I
Kapitalizm ve Ulus Devlet
İlkel Komünal, Köleci ve Feodal Toplumlarda
Toplumsal Örgütlenme
Tarihsel süreçte her üretim tarzı aynı zamanda bir toplumsal örgütlenme tarzıyla ayrılır. Bizzat üretim tarzı gibi, örgütlenme tarzı da toplumun tarihsel–ekonomik gelişmesinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Doğal işbölümünün egemen olduğu, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı komünal toplum, bu niteliğine uygun bir toplumsal örgütlenme biçimine sahipti – ilk biçimlerini gens’in oluşturduğu bu örgütlenmede kanbağı, -akrabalık– toplumsal örgütlenmenin temel harcıdır.
Toplumsal faaliyet –ürünlerin zorunlu ortaklaşa üretimi ve dağıtımı vb.- bu toplumsal örgütlenme tarafından yerine getiriliyordu. Kan bağına dayalı bu toplumsal örgütlenişi, gelenek ve göreneklere dayalı doğal bir yönetsel örgütleniş tamamlıyordu.
Üretici güçlerin gelişmesi, ilk toplumsal işbölümünün, doğal işbölümünün yerini alması, özel mülkiyetin, bunların dolaysız ifadesi olarak sınıfların ve devletin ortaya çıkması, bu yeni olgular, topluluğu bir arada tutan eski bağlarda ( kanbağı– akrabalık ) bir çözülmeyi ifade ettikleri ölçüde, yeni bir üretim tarzının, dolayısıyla yeni bir toplumsal ve siyasal örgütleniş tarzının da başlangıcı oldular.
Bu yeni toplum, eski toplum gibi, üretim araçları karşısında eşit olan, kan bağıyla birbirine bağlı bireylerin oluşturduğu bir toplum değil, üretim araçları karşısında eşit olmayan, bu yüzden de farklı sınıflara ait bireylerin oluşturduğu bir toplumdur. Eski toplumdan sadece yeni bir üretim tarzı olarak değil, toplumsal ve siyasal örgütlenme tarzı olarak da ayrılır.Toprak bu yeni toplumsal örgütlenmenin temelidir.
Bu yeni toplumda (köleci toplum) toprak, hem sınıfsal farklılaşmayı belirleyen temel üretim aracı ve hem de ortaya çıkan farklı sınıfları (köleler ve köle sahipleri) bir arada tutan temel bağdır. Engels, komünal toplumdan köleci topluma geçişteki bu değişimi şöyle tanımlıyor: “soy bağları temeline dayalı gruplardan oluşan eski toplum, yeni gelişen toplumsal sınıfların çatışması karşısında parçalanır. Onun yerine bir devlet biçiminde kurulan, alt birimleri artık soy bağları temeline dayalı gruplardan olmayıp, toprak ortaklığı temeline dayalı gruplar olan yeni bir toplum gelir. Bu yeni toplumda mülkiyet düzeni,aile düzenine tamamen egemendir.”
Yine Engels, bu yeni toplumun siyasal örgütlenmesine değinirken de şunları yazar: “devlet eski gentilice örgütlenmeye göre, ilkin uyruklarının toprağa göre doğmasıyla belirlenir. İkinci olarak bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan kamu gücünün kuruluşu gelir.”(1)
Engels’den yaptığımız bu iki alıntı, yeni siyasal ve toplumsal örgütlenmenin temellerini ortaya koyar. Burada “toprak”, sınıfları ayıran ve bir arada tutan temel bağ, silahlı güç örgütlenmesi ise bu bağı koruyup pekiştirmenin aracı olarak işlev görür.
Toprağın temel üretim aracı olma özelliğini koruduğu feodal toplum, örgütleniş tarzı olarak köleci toplumdan daha gelişmiş bir biçimi ifade eder. Tıpkı köleci toplumda olduğu gibi, burada da toprak sınıfsal farklılaşmayı belirler ve farklı sınıfları bir arada tutan temel bağ olma özelliğini sürdürür. Toprak, toprak sahibini serf’ten ayırır ve yine toprak, serf’i toprak sahibine bağlar;serf’le toprak sahibini bir toplumsal ilişki içinde bir arada tutar.
