sonuçlandı. Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler ideolojisinin iktidar olması, bu kez aynı hayalleri Sünni İslam üzerinden gerçekleştirme umudunu yeşertti. Suriye’ye karşı emperyalist müdahaleye, emperyal hayallerini gerçekleştirmenin bir aracı olarak, kendine bir rol biçerek sarıldı.
Türk burjuvazisinin Suriye’ye müdahaleye bu kadar hevesli olmasının bir başka nedeni de, denediği bütün yöntemlere karşın gelişimini durduramadığı, tasfiye edemediği Kürt ulusal mücadelesidir. Burjuvazi, Suriye müdahalesiyle hem Suriye’de Müslüman Kardeşler ’in iktidara gelmesini sağlayarak, kendi arka bahçesini güçlendirecekti, hem de bu müdahaleyi Kürt halkına boyun eğme, soykırım ikilemiyle, kendi çözümünü dayatmak için bir fırsat olarak kullanacaktı.
AKP iktidarı döneminde Kürt sorunu bir dizi aşamadan geçerek soykırıma dönüştü. 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye tesliminden sonra PKK tek taraflı bir ateşkes ilan etti. 1999-2004 yıllarını kapsayan ateşkes Haziran 2004’te yine tek taraflı olarak sonlandırıldı. Mart 2009’da PKK temsilcileri ile Mit görevlileri arasında Oslo’da görüşmeler başlayınca PKK görüşmelerin ilerlemesi için yeniden ateşkes ilan etti. Erdoğan’ın Milli Birlik ve Kardeşlik projesini gündeme getirmesinin ardından, İçişleri bakanı Beşir Atalay, Temmuz 2009’da “Kürt açılımı”nı açıkladı. Ekim 2009’da Öcalan’ın çağrısıyla 34 PKK üyesi Habur sınır kapısında devlet yetkililerince karşılandı. Çözüm süreci tam gaz ilerlerken, bu sürece ters bir girişim olarak DTP Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldı. Ağustos 2010’da PKK bu süreci eylemsizlik kararı alarak destekledi. 2010-2013 yılları arasında devletle gerilla güçleri arasında çatışmalar düşük yoğunluklu olarak sürdü. Bu süreçte Mite bağlı tim Paris’te PKK’nin kurucularından Sakine Cansız ve iki kadın yoldaşını öldürdü.
Aralık 2012’de Erdoğan Öcalan’la görüşüldüğünü açıkladı. Bu açıklamanın ardından HDP heyetleriyle Öcalan ve Kandil arasında görüşmeler başladı. Öcalan’ın heyete verdiği; PKK’nin Kuzey Kürdistan’daki silahlı güçlerini geri çekeceği ve silah bırakacağını içeren mektup 2013 Diyarbakır Newroz’unda okundu. Devlet bu açıklamaya, Temmuz 2013’te “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”u resmi gazetede yayınlayarak mukabele etti. Çözüm sürecini halka anlatmak üzere “Akîl heyetler” kuruldu.
Aynı süreç içinde, Temmuz 2012’de Esat yönetimi geri çekilince, oluşan boşluğu Kürtler doldurdu. Kuzey Suriye’nin birçok bölgesinde (Kobani, Afrin, Cizire vb. ) PYD’nin önderliğinde Kürt özerk yönetimleri kuruldu. Bu gelişmeden paniğe kapılan Türk devleti, PYD ile ilişkiye geçerek Kürtlerin hamiliğine soyundu. Temmuz 2013’de PYD eş başkanı Salih Müslim Ankara’ya çağrılarak, MİT müsteşarı ve İçişleri bakanıyla görüştü. Ankara Salih Müslim’den özerklik ilanının ileriki bir tarihe bırakılmasını ve sınırdaki PYD bayrağının indirilmesini talep etti. Salih Müslim Ekim 2014’te Davutoğlu’nun davetiyle yine Ankara’ya geldi. Görüşmede Kobani’ye karşı IŞİD tehdidi ve PYD-Esat ilişkisi ele alındı. Müslim’den ÖSO ile birlikte Esat’a kaşı savaşması istendi. Görüşme sonrasında Müslim, Türkiye’nin ileri sürdüğü şartları kabul edilemez bularak reddettiğini açıklasa da, Türkiye PYD görüşmeleri aralıklarla sürmeye devam etti.
Eylül 2014’te IŞİD, PYD yönetimindeki Kürt kantonu Kobani’ye saldırıya geçti, üç yüze yakın köyü ele geçirdi. Türk devleti IŞİD’in bu saldırısını PYD’ye boyun eğdirme, Türk hamiliğini kabul ettirmenin bir fırsatı olarak gördü. Kürt halkı 8-9-10 Ekim’de düzenlediği kitlesel protestolarla Kobani’ye sahip çıktı. Gerek Kürt halkının bu mücadelesi, gerekse ABD’nin baskısı sonucu Türkiye geri adım atarak, ağır silahlarla donanmış Peşmerge güçlerinin, Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmesine izin vermek zorunda kaldı. IŞİD; YPG ve Peşmerge’nin kara, ABD ve Fransa’nın hava saldırılarıyla bozguna uğratıldı. Türkiye, PYD’ye boyun eğdirmek için yakaladığı bir fırsatı daha kaçırdı. Bu operasyonla PYD-ABD ilişkisi bir üst düzeye yükseldi.
Kobani yenilgisinin ardından, IŞİD Türkiye’nin toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu köyü ele geçirdi ve iki gün içinde taşınmadığı takdirde türbeyi yerle bir edeceğini açıkladı. Türkiye tehdide boyun eğdi. Türbe Şubat 2015’te PYD’nin kontrolünde, PYD’nin denetim alanındaki Eşme köyüne taşındı.
2015 yılı, Türkiye’nin, Suriye ve Kürtlere dair bütün hedeflerinin karardığı bir dönüm noktası oldu. Şubat 2015’te çözüm süreci için 10 maddelik mutabakat metni devlet ve HDP heyeti tarafından okundu. Bunu, 2015 Newrozu’nda Öcalan’ın PKK’ya silah bırakmak üzere kongre toplaması çağrısı izledi. Bir gün sonra 22 Martta Erdoğan, beklenilen gerçekleşmeyince çözüm sürecinin bitirdiğini açıkladı. Çatışmalı sürece geri dönüldü.
AKP, çözüm sürecinden beklediğini elde edemediği gibi, 7 Haziran 2015 seçiminde tek başına iktidar olma olanağını da kaybetti. HDP bütün saldırı ve engellemelere rağmen %13,1 oy alarak parlamentoya girdi. AKP seçim kaybını çözüm sürecine ve HDP’nin seçim başarısına bağladı. Burjuvazi, Kürt ulusal hareketine boyun eğdiremeyince geleneksel soykırım politikasına geri döndü. Bugünkü AKP-MHP ittifakının temelleri o günlerde atıldı.
AKP-MHP’nin parlamentoda her türlü uzlaşmayı reddetmesiyle yeni seçim tarihi 1 Kasım olarak belirlendi. Seçim süreci saldırılar, tutuklamalar ve katliamlarla sürdü. 20 Temmuz 2015’te yeniden inşasına katılmak üzere Kobani’ye gitmek için yola çıkan SGDF üyesi gençlere Suruç’ta düzenlenen bombalı saldırıda, 34 devrimci genç öldürüldü, yüzden fazlası yaralandı. Ardından 10 Ekim’de Ankara Barış Mitingine bombalı saldırı yapıldı. Saldırı sonucu 107 kişi öldürüldü, 500’ü aşkın kişi yaralandı.
Çözüm sürecinden Katliam ve soykırım sürecine geçilmesiyle birlikte Türk devletinin Rojava’ya karşı saldırıları da arttı. Kürtlerin Kuzey Suriye’de devlet kurmaları Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak ilan edildi.
Kürt ulusal hareketi, devletin zaaf içine düştüğü belirlemesinden hareket etmiş olacak ki, KCK eş başkanı Bese Hozat, yeni sürecin “devrimci halk savaşı” olduğunu açıkladı. Bu açıklamayı KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın açıklaması izledi. Bayık, 20 Temmuz’da yaptığı açıklamada; “meşru savunma temelinde halkın silahlanması” gerektiğini belirterek, halka siper ve tünel kazma çağrısı yaptı.
Bu çağrılardan sonra devletin soykırım saldırıları daha da yıkıcı bir karakter kazandı. Eylül 2015’te Sur, ardından, Cizre, Nusaybin ve Yüksekova kara ve havadan bombalandı. 2016 Eylül’ünde HDP’nin kazandığı bütün belediyelere kayyım atanması süreci başladı, bu süreç 2019 yerel seçimlerinden sonra da devam etti ve bugün HDP’nin tümden kapatılmasına kadar vardı.
Suriye’deki gelişmelere gelince, başlangıçta Suriye’de işler Türkiye’nin hedeflerine uygun olarak gelişiyordu. Irak işgali sırasında güçlenen El Kaide, Suriye’de yeni bir faaliyet alanı bulmuştu. Dünyanın her tarafından cihatçılar Türk devleti aracılığıyla Suriye’ye taşındı.
Türkiye ile IŞİD ve benzeri cihatçı örgütler arasındaki ilişki, ABD-IŞİD ilişkisinden farklı olarak ideolojik bir temele sahiptir. IŞİD ve benzeri örgütler çokça sözü edildiği gibi çete örgütlenmeleri değildir. Kullandıkları yöntemlerden hareketle bu örgütleri çete, barbar vb. sıfatlarla nitelendirmek son derece yüzeysel bir yaklaşımdır. Tersine bu örgütler, Sünni İslam’ın belirli bir yorumuna dayanan bir ideolojik temele ve bunun belirlediği siyasal hedeflere sahiptirler. Neredeyse savaşmadan kazandıkları zaferlerin önemli bir aracı olan, kullandıkları yöntemlerin vahşiliği da bizzat onların sahip oldukları ideolojiye içkindir.
Türkiye-cihatçı örgütler ilişkisi, (IŞİD, El Nusra) AKP ile olan ideolojik yakınlığı tarafından belirleniyor. AKP ve cihatçı örgütler -izledikleri strateji, kullandıkları yöntemler farklı olsa da- İslam’ın öngördüğü rejimin yerleştirilmesi anlamında, benzer amaçlara sahipler. IŞİD – Türkiye ilişkisi ve bu ilişkinin bugün ulaştığı boyut, Suriye’de olup bitenler ve bunun Kürt sorunu ile bağlantısı, AKP ile cihatçı örgütler arasındaki bu ideolojik ve politik ilişkiden bağımsız olarak ele alınamaz.
Türkiye, Suriye’deki cihatçı örgütlerle AKP arasındaki bu ideolojik ve politik yakınlığa dayanarak Suriye’de rejim değişikliğinin kısa sürede gerçekleşeceği hesabıyla harekete geçti. Eğitilip donatılan cihatçı gruplar ağır silahlar eşliğinde Suriye’ye sokuldu, Türkiye-Suriye sınırı açıldı, Suriye vatandaşları Türkiye’ye davet edildi. Erdoğan zaferden o kadar emindi ki Eylül 2012’de Cuma namazını Şam’daki Eyyubi Camii’nde kılacağını ilan etti. İşler planlandığı gibi gitseydi muhtemelen Erdoğan Suriyeli mültecilerin başına geçerek, bir fatih edasıyla Suriye’ye girecekti. Ancak işler Türkiye’nin istediği gibi gitmedi. Önce Şam dirençli çıktı; Suriye Ordusu beklendiği gibi dağılmadı, İran, Rusya ve Çin rejimi desteklediklerini açıkladı. Bu gelişmeler ABD ve Türkiye’nin Suriye müdahalesinde köklü sayılabilecek değişimlere yol açtı.
2011-2015 yılları arasında S. Arabistan’ın finansmanı ve ABD silahları ile Türkiye’nin eğitip donattığı cihatçı gruplar Suriye’nin önemli bir bölümünü ele geçirdi. Suriye devletinin savaşı kaybetme noktasına geldiği 2015’te, Rusya’nın savaşa doğrudan dâhil olmasıyla Suriye’deki durum rejimden yana değişmeye başladı. Rusya’nın hava ve kara desteğiyle Suriye ordusu, kısa sürede muhaliflerin elindeki birçok bölgeyi geri aldı. Kuzey ve Kuzeydoğu Suriye, Ocak 2015’te Kobani’ye yönelik IŞİD saldırısının püskürtülmesi ve Kasım 2015’de Şengal’in kurtarılmasıyla birlikte, tümüyle Kürtlerin denetimine geçti. ABD’nin aktif silah ve bombardıman desteğiyle Kürt güçleri IŞİD’i birçok bölgeden çıkardı. Türk burjuvazisinin, İhvan’ın bölgedeki ani yükselişiyle depreşen emperyal hayalleri, önce İhvan’ın ani düşüşüyle ve ardından Suriye’de Rusya’nın doğrudan devreye girmesi ve zafer olasılığının ortadan kalkmasıyla hüsrana dönüştü.
Kasım 2015’de Rus uçağının düşürülmesiyle, Türkiye-Suriye savaşına doğrudan dâhil olma yolunda provokatif bir adım daha attı. Türkiye, Suriye’ye doğrudan müdahaleyi bir oldu bittiye getirmek için daha önce de bir dizi provokasyona ( Suriye hava sahasının ihlali, Suriye askeri havaalanına sızması, Cilvegözü ve Reyhanlı bombalamaları, selin gazı kullanımı vb.) başvurmuştu. Bütün bu provokasyonlar, Suriye’ye doğrudan bir müdahaleyi gerçekleştirmeye yetmemişti. Rus uçağının düşürülmesi ile bunu bir kez daha denedi. Rusya’nın sert protestosu karşısında Türk devleti “Türkiye’nin sınırları NATO’nun sınırlarıdır” açıklamasını yaparak NATO’yu göreve çağırdı. NATO ve ABD yetkililerinin itidal çağrısı Türk provokasyonunu başa çıkartınca, Türkiye çareyi Rusya’dan özür dileyerek, ilişkileri düzetmek üzere Rusya’ya yanaşmakta buldu. Ünlü S-400 hikâyesi böyle başladı. Türk devleti rüşvet vererek Suriye’de, Rusya’nın denetimindeki bölgede doğrudan operasyon yapma hakkını elde etti.
Rusya ile ilişkilerinin gergin olduğu sırada, Ağustos 2016’da Türkiye, ABD hava desteğiyle Suriye topraklarına girdi. IŞİD’le mücadele adı altında Cerablus’u işgal etti. Kürtlerin denetimindeki Membiç’e girmesi bizzat ABD tarafından engellendi. Böylece Türkiye, ABD’nin savaş piyonu olarak doğrudan Suriye denklemine kaydoldu.
PYD, Cerablus’un Türk ordusu tarafından işgalinin ardından Aralık 2016’da Afrin, Cizre ve Kobani kantonlarını kapsayan “Kuzey Suriye Federasyonu’nu kurduğunu açıkladı. Ancak kantonlar arasında bir kama gibi sokulan Cerablus nedeniyle federasyon fiili bir birliğe dönüşemedi. Federasyon açıklamasının ardından Türkiye, Afrin’i işgal etmekle tehdit etmeye başladı. Tehdite karşı Rusya Afrin’e askeri birliklerini sevk etti. Ocak 2017’de ABD, Türkiye-Suriye ve Suriye-Irak sınırında devriye görevi görecek ağırlıklı olarak YPG’den oluşan “Suriye Sınır Güvenlik Gücü”nü kurduğunu açıkladı. Bu açıklama adeta Türkiye’nin Afrin’i işgal etmesine davetiye oldu.
2017 başında gergin Türkiye-Rusya ilişkileri, Türkiye’nin özür dilemesiyle yumuşama sürecine girdi. Türkiye, Rusya ve İran’ı kapsayan Astana ve Soçi mutabakatları süreci başladı. Ocak 2017’de Rusya, Türkiye ve İran yetkilileri bir araya gelerek Suriye’de ateşkes yapılmasını kararlaştırdı. Doğu Guta, Dara, Humus ve İdlib çatışmasızlık bölgeleri olarak açıklandı. Türkiye’nin, Batı ve Kuzey Suriye’nin birçok noktasına karakollar kurmasına izin verildi. Sonrasında cihatçı gruplar Rusya destekli Suriye ordusu ve Hizbullah birimlerinin saldırılarıyla Doğu Guta, Dara ve Humus ’tan sürüldü. Bu bölgeleri terkeden cihatçılar bir sonraki hedef olan İdlib’de toplandı.
Özür dilemenin ardındaki hesap Afrin’in işgaliyle açığa çıktı. Rusya önce Türkiye’nin işgalini durdurma karşılığında PYD’den Afrin’i Suriye güçlerine teslim etmesini istedi. Bu kabul edilmeyince Afrin’den askeri birliklerini çekerek işgalin önünü açtı. Türk ordusu Mart 2017’de Afrin’i işgal etti. Afrin’de Türk işgaline olanak sağlanmasının önemli bir nedeni de İdlib’di. Rusya İdlib operasyonuna destek vermesi karşılığında Afrin’i Türk devletine sundu. Böylece ABD’den sonra Rusya’da Türkiye’nin Suriye’de işgal gücü olmasını onayladı.
Benzer bir süreç Ekim 2019’da Kuzeydoğu Suriye’de yaşandı. Bu kez birliklerini geri çekerek işgale davetiye çıkaran ABD oldu. ABD başkanı Trump, Türkiye ile Kürtler arasında Afrin’in işgali harekâtıyla başlayan savaşı, okul bahçesindeki çocukların dalaşına benzetti. Kısaca ABD her iki güçle ittifakını sürdürmek adına denetimli bir kapışmaya izin vermiş oldu. Böylece ABD hem Türkiye’nin istemlerini karşılayarak üzerindeki denetimi güçlendirdi, hem de Türk ordusunun harekâtını sınırlayarak Kürlerle olan ittifakını korumuş oldu. Türk ordusu Tel Abyad’ın batısından Resulayn’ın doğusuna kadar olan bölgeyi (Serekani ve GirîSıpî) işgal etti. Rusya’nın araya girmesiyle Türkiye’nin M4 karayoluna kadar ilerlemesi engellendi. Rusya Afrin işgalinden sonra olduğu gibi bu işgalin ardından Türkiye’yle Soçi mutabakatlarını yeniledi. Ama bu anlaşmalar Türkiye’nin Suriye’deki faaliyetlerini engellemedi. Türkiye iddia ettiğinin aksine işgal ettiği bölgelerle ve ABD adına üstlendiği misyonla Suriye’de savaşın ve kaosun devamının ve Suriye’nin bölünmesinin temel unsuru olmayı sürdürdü, sürdürüyor. Astana ve Soçi mutabakatları çerçevesinde Türkiye’nin üstlendiği görevleri yerine getirmemesi, tersine cihatçı grupları silahlandırmaya devam etmesi ve bölgedeki asker sayısını artırmasına Rusya Şubat 2020’de bir Türk birliğini vurarak cevap verdi. Bu olay Suriye sahasında Rusya’nın Türkiye ile ilişkisinin Türkiye’nin cihatçı örgütler üzerindeki etkisini hesaba katan pragmatik bir ilişki olduğunu doğruluyor. Türkiye İdlib’deki varlığıyla, cihatçı örgütlerin Suriye’de kalmasını sağlıyor. Bu aynı zamanda Suriye’de savaşın sürmesi ve Rusya’nın Suriye’de çakılıp kalması anlamına geliyor.