Tarihsel süreçte feodal toplum, toprağın belirleyici bağ olduğu son toplumsal örgütlenmedir. Toprağa dayalı örgütlenme biçiminin dağılmasında belirleyici rolü, toprağın temel üretim aracı olması özelliğine son veren yeni üretici güçler ve bunların taşıdığı yeni üretim ilişkileri oynar.
Ve Ulus Doğar
Emek – sermaye ilişkisi olarak karşımıza çıkan bu yeni üretim ilişkisi, aynı zamanda bir toplumsal işbölümünün ürünüdür. Sanayi (meta üretimi), toprağın temel üretim aracı olma özelliğine son verirken, onun toplumsal örgütlenmenin temeli olma özelliğine de son verir. Yeni toplumun – kapitalizm – iki temel sınıfını oluşturan emek ve sermaye, eski toplumun bağrında ve onun çözülme sürecinde ortaya çıkarlar. Bu süreç aynı zamanda bu iki sınıfın topraktan bağımsızlaşma sürecidir. Sürecin bir ucunda sermayenin ilkel birikimi – lonca ustası, manifaktür sahibi, ticaret simsarı – öteki ucunda ise emeğin topraktan ve bireysel üretim araçlarından kopuşu vardır.
Emek-sermaye birliğine dayanan bu ilişki yeni bir üretim tarzının olduğu kadar, yeni bir toplumsal örgütleniş biçiminin de taşıyıcısıdır. Bu biçim, ulus’tur.
Ulus, burjuvazinin birçok öğesini geçmişten devraldığı, yeniden biçimlendirerek, kapitalizmin ekonomik – siyasal toplumsal örgütlenmesi ve gelişmesinin ideal biçimine dönüştürdüğü, tarihsel geçici bir kategoridir.
Toplumun ilk ve ilkel örgütleniş biçimi gens’den, bugünkü örgütleniş biçimi ulusa varış, farklı tarihsel–ekonomik aşamalara ayrılan bir süreklilik olarak karşımızda durur. Kan bağının belirleyici olduğu gens’den başlayan süreç, gens’den aşirete, aşiretten aşiretler birliğine, aşiretler konfederasyonuna, etnisiteye, oradan ulusa doğru zenginleşerek ve çeşitlenerek sürer. Bu sürecin başında üretim dışı faktörler –kan bağı, akrabalık– egemendir. Toprağın toplumsal örgütlenmenin temeli olmasıyla birlikte, süreç ekonomik ilişkilerin belirleyici etkisi altında yol alır. Kan bağıyla birlikte eski toplumun gelenek ve göreneklere dayalı doğal örgütlenmesi de son bulur. Onların yerini yeni toplumun sınıfsal yapısı üzerinde yükselen devlet ve yasalar alır. Eski çok tanrılı kabile dinleri yerini, birçok aşiretin, etnisitenin benimsediği toplumun yeni sınıfsal yapısını onayan dünyevi dinlere bırakır.
Toprak mülkiyeti üzerine oturan din, egemen sınıfların en önemli ideolojik aracı haline gelir. Dil, sanat ve kültür ekonomik faaliyetin gelişmesiyle birlikte kabile dili ve kültürü olmaktan çıkar, zenginleşir; öyle ki, genişleyen ekonomik faaliyetin ayrılmaz bir unsuru olan dil ve kültürün, hangi kabile diline dayandığını belirlemek çoğu zaman imkânsızlaşır.