Gelinen noktada bugün Suriye Fırat’ın doğusu ve batısı olarak, biri Rusya’nın diğeri ABD’nin denetiminde ikiye bölünürken, Türkiye de, ABD ve Rusya’nın denetimindeki her iki bölgede iki işgal alanını elinde tutuyor. Afrin işgal bölgesine dayanarak İdlib’de toplanan cihatçı grupları yönetiyor, bu grupları sevk ve idare ederek Rusya’yı Suriye alanına kenetliyor. Fırat’ın Doğusundaki işgal bölgesindeki varlığıyla da hem Kürtler üzerindeki baskısını süreklileştiriyor hem de Kürtlerin ABD denetiminde kalmasını sağlıyor. Her iki işgal bölgesindeki varlığıyla Türkiye, Suriye’de ve bölgede ABD adına Truva atı misyonunu yerine getiriyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD adına üstlendiği misyon Irak ve Suriye ile sınırlı değil. ABD açısından İran, Ortadoğu’daki hegemonyasının kilit ülkesidir ve Suriye’den sonraki hedeftir. ABD ve İsrail’in operasyonları, Kasım Süleymani ve Muhsin Fahrizade suikastları, ambargolar Suriye sahasında İsrail’in yaptığı bombardımanlar, İran’ın her yönden sıkıştırıldığını gösteriyor. Türkiye her ne kadar Soçi mutabakatı çerçevesinde İran’la işbirliği içinde görünüyorsa da gerçekte bu işbirliği tamamen Kürtleri hedeflemektedir. Onun dışında Irak, Kürt federe devleti ve Türkiye arasında, Suriye’yle İran arasında tek sınır bölgesi olan Şengal’e yönelik müdahale, sadece PKK’yı değil, aynı zamanda İran’ı da hedef alıyor.
Libya ve Doğu Akdeniz’de Paylaşım
Ekim 2011’de emperyalist müdahaleyle, Kaddafi iktidarı devrildi, Libya aşiret savaşları içine itildi. Kaddafi’nin devrilmesiyle birlikte, Libya yönetimiyle Sovyetler birliği döneminden kalma iyi ilişkiler içinde olan Rusya ve Libya’yı Afrika’daki faaliyetleri için bir üs olarak kullanan Çin, önemli bir darbe aldı. Çin ve Rusya’yı Libya’dan çıkarmak için birlikte hareket eden emperyalist devletler, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya, sıra Libya’nın bölüşümüne geldiğinde birbirleriyle kapışmaya başladılar. Libya’daki taşeron örgütler tarafından yürütülen paylaşım savaşı, Libya’nın fiili bölünmesiyle bir iç savaşa dönüştü. ABD ve ittifakları, İngiltere ve Türkiye, Trablusgarp’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) desteklerken; Fransa, Fransa’nın arkasında duran Almanya ve Libya’da kalmak için bir yol arayan Rusya, Tobruk’taki Ulusal Meclisin desteğini alan General Hafter güçlerini destekliyor. ABD’nin bölgedeki sadık piyonları, S. Arabistan, Mısır ve BAE bu kez İhvan’ı temsil ettiği için UMH’nin karşısında yer alınca, Libya’da ABD politikalarını uygulama görevi de Türkiye’ye düştü.
Nisan 2020’de UMH ile Hafter güçleri arasında sürmekte olan savaşta ibre Hafter güçleri lehine döndü. ABD kendi müdahale edemeyince Truva atını devreye soktu, Türkiye UMH ile Deniz Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması imzalayarak iç savaşa müdahil oldu.
Son dönemde Türk – ABD ve ilişkilerinde var olan “ciddi” anlaşmazlıklar dikkate alındığında Truva atı nitelemesinin abartılı olduğu, iki ülke arasındaki gerilimi dikkate almadığı düşünülebilir. ABD ve AB hükümetlerinde Erdoğan’ının kişisel yönetimi ve söylemlerine dayalı güvensizlik bir yana bırakılırsa, ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmazlıklar dikkate alındığında biri hariç diğerleri ciddi anlaşmazlık kategorisinde ele alınamaz. Gerilim noktalarından biri, Türkiye’nin İran’a yönelik ABD ambargosunu delmesiydi. Bu nedenle Türkiye’ye karşı davalar açıldı. Aynı konuda İran’da yapılan yargılamalar, ambargonun delinmesi adı altında, İran’ın milyarlarca dolarına el konulduğunu açığa çıkardı. Türkiye’ye yönelik davalarla, Türk devleti üzerindeki ABD denetiminin daha da sıkılaştırılması sağlandı. En “ciddi” sorun, S-400 hikâyesine gelince, S-400 sorunu, Suriye’ye yönelik, Türkiye ve Rusya arasındaki gelgitli işbirliğinin bir sonucudur. Mevcut ABD hegemonyası koşullarında S-400’lerin aktifleştirilmeyeceğini Rusya da, ABD de biliyor. Aktifleştirilmeyeceğinin ilanıyla sorunun tüm sonuçlarıyla ortadan kalkacağı da açıktır. Bu anlaşmazlık bir zamanlama sorunudur.
Bugün ABD ile Türkiye arasında tek ciddi anlaşmazlık sorunu Kürt sorunudur. ABD’nin hedefi, Irak’ı fiili olarak üçe böldüğü gibi Suriye’yi de ikiye bölmektir. Kuzey Irakta bir Kürt statüsü oluşturulması Türkiye’nin kırmızı çizgisiydi. ABD bu kırmızı çizgiyi yeşile döndürdü. Şimdi aynı durum Kuzey Suriye’de yaşanıyor. ABD burada da Türkiye’nin kırmızı çizgisini yeşile döndürüyor. Kuzey Suriye’de bir Kürt statüsü (kısa vadede bir Kürt federe devleti, uzun vadede mümkünse Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile birlikte bir Kürt devleti), ABD’nin Suriye’de kalması için ne kadar zorunlu ise Türkiye için de o kadar “bekâ” sorunudur. Çünkü Türkiye Kuzey Suriye’de Kürt statüsünü hem bugün hem de gelecekte kendine yönelik doğrudan bir tehdit olarak görüyor. ABD Türkiye’yi kendi denetimindeki bir Kürt statüsünün, Irak’daki gibi Türkiye için bir tehdit olmadığına (bazen taviz bazen baskı ile) ikna etmeye çalışıyor, öte yandan Kürtler üzerindeki denetimini güçlendirmek için Türk kartını kullanıyor. ABD, Kürtler olmadan Suriye’deki varlığını sürdüremez. Ama öte yandan Türkiye’yi kaybetmek NATO’nun güney kanadının çökmesi anlamına gelir ki, ABD bunu göze alamaz. ABD bu denklemi bazen Kürtleri, bazen Türkiye’yi cezalandırarak, ama her iki gücü denetim altında tutarak sürdürmeye çalışıyor.
Yeniden Libya sorununa dönersek; Türkiye-UMH arasında imzalanan anlaşmalar (deniz münhasır bölge ve askeri yardım anlaşmaları) Tobruk’taki Libya Ulusal Meclisi tarafından “ulusal ihanet anlaşması” olarak nitelendirildi. Bu gelişmelerle Libya’daki güç savaşı yeni bir aşamaya girdi. Aynı dönemde Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve Yunanistan arasında münhasır ekonomik bölge anlaşmalarıyla başlayan güç savaşı Fransa’nın müdahil olmasıyla bir Fransa-Türkiye güç savaşına dönüştü.
Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin aralarında yapılan ‘Münhasır Ekonomik Bölge’ anlaşmaları, 2000’li yılların başına kadar dayanır. 2000’li yılların başında Doğu Akdeniz’de gaz rezervlerinin bulunduğuna dair araştırmaların ardından sondaj faaliyetleri de arttı. İsrail 2009 ve 2010’da Doğu Akdeniz’de iki doğal gaz rezervi bulduğunu açıkladı. Bunu 2015’te Mısır’ın yeni bir gaz rezervi bulduğunu açıklaması izledi. 2018’de ise Kıbrıs Cumhuriyeti Amerikan Exxon Mobil ve İtalyan ENI şirketleriyle anlaşarak sondaj faaliyetlerine başladı ve Kıbrıs açıklarında üçüncü büyük gaz rezervini buldu. Sondaj faaliyetleriyle birlikte ülkeler arasında deniz münhasır bölge anlaşmaları da imzalanmaya başlandı. Kıbrıs cumhuriyeti ilk anlaşmayı 2003 yılında Mısır’la imzaladı. Bunu 2007’de Lübnan, 2010’da İsrail anlaşmaları, 2013’de ise Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs arasındaki anlaşma izledi. 2020’de Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler; Mısır, İsrail, Kıbrıs, Yunanistan, İtalya ve Ürdün ( Ürdün, doğu Akdeniz’de kıyısı olmadığı halde Mısır’la yaptığı anlaşma sonucu sürece dâhil oldu.) arasında Doğu Akdeniz Doğalgaz Forumu kuruldu. Bu anlaşmayla Doğu Akdeniz’de çıkartılacak gaz, deniz yoluyla Avrupa’ya taşınacaktı.
Türkiye, Doğu Akdeniz’de işleyen sürecin dışında kaldığını, Libya’nın emperyalist bölüşümü gündeme geldiğinde fark etti. Apar topar Libya UMH ile Münhasır ekonomik bölge anlaşması imzaladı. Böylece hem UMH’yi desteklemek için Libya’daki iç savaşa müdahale edecek, hem de dışlandığı Doğu Akdeniz Forumu’nun önünü kesecekti.