Toprağın temel üretim aracı olduğu toplumlarda toprak, aynı zamanda devlet örgütlenmesinin de temelidir. Feodal devlet, toprak ortaklığı temelinde oluşan alt birimler üzerinde, deyim yerindeyse, bu birimlerin bir toplamı olarak var olur. Bu alt birimlerin her biri kendine özgü toprak, dil, kültür ve tarih birliğiyle ayırt edilirler. Üretici güçlerin gelişme düzeyinin belirlediği kapalı ekonomi ve yalıtık yaşam, alt birimlerdeki bu farklılaşmayı korur. Bu durum aynı devlet içinde yer alan alt birimlerin (aşiretler-etnisiteler) birbirlerinden tümüyle kopuk oldukları, birbirlerinden etkilenmedikleri ve hatta devletin ekonomik ve siyasi baskısına – özellikle dinsel yönden– maruz kalmadıkları anlamına gelmiyor. Özellikle meta pazarı ve ticari faaliyetin genişlemesine bağlı olarak bu alt gruplar arasında giderek artan bir ilişki alanı oluşur. Ama yine de bu alt birimleri bir arada tutan bağlar, onları devlete bağlayan bağlardan daha güçlü ve dayanıklıdır. Devletle olan bağların iç bağ karşısındaki zayıflığı, aşiret ve etnisitelerin kolayca bir devletten kopup öteki devlete adapte olmalarını da açıklar. Öte yandan, iç bağın güçlülüğü, bu yapıların farklı devlet egemenlikleri altında çözülmeye uğramadan varlıklarını sürdürmelerini olanaklı hale getirir. Aşiret ve etnisitelerin bu dayanıklılığı sonraki süreçte ulusun oluşumunda önemli bir rol oynar.
Ulusun İnşası, Ulus Devlet
Ulus, kapitalist toplumda, farklı tarihsel ve ekonomik koşullar altında, köleci ve feodal toplumda toprağın üstlendiği işleve benzer bir işlev üstlenir. Köleci ve feodal toplumlarda toprak nasıl ki karşıt sınıflar arasındaki bağı kuruyor idiyse, kapitalizmde, bu bağ ulus yoluyla kurulur.
Ancak ulus, karşıt sınıflar arasındaki bu bağı, toprak bağında olduğu gibi doğrudan kurmaz. O ancak, bir dizi tarihsel–ekonomik ve etnik etkeni, ekonomik, siyasi ve ideolojik bir etkiyle birleştirerek bu rolü üstlenir. O yüzden ulus, toprak gibi doğal bir kategoriyi değil, siyasi bir kategoriyi temsil eder ve karşımıza bir inşa süreci olarak çıkar.
Ulus inşasının dayandığı bu tarihsel–ekonomik ve etnik etkenlerden hareketle, şöyle bir ulus tanımı yapabiliriz : “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadî yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.” (2)
Ancak ulus, ne bu öğelerin aritmetik bir toplamı ve ne de bir çeşit bileşkesidir. Tersine bu öğelerin sermaye ilişkisi altında siyasal etkiyle, toplumsal bir bağ oluşturacak tarzda yeniden biçimlenmesidir.
Yukarıdaki tanımda “toprak birliği” olarak geçen, coğrafi etken, sınıf savaşımı yoluyla eski toplumdan devralınan devlet sınırlarıyla belirlenir. Bu sınırlar aynı zamanda kapitalizmin serpilip geliştiği iç pazarı oluşturur. Sermaye,bu pazarda üretim ve gerçekleşme olanaklarını bulur; birikimini ve merkezileşmesini sürdürür. Sermaye bu pazarı bir yandan devlet eliyle yeniden örgütler, öte yandan da ilhaklar ve meta-sermaye ihracı yoluyla, sürekli olarak geliştirmeye çabalar.