Türkiye, UMH ile imzaladığı askeri anlaşmayla bir yandan Libya’ya asker ve savaş malzemesi gönderirken öte yandan da Doğu Akdeniz’deki eylemlerini artırdı. Sondaj gemilerinin, savaş gemileri eşliğinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sondaj bölgesi olarak açıkladığı sahalara gönderilmesiyle, Kıbrıs, dolayısıyla Yunanistan’la yeni bir dalaş dönemi başladı. Bu, ekonomik ve politik olarak zor günler yaşayan hükümetin de işine geldi. UMH ile yapılan anlaşmada olduğu gibi Yunanistan’la yaşanan ve adım adım büyütülen dalaş hemen her “beka sorunu”nda olduğu gibi, HDP hariç muhalefetin tümü tarafından desteklendi.
Libya’daki durum, Türkiye’nin eğitip donattığı cihatçı grupları Trablus’a göndermesiyle UMH lehine değişmeye başladı. Türkiye’nin Libya’ya yönelik bu faaliyetlerine en büyük tepkiyi, Libya’nın paylaşılmasında en büyük payı almak isteyen Fransa gösterdi. Böylece Doğu Akdeniz’de Fransa-Türkiye rekabet ve çatışması da başlamış oldu.
Türkiye’nin devreye girmesiyle Libya’da yaşanan gelişmeler, Fransa’nın Türk gemilerini durdurma girişimi ve Mısır’ın Libya’ya doğrudan askeri müdahalede bulunma kararıyla yeni bir safhaya girince, ateşkesi sağlamak için arabuluculuk çabaları da artmaya başladı. Önce Rusya devreye girdi. Rusya’nın çabaları sonuçsuz kalınca, görevi Almanya üstlendi.
Böylece Almanya, denetim altına alındığı 1945’ten sonra ilk kez uluslararası bir konuda doğrudan insiyatif aldı. Almanya’nın çağrısıyla, Berlin’de Libya konferansı toplandı. Almanya Libya’da ateşkesin sağlanması ve Libya’ya silah sevkiyatının engellenmesi görevini üstlendi. Böylece Alman emperyalizmi 75 yıl sonra yeniden geri döndü.
Libya’ya silah sevkiyatının engellenmesi, doğrudan Türkiye’ye karşı alınmış bir önlem olarak görünse de Türkiye, silah sevk etmeye devam etti. İşin ilginç yanı, Türkiye’nin Libya’ya gönderdiği silahlar ve bu silahları kullanılır hale getiren ana parçalar, başta ABD, Kanada ve İsrail olmak üzere Emperyalist devletlerden temin ediliyor. Türkiye’nin, ilgili ülkelerin onayı olmadan Libya’ya silah sevk etmesi mümkün değildir. Emperyalist devletlerin bir yandan Türkiye’ye silah satmaya devam edip, diğer yandan silah sevkini yasaklamaları hiç de inandırıcı değildir. Nitekim bu durum Kasım 2020’de Libya açıklarında durdurulan Türk gemisinde yapılan aramayla açığa çıktı. Almanya’nın durdurarak arama yaptığı Türk gemisinde silaha rastlanmaması, arayanların niyetinin ne olduğundan bağımsız olarak, bir denetim değil, bir aklama eylemidir. Türkiye’nin geminin aranmasına uzun bir süre ses çıkarmamış olması da bu vargıyı doğruluyor.
Yunanistan’ın Türkiye ile yaşadığı çatışmayı AB gündemine taşıması ile birlikte Fransa da Türkiye ile çatışmasını Doğu Akdeniz’e taşıdı. Makron “AB geri çekildikçe, Doğu Akdeniz’de Türkiye ve Rusya’nın öne çıkmaya başladığını” söyleyerek, Türkiye’nin cezalandırılması gerektiğini belirtti. Bölge ülkelerine yönelik diplomatik faaliyetleri artırdı. Sırasıyla Mısır, İsrail, Lübnan, Kıbrıs ve Yunan yetkilileriyle görüştü, hatta durumdan yararlanarak Yunanistan’la 12 milyar dolarlık askeri anlaşmalar imzaladı.
Türkiye’nin ne ekonomik ne teknolojik ne de askeri olarak Fransa ile rekabet etme şansı olmadığına göre, Libya’da Fransa’nın çıkarlarına karşı durması, Fransa’nın Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kendine rakip görmesi, Türkiye’nin gücünden değil, onun arkasında duran ABD’nin gücünden kaynaklanıyor. Yani Türkiye ile Fransa arasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan rekabet ABD – Fransa rekabetinin bir yansımasından ibarettir.
Bu rekabette arabuluculuk rolünü üstlenen Almanya, Türkiye’ye karşı yaptırım uygulanması konusunda bir yandan Fransa’nın yanında yer alırken öte yandan da Türkiye’yi teskin etme görevini üstlendi. ABD ve NATO yetkilileri Türkiye ile Kıbrıs ve Yunanistan arasında mekik dokudu. Türkiye’nin savaş ve sondaj gemilerini geri çekmesiyle sular durulmaya başladı. AKP hükümeti bütün bu gerilimden geri adım atarak sıyrılmaya çalışırken, iç politikada milliyetçiliği köpürterek bunu siyasi hegemonyasını güçlendirmenin aracı olarak kullandı.
Kafkasya, Ukrayna
Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra, ABD ve İngiltere Rusya’yı çok yönlü kuşatma altına almak için harekete geçti. Ukrayna hariç, Rusya’nın batıdan kuşatılması, batıdaki devletlerin AB ve NATO’ya dâhil edilmesiyle tamamlandı. Güney Kafkasya cumhuriyetleri, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan gerek sahip oldukları enerji kaynakları (Azerbaycan) ve enerji ulaşım yolları üzerindeki yerleri, gerekse İran ve Rusya’nın kuşatma altına alınmasındaki stratejik konumları nedeniyle ABD’nin hegemonyayı sürdürme stratejisinde önemli bir yere sahiptir. ABD, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonraki süreçte bu stratejiye uygun olarak Güney Kafkasya’da güçlü bir direnç noktası oluşturmak için hareket etti. Bu ülkelerin bağımsızlıklarını tanıyarak onları hegemonya sistemi içine çekti. Doğrudan Nato Üyesi yapılamayınca, bu üç devlet (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan) 1994’te NATO’nun “Barış için Ortaklık Projesine” dâhil edildi. Rusya karşıtı bir tutum almaları için ekonomik, politik ve askeri olarak teşvik edildiler.
ABD açısından önemli olan bir başka stratejik hedefse; Karadeniz’in bir ucuyla (Gürcistan) öteki ucu (Ukrayna ) arasındaki ilişkinin kurulmasıdır. Stratejik bir öneme sahip olan bu ilişki, Rusya’ya yönelik deniz ablukasının gerçekleşebilmesi ve Karadeniz’deki Rus üstünlüğünün sınırlandırılması için vazgeçilmezdir. Bunun ilk adımı 1997’de Gürcistan, Azerbaycan, Ukrayna ve Moldova arasında Siyasi Stratejik Anlaşma (GUAM) imzalanmasıyla atıldı.
Rusya, ABD’nin bu planına önce Gürcistan’ı küçülterek, ardından Donbass’ta Rus azınlığı harekete geçirerek ve Kırım’ı Ukrayna’dan kopartarak cevap verdi. Bütün bu gelişmeler sırasında Türkiye Rusya karşıtı cephede aktif olarak yer aldı. Rusya’nın kuşatılması planına önce Gürcistan’ın tahkim edilmesi süreciyle dâhil oldu. Gürcistan ordusunun modernize edilmesi, eğitilmesi, silah ikmali, savaş altyapısının oluşturulması faaliyetleri Türkiye üzerinden sürdürüldü. Benzer bir faaliyet, 2014’te Rus yanlısı iktidarın değiştirilmesinden sonra Ukrayna’da da sürdürüldü. Donbass’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Kırım’ın Rusya Federasyonu’na katılması sırasında ön saflardaki yerini korudu. Ukrayna hükümetiyle ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar imzaladı, her iki ülkeye silah (“yerli ve milli” SHA’lar vb.) sevkiyatında aracılık etti.
Ekim devrimi sonrasında Kafkasya’da Sovyet sisteminin ilk kurulduğu, en güçlü cumhuriyet Azerbaycan’dı. Sovyetler birliğinin yıkılmasının ardından, 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Bu tarihten itibaren “Tek Millet İki Devlet” şiarıyla Türkiye’nin operasyonlarına muhatap oldu. Bağımsızlık ilânından sonra Eylül 1991’de yapılan seçimlerde, Azerbaycan Komünist Partisi 1. Sekreteri Ayaz Mütalibov devlet başkanı seçildi. Dağlık Karabağ savaşı sırasında Ayaz Mütalibov, ordu darbesiyle görevden alındı ve Rusya’ya iltica etti. Haziran 1992’de düzenlenen seçimde Halk Cephesi başkanı milliyetçi, antikomünist Ebufeyz Elçibey başkanlık koltuğuna oturdu. Elçibey Karabağ savaşındaki beceriksizliği nedeniyle ordu darbesiyle görevden uzaklaştırıldı. Yerine eski SBKP politbüro üyesi Haydar Aliyev getirildi. Türkiye bütün bu operasyonlarda önemli roller üstlendi. Ermenistan’a gelince, Azerbaycan gibi 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık ilanından sonra, Ermenistan’da kapitalist dönüşüm Azerbaycan’a kıyasla daha istikrarlı yol aldı. Bunda Azerbaycan’la yürütülen Dağlık Karabağ savaşının kazanılması önemli bir rol oynadı.
Dağlık Karabağ özerk bölgesi Temmuz 1923’de, nüfusun çoğunluğu Ermeni olduğu halde Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti’ne bağlandı. Dağlık Karabağ sorunu Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından önce başladı. Bağımsızlık ilanından sonra Azerbaycan özerkliği kaldırdığını açıklayınca, Dağlık Karabağ buna bağımsızlık ilanıyla karşılık verdi. Azerbaycan’la Ermenistan arasında üç yıldan fazla süren savaşta Azerbaycan’a ait yedi bölge Ermenistan tarafından işgal edilerek, Ermenistan Dağlık Karabağ bağlantısı kuruldu. Savaş, Kasım 1994’te Rusya, Fransa, ABD (Minsk Grubu) arabuluculuğunda ateşkesle sonuçlandı. Ateşkes sonrasında Azerbaycan’ın Ermenistan’a ambargo uygulamasına Türkiye tam destek verdi, Ermenistan’la her türlü ticaret yasaklandı, sınır kapıları kapatıldı. Türkiye’nin Ermenistan’a karşı uyguladığı bu ambargo 2009 yılda ABD’nin baskısıyla ortadan kalkar gibi oldu. Ekim 2009’da Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişkinin yeniden kurulması ve sınırların açılması “protokolleri” imzalandı. Futbol karşılaşmasıyla kutlanan protokoller iki ülke parlamentolarında onaylanmayınca yeniden eski statüye dönüldü.
1994-2020 arasında devam eden ateşkes Eylül 2020’de Azerbaycan’ın kaybettiği toprakları geri alma girişimiyle yeniden başladı. Türkiye ile birlikte İsrail bu süre içinde Azerbaycan ordusunun eğitimi, modernizasyonu ve silahlanmasını üstlendi. Savaş başladıktan sonra Türkiye İHA ve SİHA’larla bizzat savaşta yer aldı. Daha önce Libya’ya ihraç edildiği gibi, eğitip, örgütleyip donattığı cihatçı grupları Azerbaycan’a gönderdi. Türkiye’nin bu girişimleri, Azerbaycan ve Türkiye yetkilileri reddetse de, Rusya tarafından doğrulandı, ayrıntılarıyla uluslararası basında yer aldı. NATO üyesi bir devletin, NATO müdahale alanı dışında bir savaşa bu tarzda doğrudan müdahil olmasına NATO yetkilileri hiçbir tepki göstermedi. Bu durum NATO’nun, ABD’nin NATO’su olduğuna dair Makron’un tespitini bir kez daha doğruladı. Yanı sıra, Türkiye’nin Kafkaslarda da ABD’nin “Truva atı” olduğunu teyit etti.
Sonuçta savaş, Rusya’nın arabuluculuğunda, ne zamana kadar süreceği belli olmayan, yeni bir ateşkesle sonuçlandı. Azerbaycan 1994’te kaybettiği toprakların büyük bir bölümünü geri aldı. Rusya hem Azerbaycan hem de Ermenistan üzerindeki denetimini perçinledi, Bu savaşla Türkiye, Kafkasya’ya askeri olarak yerleşmenin ilk adımlarını atarak, bölgede yeni provokasyonlar düzenleme olanağını elde etti.
Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika ve Kafkaslarda devam eden süreç, ABD’nin bu bölgede hegemonyasını korumak için kendi eylemiyle (ekonomik, siyasi ve askeri eylemler) yetinmediğini, kalıcı bir ittifak sistemi kurduğunu gösteriyor. Bu ittifak sistemi üç ayağa dayanıyor. Birinci ayak, S. Arabistan önderliğinde körfez ülkelerini kapsıyor. Bu ittifakın ana zeminini İran ve Hizbullah karşıtlığı oluşturuyor. İsrail önderliğindeki ikinci ayak, Mısırdan, Kuzey Afrika’nın kimi devletlerini içine alarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kadar uzanıyor. Türkiye önderliğindeki üçüncü ayak ise Müslüman Kardeşler örgütünü desteklediği için Arap liginden dışlanan Katar ve Azerbaycan’ı içeriyor. Bu ittifak sistemi, aralarında sorunlar olan, bu yüzden yan yana gelmeleri zor olan devletleri, (örneğin, Mısır-Türkiye, İsrail-Türkiye vb.) ayrı ittifak zinciriyle ABD’ye bağlanıyor. Bu ittifak zincirinin ana taşıyıcısı ise İsrail’dir. BAE, Bahreyn ve Umman’ının İsrail’le ekonomik, askeri ve diplomatik ilişki kurmaları ve başka Arap ülkelerinin aynı türden ilişkiler için sıraya girmelerini bu kapsamda ele almak gerekiyor.
Bu noktada Türkiye-İsrail ilişkilerine kısa da olsa değinmek gerekiyor. Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden biriydi. 1949-1976 yılları arasında İsrail’in Filistin’e yönelttiği saldırılara rağmen Türkiye-İsrail ilişkileri sürekli olarak gelişti.1976’de İsrail, Suriye’nin Golan tepelerini işgal ettiğinde Türkiye İsrail’i kınamakla birlikte, saldırgan taraf olduğunu reddetti.1976 sonrasında Türkiye-İsrail ilişkileri görüntüdeki kimi zikzaklara rağmen gelişmesini sürdürdü. 2009’da “One Minute” olayından sonra gerilen ilişkiler, 2010 Mavi Marmara baskınıyla kötüleşmeye başladı. 2013’te ABD’nin arabuluculuğunda ilişkiler normalleşmeye başladı. Bütün bu süreç içinde zaman zaman kötüleşen ilişkilere rağmen Türkiye-İsrail ilişkileri, ekonomik ve askeri olarak güçlenerek sürekliliğini korudu. İsrail-Türkiye ittifakı, resmi bir görünüm alamamış olsa da, ABD denetiminde gayri resmi olarak hep var oldu. Bugün bu gayri resmi ilişki, ABD’nin bölge politikalarına bağlı olarak güçlenerek sürüyor.
Ayrıca, Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir sorununda Türkiye’nin açıkça Pakistan’ın yanında yer aldığını açıklaması, Türkiye üzerinden Asya’ya yönelik operasyonların Pakistan’ı da içine alacak biçimde genişlediğini gösteriyor.
Madalyonun Öteki Yüzü
Tarihsel deneyim, kapitalizmin genel bunalımı ve emperyalist paylaşım savaşına, işçi ve emekçilerin kendiliğinden eylemlerinde bir yükselmenin eşlik ettiğini doğruluyor. Bugün de durum bundan farklı değildir. 1990 sonrasında, kapitalizmin ülke krizlerine bağlı olarak, krizdeki ülkelerde (Rusya, Meksika, Arjantin vb.) işçi ve emekçi eylemlerinde bir canlanma oldu. Bunun temelinde sermayenin artan saldırıları ve bu saldırılara karşı işçi ve emekçilerin mevcut haklarını koruma ve geliştirme zorunlulukları vardır.
2007 yılında kapitalizmin genel kriziyle birlikte, bütün ülkeleri kapsayan sermaye saldırılarına karşı dünya işçi hareketinde bir ivmelenme başladı.
Kapitalizmin dünya krizinden sonra ilk grev ve gösteri dalgası, Avrupa’da Yunanistan’da başladı. 2009’da Yunanistan’da öğrenci protestoları sırasında polisin bir öğrenciyi öldürmesiyle gösteriler isyana dönüştü, işçiler isyana greve çıkarak destek verdiler. Mayıs 2010’da Yunanistan iflasını önlemek için troyka ile (AB, İMF, Avrupa Merkez Bankası (ECB)) finansal yardım anlaşması imzaladı. Mayıs 2010 – Şubat 2012 yılları arasını kapsayan anlaşma, bütün işçi haklarının budanması, emeklilik yaşının artırılması, ücretlerin dondurulması ve kamu işletmelerinin özelleştirmesini öngörüyordu. Bu programı protesto için işçiler, öğrenciler 2010-2012 yılları arasında onlarca kez sokaklara döküldü ve genel greve çıktı. Bu grevlerin en önemlilerinden birisi olan Çelik ve metal işçileri grevi 264 gün sürdü. 2011 yılında grev ve gösteriler genişleyerek şiddetlendi. 2011 yılı sonuna kadar 15 genel grev gerçekleşti. Grevlere işçilerin yanı sıra doktorlar, avukatlar, öğretmenler, öğrenciler ve çiftçiler katıldı, fabrika ve meydanlar işgal edildi, göstericiler birçok kez polisle çatıştı. 2011’de Yunanistan’da başlayan grev ve gösteri dalgası adım adım Avrupa’nın tümüne yayıldı. Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya, Letonya, Estonya, Bosna Hersek, Polonya, İngiltere (Londra), İsrail (Tel Aviv), ABD-(Wall Street),Japonya, İrlanda, İsveç, Belçika, Hırvatistan, Slovenya, Şili, Türkiye (Tekel eylemi) vb. grev ve gösteri dalgasının etki alanı içine çekildi. Dünya çapında; 82 ülke, 961 kentte 1500’den fazla eylem gerçekleşti.
Avrupa’daki grev dalgası Aralık 2010’da Kuzey Afrika’ya sıçradı. Tunus’ta seyyar satıcılık yapan üniversite mezunu bir gencin öldürülmesiyle başlayan ayaklanma kısa sürede Cezayir, Mısır, Yemen, Ürdün ve Bahreyn’de yankı buldu. Ayaklanmalar Tunus, Mısır ve Yemen’de iktidar değişiklikleriyle sonuçlandı. Yemen’de iktidar değişimi iç savaşa dönüşürken Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidara geldi. Mart 2011’de Suriye’nin Dara kentinde başlayan ayaklanmalar kısa sürede tüm ülkeye yayıldı. Mısırda Muhammed Mursi iktidarı, Temmuz 2013’te başlayan gösteriler ve ordu darbesiyle devrildi, eski diktatörlük yeniden kuruldu.
Gösteri, grev ve ayaklanmalar 2011-2013 yılları arasında yoğunlaşarak sürdü. Haziran 2013’te Türkiye –Taksim’de başlayan ayaklanma kısa sürede ülkenin tümüne yayıldı, 8 milyonu aşkın insan “hükümet istifa” şiarıyla alanları zapt etti. Polisin müdahalesi sonucu onlarca kişi öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Türkiye’deki ayaklanma Rusya ve Latin Amerika’da karşılık buldu.