Ulus inşasında etnik olan, kimi coğrafi çevre, kimi ise soy ve tarihsel – ekonomik etkenlerle belirlenen, dildir, kültürel özelliklerdir, gelenek, zihniyet ve psikolojidir. Ama bütün bunlar, gens’den ulusa varan tarihsel süreçte, ne başlangıçtaki işlevlerini olduğu gibi sürdürürler ve ne de değişmeden kalırlar. Tersine üretici güçlerdeki gelişmeye, toplumun sınıfsal farklılaşmasına, bu farklılaşmanın düzeyine ve sınıflar arası ilişkilere bağlı olarak, hem içerik ve hem de biçim olarak değişirler. Bu etnik etkenler içinde özellikle kültür, zihniyet, gelenek ve görenekler, sınıf mücadelesinin etkisi altında, farklı sınıfların farklı yaşam tarzları olarak belirginleşirler. Ama yine de egemen sınıfın kültürü, egemen kültür olarak kalır. Etnik olan, ulus inşasında önemli bir rol oynasa da, bundan ulusun etnik olanla –etnisiteyle- özdeş olduğu sonucu çıkmaz. Her ne kadar homojen bir etnisite kapitalist gelişmenin hızlandırıcı unsuru ise de, zorunlu bir koşulu değildir. Tarihte pek çok uluslaşma homojen bir etnisiteye dayanmadan da gerçekleşebilmiştir.
Ekonomik etken, ulus inşasında, ulusu oluşturan farklı etkenleri bir araya getirerek, onları yeniden biçimlendirerek, belirleyici bir rol oynar. Ekonomik etken bu rolü, meta–sermaye hareketi olarak üstlenir.
Meta bütün özel mülkiyet toplumlarına özgü bir kategori olmakla birlikte, kapitalizmde farklı bir niteliğe bürünerek, farklı bir işlevi yerine getirir. Yeni üretim ilişkileri altında, üretici güçlerdeki gelişmeye paralel olarak büyüyen ve genişleyen meta –sermaye üretiminde, meta alınır– satılır bir şey olmanın ötesinde toplumsal alanda yeni bir ilişkiyi, bir değer ve bağımlılık ilişkisini temsil eder. Sermaye hareketi ürünleri meta haline getirirken, insan ilişkilerini, insanla doğa arasındaki ilişkiyi de metalaştırır. Sermaye, üretimi koşullarında, adeta bir kurucu, düzenleyici öğe olarak hareket eder. Kapitalist ekonomiye yön verirken, ulus inşasının koşullarını da hızlandırır. Ulusu oluşturan öğeleri, yalıtık, tekil öğeler olmaktan çıkararak, onlara yeni bir ruh, yeni bir nitelik ve biçim verir. Bu yüzden Marks, haklı olarak, metayı kapitalist toplumun temel hücresi olarak adlandırmıştır.
Büyüyen ve genişleyen meta üretiminin oluşturduğu meta pazarı, toprak üzerindeki eski parçalanmışlığa ve yalıtılmışlığa son vererek, üretimdeki toplumsallaşmayla birlikte yaşamı da toplumsallaştırır. Üretimdeki büyüme ve toplumsallaşma, toplumdaki sınıfsal farklılaşmayı hızlandırarak, sınıf bağlarını pekiştirir. Sınıfları feodal toplumdaki yalıtılmışlıktan kurtararak, ulusal çapta sınıflar halinde birleştirir. Bu temel üzerinde ekonomik yaşam yeni bir niteliğe bürünerek bütünleşir. Feodal toplumun bağrında, meta–sermaye üretimi merkezlerinden başlayarak oluşan bu yeni ilişkiler, meta üretiminin büyümesi ve meta pazarının genişlemesiyle gelişir ve olgunlaşır. Metalar yeni toprakları fethettikçe, bu topraklar üzerindeki eski sınırlılığa ve yalıtılmışlığa son vererek, yeni bir örgütlenmenin koşullarını da yaratırlar. Bu aynı süreci, dil ve kültürde de görmek olanaklıdır. Dil ve kültür feodal toplumda, ekonomik ilişkilerin, ekonomik yaşamın yerelliği ölçüsünde yereldi. Aynı dili konuşan birden fazla aşirette, etnik yapıda bile dil, lehçelerle birbirinden ayrılırdı. Ekonomik faaliyetin genişlemesi, meta–sermaye hareketinin egemen bir konuma yükselmesiyle birlikte, eskiden insanlar arasında ticari faaliyetin başlıca aracı olan dil de, ortak bir kültürel yaşamın birleştirici öğesi haline geldi. Sözcük dağarcığının genişlediği, sözlü ve yazılı dilin bütünleştiği, lehçeleri aşan, standart edebi bir dil ortaya çıktı. Meta – sermaye hareketiyle dil ve kültür arasındaki bu bağ, karşılıklı olarak birbirini besleyerek geliştirdi. Meta hareketi, dili yerellikten kurtararak, zenginleştirerek ulus dili haline getirirken, dil de, meta pazarının genişlemesi ve ekonomik ilişkilerin özgürleşmesini kolaylaştırdı.