2014’le birlikte geri çekilen grev, gösteri ve ayaklanma dalgası 2015’in ilk yarısından sonra yeniden başladı. Eylül 2015’te Nikaragua, Kasım’da Güney Kore’de, Aralıkta Mısır ve Kamboçya’da işçiler greve çıktı. Güney Afrika’da öğrenciler 17 üniversitede boykot ilan ederek, ırkçılığı protesto etti. Türkiye’de Mayıs 2015’de Metal grevi patlak verdi. İşçiler Türk-Metal’ın imzaladığı üç yıllık sözleşmenin reddi ve ücret artışı talebiyle grev başlattı. Sendikaya rağmen başlatılan grev, kısa sürede diğer fabrikalara da sıçradı, Grevden, parça üretimindeki aksama nedeniyle uluslararası tekelci firmalar da etkilendi.
Grev ve gösteriler 2016 yılında yaygınlaşarak sürdü; Ocak 2016’da, Tunus’ta 800 bin işçi, işsizliği protesto için sokaklara çıktı. 2016 yılı sonuna kadar; Güney Kore, Şili, Kolombiya, Fransa, Yunanistan, Belçika, İtalya ve Polonya grev ve gösterilerle yeni iş yasaları ve işsizliği protesto ettiler. 2016 Yılının en görkemli grevi Hindistan’da gerçekleşti, greve 150 milyon işçi katıldı. Aynı yıl S. Arabistan’da, belki de ilk grev yaşandı. Bin Laden işçileri iş bıraktı, işçiler şirket otobüslerini ateşe verdi. Polonya’da kadınlar yeni kürtaj yasasını 60 kentte protesto etti. Grev ve gösteriler 2017 ve 2018’de de sürdü. Fransa, Belçika, İrlanda, Arjantin, Tunus, Nikaragua, Ermenistan, İran, Meksika, İtalya, grev ve gösterilere sahne oldu.
Ekim 2017’de Katalanlar bağımsızlık referandumunu kazandı. Referandumun ardından Katalanya, İspanya ordusu tarafından işgal edildi. Ordu ve polisin saldırılarında ölen ve yaralananlar oldu. Katalan Hükümet görevlileri de içinde olmak üzere yüzlerce kişi tutuklandı.
Mart ve Aralık 2017’de Yunanistan’da işçiler, Syriza’nin kemer sıkma politikalarına karşı genel greve çıktı. Hâlbuki Syriza 2010-2015 yılları arasında işçi ve öğrencilerin grev ve gösteri dalgası üzerine oturarak iktidara gelmişti. Syriza verdiği bütün sözleri unutup troykayla anlaşarak kemer sıkma politikasına devam etti. Grevci işçilerin üzerine polisi sürmekte tereddüt etmedi. İşçiler bir kez daha burjuvazinin saldırganıyla liberali arasında fark olmadığını kendi deneyimleriyle öğrendiler.
Kasım 2018’de Fransa’nın en uzun süren eylemi başladı. Sarı yelekliler yükselen akaryakıt fiyatları, zamlar, işsizlik ve artan vergileri protesto için Paris sokaklarına indi. Başlangıçta sendikalı işçilerden sağcı oldukları gerekçesiyle destek görmeyen işçilerin eylemi, diğer işçilerin katılımı ve Fransız halkının desteğiyle büyüdü, işçiler eylemleriyle Makron hükümetine zor günler yaşattı. Eylemler sırasında polisin saldırısı sonucu ona yakın eylemci öldürüldü, yüzlercesi tutuklandı. Bir süre ara verdikten sonra Sarı Yelekliler ’in eylemleri Eylül 2020’de yeniden başladı.
2019’da İran, Fransa, Ekvator, Haiti, Mısır, Lübnan, Endonezya, Cezayir’de grev ve gösteriler devam etti. Aralık 2019’da Sudan’da başlayan ayaklanmalar sonucunda El Beşir diktatörlüğü devrildi. Radikalleşerek süren devrim ordunun devreye girmesiyle uzlaşmayla sonuçlandı. 2020 yılında işçi eylemlerinde bir yandan pandeminin etkisi, öte yandan artan baskı ve yasaklamalarla bir geri çekilme yaşandı. Ekim’de bağımsızlık yanlılarına verilen cezalar nedeniyle Katalanlar yeniden alanlara çıktı, polisle çatıştı.
2010- 2020 arasında, neredeyse tüm dünyayı kapsayan bu eylem dalgasının (ayaklanmalar, grevler, gösteriler vb.) ortak özellikleri şöyle özetlenebilir; Birincisi, eylemler kapitalizmin yarattığı, krizin derinleştirdiği sorunlar temelinde ortaya çıktılar. Bu sorunları, artan baskı ve yoksulluk (işsizlik, güvencesizlik, hak gaspları, ücretlerde reel düşüş, fiyat artışları) olarak özetleyebiliriz. İkincisi; eylemler farklı nedenlere dayalı olarak patlak verse de kendiliğinden bir karaktere sahiptir. Özellikle kriz dönemlerinde bu tarz kendiliğinden eylemler kapitalizmin ayrılmaz bir özelliğidir. Bu kendiliğinden eylemlerin ayrılmaz bir özelliği, beklenmedik bir anda, patlamayla ortaya çıkmaları ve ileriye taşınmadıkları durumda, aynı hızla geri çekilmeleridir. Sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimi kendiliğinden eylemler ne kadar radikal olurlarsa olsun, devrimci bilinç ve örgütle buluşamadıklarında kapitalizmin sınırlarını aşma şanslarının olmadığını gösteriyor. Kimi eylemlerde antikapitalist istemler ileri sürülmüş olması bu durumu değiştirmiyor. 2010-2020 arasındaki eylemler bu yargıyı bir kez daha doğruluyor. Üçüncüsü: Bu süreçte ortaya çıkan irili ufaklı eylemler, sorunun işçi ve emekçilerde olmadığını, kitlelerin yaşadıkları sorunlar temelinde öfkelerini ortaya koyduklarını gösteriyor. Daha güzel bir yaşam umutları kırılmış, örgütleri ele geçirilmiş, baskı, gözetim ve denetim altındaki kitlelerden daha fazlasını beklemek bilinç ve örgütlülüğün değiştirici ve devrimci rolünü yadsımaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin büyük rüyaların peşinden koşması için önce bu büyük rüyaların formüle edilmesi ve bunun için de devrimci teoriyle donanmış, devrimci eylemi yürütme kabiliyetine sahip devrimci örgütü zorunlu kılıyor.
Kapitalizm dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de, kendi işleyişi gereği toplumsal ilişkileri devcileştireceğine ve kitlelerin kendiliğinden eylemlerine zemin hazırlayacağına kuşku yoktur. Kuşku duyulmaması gereken bir diğer olgu da, kapitalizmin krizi ne ölçüde derinleşirse derinleşsin, kendiliğinden hareketler ne denli yaygın ve radikal olursa olsun; işçi sınıfının aktif çoğunluğunu etkileyen devrimci bir siyaset, devrimci bir örgüt ve eylem olmadığı sürece kapitalist sitemin yıkılmasının mümkün olmadığıdır. Risklerin ve olanakların kesiştiği, tarihin bu belirleyici kesitinde, sorunun cevabı devrimci örgüt ve devrimci hazırlıkta düğümleniyor.
Sonuç olarak
Kapitalizmin tarihi, aynı zamanda, sermaye birikiminin kesintiye uğradığı, mevcut güç dengelerinin değiştiği, egemen sınıflar arasında kaos ve çatışmaların keskinleştiği, dünyanın emperyalist tekeller ve devletler arasında paylaşımının yeniden gündeme geldiği, işçi sınıfı ve emekçilerin düzenle kurulu bağlarının çözülmeye yüz tutarak başkaldırılara dönüştüğü, sistemde genel bir altüst oluşun koşullarının olgunlaştığı, kapitalizmin genel bunalımının da tarihidir. Bu tarihin en belirgin özelliği, kesintiye uğrayan sermaye birikimiyle emperyalist savaş ve iç savaşın aynı tarihsel kesitte yan yana düşmeleridir. Krize bir devrim durumu özelliği kazandıran bu üç olgunun (sermaye gerçekleşmesinin kesintiye uğraması, emperyalist savaş ve iç savaş) her seferinde yeniden aynı tarihsel kesitin içinde birleşmeleri, bir tarihsel tesadüfler zincirinin sonuçları değil, tersine, sermaye hareketinin, insan istenç ve eylemlerinden bağımsız olarak işleyen nesnel karakteristiğidir. Emperyalist savaş ve iç savaş bu sürece dışarıdan dayatılan biçimler değil, sermaye hareketine bağlı olarak ortaya çıkan sürecin iç dinamiğinin, en üst düzeydeki siyasal biçimleridir.
Kapitalizmin 2008 yılıyla birlikte içine girdiği bu süreç, 12 yıllık süreçte bazen yumuşayıp bazen sertleşerek sürüyor. Bazı ülkelerdeki kısmî bir düzelmeyi, diğerlerinde ağırlaşma izliyor. 2021’e girerken belirtiler, mevcut kriz ve savaş durumunun daha da ağırlaşacağına işaret ediyor.
En başta emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışmalar keskinleşiyor. Buna bağlı olarak güçlerin karşılıklı kutuplaşması ve paylaşım hazırlığı olanca hızıyla sürüyor. Çin- Rusya, ABD- İngiltere eksenindeki ilişkiler (iletişim alanındaki rekabet, gümrük duvarları, ticari kotalar ve engellemeler, ambargolar) daha da geriliyor. ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgesi bu durumu net bir biçimde resmediyor. ABD hegemonyasının korunması ve güçlendirilmesini öngören belgenin temel unsurları şunlar; ABD yaşam tarzının korunması, bilimsel teknik üstünlüğe dayalı rekabet gücünün artırılması, gümrük duvarları, kotalar, mali cezalar, siyasi baskılar yoluyla rakiplerin ekonomilerinin baltalanması, bütün bunların caydırıcı bir askeri güçle desteklenmesi ve hegemonyayı tehdit eden devletlerin düşman güçler kategorisine sokularak, ağır ekonomik ve siyasi ambargolara tabi tutulmasıdır. Stratejinin bu temel unsurları ABD’de hangi partinin iktidarda olduğundan bağımsızdır. En son 2017’de yenilenen Ulusal Strateji belgesinde ABD düşmanları; Rusya, Çin, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, İran ve Küba olarak sıralanmaktadır.
Biden yönetiminin de 1990 sonrasında, ABD stratejisinin bu temel unsurlarına bağlı kalacağından kuşku duyulamaz. Biden’ ın seçimde ana sloganı olan “Amerika geri dönüyor” tam da bunu anlatıyor. Biden’ın işbaşı yaptıktan sonra imzaladığı kararnameler (İklim Anlaşması’na ve Dünya Sağlık Örgütü’ne geri dönüş vb.) uluslararası ilişkilerde bir yumuşama sağlamaktan ziyade Rusya ve Çin karşıtı cephenin tahkim edilmesine yöneliktir.
ABD’nin Temmuz 2020’de Güney Çin Denizi’nde yaptığı tatbikat ve Kasım 2020’de yapılan NATO zirvesinde alınan kararlar, 2021’de ABD- Rusya ve Çin ilişkilerinin daha da gerileceğinin ilk sinyallerini veriyor. Temmuz’da Güney Çin Denizi’nde yapılan tatbikata, başta Japonya ve Güney Kore olmak üzere birçok bölge devleti katıldı. ABD, iki filosunu bölgeye gönderdi. Çin yetkililerinin tatbikatla ilgili olarak yaptıkları açıklama, önümüzdeki dönemde savaş alanının -ABD’nin bariz üstünlüğünün olduğu- denizler ve okyanuslara kayacağını gösteriyor. Stratejik nedenlerle ( ABD’nin askeri üstünlüğü, mevcut koşullarda ABD hegemonyasında yaşanan aşınma, vb.) mevcut statükoyu korumaya çalışan Çin’in tatbikat sırasında yaptığı “gerektiğinde askeri güce başvurabileceği” açıklaması genel emperyalist bir savaş tehlikesinin sanıldığı kadar uzak olmadığını gösteriyor.
Kasım 2020’de NATO’ya geri dönme sloganı altında düzenlenen zirvede, NATO’nun özellikle Gürcistan, Ukrayna, Kırım ve Çin’in Sincan Uygur Özerk bölgesinde içine düştüğü zafiyetin giderilmesi, Rusya ve Çin’e karşı kararlılık kararları alındı. Bu kararlar emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çatışmaların daha da keskinleşeceğini genel bir emperyalist savaş tehdidinin daha da yakınlaştığının işaretleridir.
Öte yandan, emperyalist güçler arasındaki mevcut güç dengesini bozarak uluslararası alanda savaşın nesnel temelini döşeyen kriz, sınıflar arası ilişkileri de değişime zorluyor. Sınıfların karşılıklı konumlanışını, güç ilişkilerini, örgütlenme ve bilinç düzeylerini yansıtan eski denge bozuluyor. Bozulan denge, küllenen çatışmayı yeniden alevlendiriyor. II. Paylaşım Savaşı sonrası kendini statükoya mahkûm ederek sürekli olarak devrimci konumlardan uzaklaştırılan işçi sınıfı ve siyasal işçi hareketi 1990’da tarihinin en ciddi darbesini yedi. Sovyet sisteminin çözülüşüyle bütün silahları elinden alınan işçi hareketi, silahsızlandırılmakla kalmadı, kendi silahlarıyla bir kez daha vuruldu. Yaşanan sadece bir mevzi kaybı, ideolojik, politik, örgütsel dağılma değil, aynı zamanda bir umut ve hafıza kaybı idi. Bu süreçte işçi sınıfı sermayenin, üretim araçları gibi, uysal, nesnel bir bileşeni düzeyine indirgendi.
Bu tablo, bugün sınıf mücadelesinin önündeki zorlukları görmek ve mücadelenin önünde aşılmaz bir duvar gibi dikilen bu zorluklara boyun eğmek, teslim olmak için kâfi derecede ikna edicidir. Önümüzdeki dönemde burjuvazinin işçi hareketini etkisizleştirmede en büyük dayanağını oluşturan zorlukların bu “ikna” edici gücü, aynı zamanda işçi hareketinin aşmak zorunda olduğu ve aşarken en çok zorlanacağı engellerden birini oluşturmaktadır. Ancak bu tablo, sadece gerçeğin bir yüzü, bugün mevcut olanıdır. Tablonun öteki yüzünde gelmekte olan ve gelmekte olanın bu tabloyu altüst edici gizil gücü vardır. Bize büyük rüyalar gördüren, harekete geçirildiğinde dünyayı altüst etme yeteneğine sahip bu gizil güçtür.
Kapitalizm kendi tarihi içinde hiç bir dönem, hiç bu kadar güçlü, aynı zamanda bu kadar güçsüz olmamıştır. Güçlüdür, çünkü Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında sınıf mücadelesi baskısını ensesinde hissetmeden, yirmi yıl, güven içinde büyümesini sürdürmüş, sistemini her bakımdan güçlendirerek yetkinleştirmiştir. Güçsüzdür, çünkü bu hızlı büyüme süreci içinde üretimdeki toplumsallaşma ve büyüme artık kapitalist özel mülkiyet yoluyla yönetilemez bir büyüklüğe ulaşmıştır. Üretici güçlerdeki olağanüstü gelişme, daha bugünden “ herkese ihtiyacı kadar “ komünist ilkeyi hayata geçirebilecek bir üretimi olanaklı hale getirmiştir. Eğer bugün bu ilke hayata geçirilemiyorsa, üretimdeki bolluk ve zenginliğe karşın, hâlâ dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu açlık, yoksulluk ve işsizlik içinde kıvranıyorsa, bunun nedeni, üretici güçlerin yetersizliği değil, bu güçler üzerindeki kapitalist mülkiyettir. Güçsüzdür, çünkü kapitalizmin gücünün kaynağı, işgücünü üretim sürecinin dışına itmeden, sermayeyi ve üretici güçleri tahrip etmeden, bu tahriple birlikte karşıt gücü – işçi sınıfını – harekete geçirmeden, ayağa kaldırmadan, birleştirip mücadeleye sevk etmeden varlığını sürdürebilecek durumda değildir. Güçsüzdür, çünkü dünyayı kana bulamadan ve bu kandan beslenmeden yaşayamaz.
Kapitalizmi, sahip olduğu bütün ideolojik ve zor olanaklarına, (sermayeye, baskı örgütlerine, tanka topa, camiye, okula vb.), örgütlülüğüne ve gücüne rağmen tarihsel olarak ölüme mahkûm eden bu nesnelliktir. Bu nesnellik tersinden bakıldığında bütün dağınıklığına, güçsüzlüğüne, örgütsüzlüğüne ve umutsuzluğuna rağmen, insanlığın kurtuluşunun da habercisidir. Buradan hareketle şu yargıyı dillendirmek hiç de abartı sayılamaz: Bugün dünya, yaklaşmakta olan bir emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bir altüst oluşun, bir devrimci mayalanmanın eşiğindedir. Bu mayalanma öznel güçleri (işçi sınıfının öznel konumu, bilinçsizliği, örgütsüzlüğü ve bunların yol açtığı kendi gücüne yabancılaşma ve uyuşukluk) açısından ne kadar uzakta görünüyorsa, nesnel koşulları bakımından da o kadar yakındır. Çünkü yaşanan buhran, kapitalizmin altındaki patlayıcı yığınını hızla biriktirmekte ve aynı hızla bir patlamaya doğru itmektedir. Biriken bu patlayıcı yığınının, nerede, nasıl bir patlamaya yol açacağı ve hangi hızla dünyaya yayılacağını henüz bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz ve emin olduğumuz, kapitalizmin kendi işleyiş yasallığıyla bu patlayıcı yığınını hızla biriktireceği ve patlamaya hazır bir yoğunluğa ulaştıracağıdır.
Kapitalizm kendi tarihinin sınırlarına yaklaştıkça, dünya burjuvazisi gelmekte olan devrimci dalgayı ekonomik teröre eşlik eden siyasal terörle karşılıyor. Dünyanın her yerinde işçi sınıfına karşı teyakkuz konumu alıyor. Varlığını korkuyu toplumsal yaşamın her alanına yayıp büyüterek, insanın düşünme ve tepki verme yeteneklerini körelterek, dünyayı bir hapishaneye çevirerek sürdürüyor. Kapitalizmin bütün kurumları, baskı aygıtı, yargı, parlamento, eğitim ve sağlık sistemi v.b. bu işlevle donatılıyor, medya bu donanımı toplumun bilincine kazıyor. Yeni teknolojilerin sağladığı olanaklarla işçi sınıfı ve emekçiler, üretim sürecimin içinde ve dışında sadece gözetlenmiyor, aynı zamanda yönlendirilip denetleniyor. İç savaş yasaları ve örgütleri devreye sokuluyor.
Dünya kapitalizmi, bunalım içinde 1914 ve 1929’da olduğu gibi hızla bir yol ayrımına doğru koşuyor. Kapitalizm, ya dünya işçi sınıfının, ezilenlerin bilinçsizliği, örgütsüzlüğü ve eylemsizliğinden aldığı güçle gelişimini yeni dengeler altında sürdürecek, ya da işçi sınıfı, kendisini burjuvaziye bağlayan bütün bağları kopararak ileriye doğru bir atılımla, tarihsel olarak miladını çoktan doldurmuş kapitalizmi “layık olduğu yere, asar-ı atika müzesine, çarık ve tunç baltanın yanına fırlatıp atacaktır.”