Ekonomik ve etnik etkenler her ne kadar ulus inşasında önemli bir rol oynasalar da, kendiliğinden bir ulus örgütlenmesine dönüşemezler. Bunlar ancak siyasal bir iradeye bağlı olarak ulus biçimini kazanırlar. Süreklilik içinde bir kesinti olarak ortaya çıkan tarihsel süreçler, nesnel olanla öznel olanın belirli bir birliği ve ilişkisini ifade ederler. Tarihsel süreçte hiçbir tarihsel – toplumsal görüngü, onu ortaya çıkaran nesnel koşullar ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, öznel bir gücün (gruplar, sınıflar) müdahalesi (örgütlü iradesi) olmaksızın gerçekleşemez. Bu durum ulus inşası için de geçerlidir. Bu irade dışarıda tutularak, bir ulusal örgütlenmeden ancak, bir eğilim olarak, belirli etmenlerin bir arada tuttuğu bir topluluk olarak söz edilebilir. Burada önemli olan somut bir ulus örgütlenmesi olarak kendini ortaya koyup koymamasından çok, bu iradenin var olup olmamasıdır. Tarih içinde pek çok ulusal topluluk bu iradeyi ortaya koyamadıkları için, egemen etnisitenin içinde asimilasyona uğrayarak bakiye haline gelmiştir. Yine aynı şekilde, bir tarihsel kesitte, tarih dışına düşmüş gözüken pek çok ulusal topluluk, koşulların değişmesiyle, bu iradeyi yeniden kazanabilmiştir.
Ulusun oluşumunda ekonomik ve etnik öğe ne kadar zorunlu ve vazgeçilmez ise, ulusal irade de o ölçüde zorunlu ve vazgeçilmezdir. Ekonomik ve etnik temel üzerinde ulusa gerçeklik kazandıran bu irade, egemen sınıfın iradesidir. Devlet, bu iradenin örgütlenmiş biçimidir.
Devlet, ulus inşa sürecinin, deyim yerindeyse, mimarıdır. Ulus inşası, devletle ulusun karşılıklı etkileşimi içinde yol alır. Devlet müdahalesi ile sermaye hareketi, önüne eski toplumsal yapının diktiği bütün engelleri, – toprağa bağlılık, parçalılık, yalıtılmışlık vb.– bir bir parçalayarak, eğitimi zorunlu hale getirerek, altyapı ve haberleşmeyi geliştirerek, ulus inşasının ekonomik ve etnik temellerini güçlendirir. Toplumsal yaşamı her türlü yalıtılmışlıktan kurtararak, bir anlamda yeniden yaratır.
Ulus da, kendini bir ulusal pazar biçiminde sermayenin emrine vererek, çıkarları ve amaçları birbirinden farklı sınıfları ekonomik ve etnik bağlarla bir arada tutarak, devlete, egemenliğini gerçekleştirme ve merkezileştirme olanağını sunar. Burjuvazinin egemenlik aracı olan devletin ulusla bir arada ve eş anlamlı olarak kullanılması,ulus ile devlet arasındaki bu ilişkinin somut bir ifadesidir.
Sermayenin Mistifikasyonu
Ulusal Mistifikasyonla Daha da Pekişir
Ulus, burjuva egemenliğin genelleştirilmesinde ideolojik bir rol de üstlenir. Sermaye hareketinin sınıflara ayırdığı toplumsal yapıyı, sınıflar üstü bir görünüme bürünerek, yeniden birleştirir. Tıpkı kapitalist ücret sisteminin artı – değer sömürüsünü gizlediği gibi.