Hayalci olmak başka bir şeydir, büyük hayaller görmek başka bir şey. Bizi hayalcilerden ayıran, büyük hayaller görmemizi sağlayan ve onların peşinden koşturan yaşadığımız bu nesnel süreç, bu sürecin içinde taşıdığı büyük enerji, işçi sınıfının sahip olduğu – bugün uykudan uyanmakta olan – gizil güç ve bu gücün sunduğu olanaklardır. Ancak nesnel olanakların, gerçeğin kendisi olmadığını, buradan gerçeğe uzanan zorlu bir yolun da olduğunu biliyoruz. ”Zorluk, olanaksızlık değildir”, yeter ki nasıl aşılacağı bilinebilsin ve bunun gerektirdiği cesaret, bilinç ve özveri gösterilebilsin.
Bu toplumsal ve sınıfsal durum, bugün, bir değişimin öngünündedir. Değişim, derinleşen krizin çok yönlü etkisi altında sürüyor. Ancak kuşatma altındaki sınıf hareketi, bu kuşatmadan olağan yöntemlerle kurtulamaz. Köklü bir değişim, ancak mevcut siyasi koşulları alt-üst edecek köklü bir müdahale ile gelebilir. Bu köklü müdahale her şeyden önce, işçi sınıfının en duyarlı, en devrimci kesimlerini kendi öncüsü olarak örgütleyen, kendisini geniş bir işçi ve emekçi kitlesiyle çevreleyen, toplumun ezilen katmanlarını, özellikle gençliği, sınıf hareketi çevresinde birleştiren, sınıfın merkezi eylemini yürütme yeteneğinde, devrimci sınıf partisinin yaratılmasıyla mümkündür.
Bugün işçi sınıfı, dünyanın hemen her köşesinde aynı sorunla, “devrimci bir sınıf partisinin yaratılması” sorunuyla karşı karşıyadır. Birçok cephede birden hazırlıkların yürütülmesi, mücadelenin örülmesi ile yerine getirilebilecek bu görev, dünyanın yeni bir devrim dalgası eşiğinde durduğu bugün, daha da yakıcıdır. Bu aynı zamanda her ülke işçi sınıfının, proletarya enternasyonalizmi adına, üstleneceği en devrimci görevdir de.
İşçi sınıfı bu zor ve zorunlu görevi yerine getirecek, mücadele süzgecinden süzülerek gelen, sağlam Marksist-Leninist teorik temellere, mücadele deneyimine, bilgi ve birikime sahiptir. Sınıf mücadelesinin bugünkü momenti ve açığa çıkan güç birikimi bu görevi üstlenmek için yeterlidir. Ancak bu güç ve birikim esas olarak sınıfın dışında, grup ve grupçuklar biçiminde, dergi çevrelerinde konumlanmış durumda ve dağınıktır. Bu dağınıklığa dayalı güçsüzlük, aynı zamanda sınıf içinde ve sosyalist harekette birlik eğilimini de öne çıkarmaktadır. Ancak dağınıklıktan birliğe giden yol, sanıldığı gibi, “asgari müştereklerde” bir yan yana gelme, “ bir kıl oradan, bir kıl buradan kopartılarak” bir uzlaşmaya varma sorunu değildir. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu dağınıklık, her ne kadar yenilginin bir sonucu olsa da, teorik ve politik kökleri sınıf mücadelesinin bugünkü koşullarındadır. Bu atlanarak var olan grupları bir araya getirmeye yönelik her “birlik” girişimi, politik başarısızlığa ve örgütsel likiditasyona mahkûmdur. Son otuz yılın bitmez tükenmez “birlik” girişimleriyle bu gerçek -inkâr edilemez bir biçimde- kanıtlanmıştır.
Sorun bir sınıfsal konumlanış, ideolojik ve politik mücadele sorunudur. Mevcut sınıf dışı konumlar terk edilmeden, burjuvazinin iç çatışma zemininde güç arama girişimlerinden vazgeçmeden, mücadeleyi hem teorik ve hem de, pratikte emek-sermaye çelişkisi eksenine oturtmadan, birlik girişimleri, boş bir gevezeliğin ötesine geçemez. Bu doğrultuda atılacak ilk adım, ideolojik çalışmanın derinleştirilmesi, Marksizm’in, ona bulaşmış ve hatta bir dönem için egemen olmuş, ayrık otlarından temizlenmesi, bu ideolojik çabanın, politik ve örgütsel alana taşınarak yeniden üretilmesidir. İşçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin güvence altına alınması bu çabanın ne ölçüde başarıyla yerine getirildiğine ve sürekliliğine bağlı olacaktır. Reformizm ve her türlü sapmadan tam ve kesin bir kopuş sağlanmadan, bugün her biri kendi yolundan yürüyen, dergi çevrelerinde sıkışıp kalan devrimci odakların, işçi sınıfının devrimci partisinde kenetlenmesinin mümkün olmayacağı ortadadır. Bu kopuş, politik bir hat haline getirilerek hayata taşınmadan ve bizzat eylem içinde yeniden üretilmeden, işçi sınıfı ile devrimci hareketin tek bir kanalda birleşmesi de sağlanamaz.
Ama asıl zorluk burada değildir. Asıl zorluk, doğmakta olana, eski politik kalıpların, yaşanan olumsuzlukların yarattığı ön yargılı yaklaşımda ifadesini bulan, devrimci kadrolarda ve işçi sınıfının öncü kesimlerindeki güvensizliğin aşılmasındadır. İşçi sınıfının öncü kesimleriyle, devrimci örgütlenmeler arasında bir duvar gibi yükselen bu güvensizlik, işçi sınıfı içinde, sözün eylemle birliğini kuran, sabırlı, inatçı bir siyasal çalışmayla, yeni devrimci bir kültürün egemen kılınmasıyla aşılabilir.
Sağlam bir devrimci önderliğin yaratılamamış olması, öncü işçilerin devrimci hareketlere karşı olan güvensizliğini beslerken, aynı şekilde krize karşı tepkilerin zayıflığı da sosyalist kadrolarda sınıfa karşı inançsızlığı beslemektedir. Sosyalist hareketin ve sınıfın mevcut durumu komünistler için sadece bir veridir. Bu veri, bazıları buna kaçışın bir gerekçesi olarak sarılsa da, komünistlerin önündeki görevlerin ağırlığını gösterir. Günün öne çıkan “acil demokratik görevleri” adına temel devrimci hedeflerden vazgeçişin, sonal hedefi gözetmeden kısmi talepler etrafında birbirinden kopuk olarak yürütülen mücadelelerin, geleceğin, bugünkü kısmî taleplere feda edilişinin, kendiliğindenliğin devrimci siyaset mertebesine yükseltilmesinin, sınıf mücadelesinin bugünkü geriliği içinde kendine yol arayanların kendi tutumlarını haklı göstermek için gerekçeler bulmaları mümkündür. Ancak bu iyi niyetli bir yaklaşım da olsa kendiliğinden hareketin kuyruğuna takılmaktır, Engels’in dediği gibi “oportünizmin en tehlikelisidir” İşçi sınıfının uzun yıllardır içinde bulunduğu uzlaşma ve eylemsizlik dikkate alındığında krizle birlikte özellikle Avrupa’da yaşanan hareketlilik muazzam bir enerjiye işaret ediyor. On binlerce insanın sokaklara çıkması, kendi çıkarlarının burjuvazinin çıkarlarıyla uyuşmadığını haykırması önemli bir gelişmedir. Ama sayılar ancak, bilinç ve örgütle birleştiğinde gerçek devrimci bir güce dönüşürler. Bugün eksik olan kitlelerin devrimci enerjisi değil bu enerjiyi, önüne kattığı her şeyi yıkıp yakan, coşkun bir sele dönüştürecek olan devrimci müdahaledir. Devrimin partisinin yaratılmasındadır.
Sadece eski biçimlerin değil, eski kadro niteliğinin de yetmediği bir andayız. Eskiden farklı olarak, düşünce tembelliğinden sıyrılarak, var olan sorunlar ve onların çözüm yolları üzerinde kafa yormak, sınıfa ulaşmanın yeni yol ve yöntemlerini bulmak, sınıfa öğretirken, en çok da ondan öğrenmeye çalışarak vb; kısacası devrimin kaderiyle bağlanmak, bugün devrimciliğin öne çıkan yeni kriterleridir.
Sınıf mücadelesi, eskisinden farklı koşullar altında, yeni bir döneme giriyor. Keskin bir hesaplaşmaya doğru yol alıyor. İşçi sınıfı bu hesaplaşmaya hazır mıdır, ya da sınıfta bu hesaplaşmayı karşılayacak güç var mıdır? Soruyu bu şekilde sormak, işe tersinden yaklaşmaktır. Evet; bugün bu güce sahip değiliz; ancak, bu güç, vardır ve sınıflar mücadelesi tarihi, bu gücün varlığının tanığıdır. Mücadele sürecinin bu somut anında, henüz açığa çıkmamış, toparlanıp örgütlenememiştir. Doğru soru, bugün henüz açığa çıkmamış olan bu gizil gücün, toparlanması, örgütlü ve bilinçli bir güç haline getirilmesi için ne yapılması gerektiği sorusudur. Sorunun böyle konulması, “nereden başlamalı” sorusunun cevabı, güçsüzlüğü aşmanın da anahtarıdır. Bunun için gerekli bilinç, birikim ve deneyim vardır. Geride kalan ise, işe girişmek; sözü, örgüt ve eyleme dönüştürmektir.
Kapitalizmin kendi buhranıyla bir yol ayrımına doğru sürüklendiği bugün işçi sınıfı siyasetinin önündeki temel görev, yakalanması gereken temel halka, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası devrimci birliğini sağlayacak devrimci örgütlenmesidir.
::::::::::::::::::::::::::::::