Marks, sermayenin ücret sistemi yoluyla yarattığı bu mistifikasyonu şöyle anlatır: “…işçi, ücretini, çalıştıktan sonra aldığından ve ayrıca, gerçekte kapitaliste verdiği şeyin kendi emeği olduğunu bildiğinden, işgücünün değeri ya da fiyatı, ona, zorunlu olarak, bizzat emeğinin fiyatı ya da değeri gibi görünür. … İşte bu yanlış görünümdür ki, ücretli emeği, emeğin öteki tarihsel biçimlerinden ayırdeder. Ücretlilik sistemi temeli üzerinde, ödenmemiş emek bile, ödenmiş emek gibi görünür.” (3)
Bu gizem, kapitalist üretim sürecini tersyüz ederek, sanki emekle sermaye eşit koşullar ve haklar altında ortaklaşa üretim sürecine katılıyor, ortak bir meta üreterek, üretim sürecine yaptıkları katkıyı eşit olarak bölüşüyormuş gibi bir görüntü yaratır.
Burjuva ideologları bu gizeme, artı–değer sömürüsünü (sermayenin varlık nedeni olan) gizlemenin güçlü bir kanıtı olarak sarılırlar. Bunun gibi ulus da, burjuva egemenliği genelleştirerek, tüm topluma mal ederek, bu egemenliğin üzerini ulusal bir bayrakla örter. Ulus, tıpkı meta gibi fetiş bir karaktere bürünür. İnsanlar arasındaki ilişkilerin metalaşması, meta aracılığıyla kurulması gibi, ulus da, sınıflar arasındaki ilişkiyi kurar. Burjuva mistifikasyon, meta üretimi olmadan yaşamın, ulus olmadan da toplumun var olamayacağını vaaz eder. Böylece sermayenin mistifikasyonu, ulus mistifikasyonuyla tamamlanır. Sınıflar ve sömürü bir anda ortadan kalkmış gibi görünür.
II
Ulusal Sorunun Doğuşu ve Gelişimi
Sorunun Ortaya Çıkışı
Kapitalizmin doğuşu ve ulus devletin oluşumu, tarihsel gelişmenin eşitsizliği yasası altında sürdü. Süreç, bir coğrafyada ulus devletin ortaya çıkışının nesnel ve öznel güçlerini harekete geçirirken, başka bir coğrafyada, eski nitelik ve biçim altında varlığını sürdürdü. Eşitsiz gelişim yasası altında bu farklı ilişkiler, sadece aynı tarihsel süreçte yan yana var olmakla kalmadı, aynı zamanda birbirlerini karşılıklı olarak da etkilediler.
Eski ve geri toplumsal ilişkiler, yeni ve ileri olanın gelişmesinin önünde engel olurken, en çok da bu yeni olandan etkilenirler. Bu etkileşme ve çatışmada, yeni ve daha gelişmiş olan, eskiyi tasfiye ederek yoluna devam eder. Kapitalistleşme ve uluslaşma, egemen ilişki olarak, sürecin yönünü belirler. Ulus devlet, kapitalizmin standart modeli olarak öne çıkar.
Kapitalist ilişkilerin en fazla geliştiği coğrafyadan, Batı Avrupa’dan başlayan bu süreç, temsil ettiği toplumsal ilişkinin gücü ve yarattığı örneğin etkisiyle dünyaya yayıldı. Batı Avrupa’da kapitalistleşme ve ulus devletin ortaya çıkışı, İngiltere’yi dışarıda tutarsak, esas olarak 1789 Fransız Devrimiyle başladı.1848 devrimleriyle bütün Batı Avrupa’ya yayıldı ve 1870’lerde tamamlandı. Nispeten homojen bir ulus devlet biçimi altında kapitalizm, tüm Batı Avrupa’da egemen oldu (Fransa, İtalya, Almanya, Portekiz, İspanya vb.). Belçika ve İsviçre, sürecin homojen olmayan örnekleri oldu.
Batı Avrupa’da ulus devlet süreci tamamlandığında, doğuda süreç batının etkisi altında, henüz yeni yeni gelişmeye başlamıştı. Çoğu feodal egemenlik altındaki doğu toplumları, en geri üretim ilişkilerinden –komünal, köleci– kapitalist ilişkilere kadar, tarihsel–ekonomik gelişmenin farklı aşamalarında bulunmalarına rağmen, gelişmenin yönünü kapitalistleşme ve uluslaşma belirliyordu. Bu karmaşık toplumsal ve ekonomik yapı altında ulus devlet oluşumu, özellikle Japon–Rus savaşının ardından, 1905 Rus devriminin etkisi altında gelişmeye başladı. Rusya’da başlayan ulusal mücadeleler, Çin’i, İran’ı, Hindistan’ı ve 1912 Balkan Savaşlarıyla Osmanlı coğrafyasını etkisi altına alarak, Asya ve Afrika’ya yayıldı.
Uluslaşma süreci, batıdakinin tersine, sürecin önünde başlıca engeller olarak duran, çok uluslu feodal devletlere ve sömürgecilik sistemine karşı mücadeleler içinde yol aldı. Ve ulus devlet sorunu, bu iki alanda ulusal soruna dönüştü.
Ulus devlet sorununun ulusal soruna dönüştüğü 1900’lü yılların başında, ABD ve Japonya’da içinde olmak üzere, batıda kapitalizm iç pazardaki gelişimini tamamlayarak yeni bir aşamaya, tekelci–emperyalist aşamaya ulaştı. Bu aşamanın belirgin özellikleri; sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, üretimin toplumsallaşması, iç pazarın tekeller arasında paylaşımının tamamlanması, dünya pazarının büyümesi, tekelci rekabetin iç pazardan dünya pazarına taşınması, sermaye ihracının önem kazanması, işgal, ilhak ve yağmalamaya, el koymaya dayanan eski sömürge ilişkisinin, sermaye hareketine bağlı yeni bir bağımlılık ilişkisiyle yer değiştirmesi, dünyanın belli başlı tekelci gruplar ve devletler arasında hem pazar, hem de toprak olarak yeniden bölüşülmesinin gündeme gelmesi vb.dir.
Bu değişimleri, toplumsal alanda, ulusun sınıfsal çözülmesi, bir kutupta işçi sınıfı, öteki kutupta burjuvazi olmak üzere iki karşıt kutba bölünmesi, sermaye birikimi ve merkezileşmesine eşlik eden proleterleşme süreci, yedek sanayi ordusunun oluşumu ve büyümesi, siyasi alanda ise, tekelci gerici egemenlik, devletin merkezileşmesi, çelişkilerin keskinleşmesi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmanın, tarihin yönünü belirleyen temel çatışma haline gelmesi, sosyalist devrimin maddi temelinin dünya çapında olgunlaşması izledi.
Kapitalizmin bu yeni aşamasının ulusal sorun ve bu bağlamda sınıf mücadelesi üzerindeki en önemli etkisi, sömürgelerde ve çok uluslu devletlerde, burjuvazinin, ulusa önderlik rolünü kaybederek gericileşmesi, yeni sınıf düşmanı olan işçi sınıfı ve yoksul köylülüğe karşı, eski sınıf düşmanı aristokrasi ve sömürgeci burjuvaziyle uzlaşmasıdır. Bu durum, özellikle sömürgelerde, ulusal sorunun, emperyalist paylaşımın bir aracı haline gelmesine de yol açmıştır.
Aynı sürecin, ulusal sorunla bağlantılı, sınıf savaşımı üzerindeki etkisi ise, siyasal demokrasinin diğer sorunlarıyla birlikte, toprak sorunu ve ulusal sorunun, sınıf mücadelesi alanına eklemlenerek genişlemesidir.
Paylaşım Savaşı Aracı Olarak Ulusal Sorun
14. Yüzyıldan 18.yüzyıla kadar, sömürgeci devletlerarasında süregelen sömürge savaşları ve sömürgelerin yağmalanması, servetin ve ilkel sermaye birikiminin önemli kaynaklarından biri oldu. Bu yağmadan en büyük payı alan devletler, dünya ticaretinde ve siyasetinde egemen konumu ellerinde tuttular. Başlangıçta İspanya ve Portekiz’e ait olan bu konum sırasıyla, Hollanda ve İngiltere’ye geçti. İngiltere, sömürgelerden sağladığı sermaye birikimiyle, 20.yüzyılın ilk çeyreğine kadar, kapitalist gelişmede hep bir adım önde oldu.
19. Yüzyıl sonlarında kapitalizm, iç pazardaki gelişimini, tekelci bir nitelik kazanarak tamamladığında, sömürgelerin sermaye oluşumunda oynadıkları başlangıçtaki rolleri de değişti.
Sömürgeler bu kez, sermaye birikimi ve merkezileşmesinde önemli bir rol üstlendiler. Sömürgeci kapitalist devletler, kapitalizmin bunalımına neden olan, iç pazarda atıl sermaye ve aşırı üretimin yol açtığı tıkanıklığı, dış pazarı örgütleyerek aştılar. Dış pazara sahip olmayan Rusya gibi devletler, kapitalist gelişmeyi hep geriden takip etmek zorunda kaldılar. Sömürgeci kapitalist devletleri bunalımlardan sömürge pazarları çekip çıkardı. Sömürgelerin kapitalist gelişmede üstlendikleri bu yeni rol, doğal olarak sömürgeler üzerindeki paylaşım savaşını da keskinleştirdi. Sömürgeler paylaşım savaşı alanına dönüşürken, ulusal sorun da bu paylaşımın bir aracı haline geldi.
Wilson Prensipleri, Sömürgecilikten Emperyalizme
20.Yüzyıl başında belli başlı kapitalist devletlerarasında değişen güç dengelerinin zorunlu kıldığı paylaşım savaşı, sömürgelerin basitçe bir el değişimi, güce göre yeniden dağılımı olmanın ötesinde, sömürge sisteminde nitel bir değişimi de içeriyordu. Bu nitel değişim kapitalizmde egemen olan tekelci ilişkinin damgasını taşır. Tekelci egemen ilişki altında, ilhak ve işgal üzerinden, doğrudan yönetime dayalı eski sömürgecilik yerini, sermaye hareketi üzerinde yükselen, bir bağımlılık ve denetim ilişkisine bıraktı. Bu temel üzerinde kapitalizm, geri ve güçsüz olanın, ileri ve güçlü olana bağlı olduğu bir dünya sistemine dönüştü.
Kapitalizmin dünya çapında bir sistem olarak örgütlenmesini sağlayan bu değişimin öncülüğünü, kapitalist devletler içinde en az sömürgeye sahip olan, feodalizmi radikal bir tarzda tasfiye ederek, güçlü bir sermaye birikimine ve Monroe doktriniyle, bu alanda ciddi bir deneyime sahip, ABD üstlendi. ABD, emperyalist savaş sürerken açıkladığı, tarihe Wilson Prensipleri olarak geçen yeni bir doktrinle paylaşım savaşındaki yerini aldı. Sömürge uluslara kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkını vaat eden doktrin, iki temel prensibe dayanıyordu. Birincisi, sistemin yeni bir bağımlılık ilişkisi üzerinde yeniden örgütlenmesi, ikincisi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına dayanarak, ulusal sorunun, paylaşım savaşının bir aracı olarak kullanılması. Bu yeni doktrinle sömürgeci ve sömürge ülke burjuvaları arasındaki uzlaşmanın sınıfsal temeli de güçlendirilmiş oldu.
Ekim Devrimi İle Ulusal Kurtuluş
Yeni Bir İvme ve Doğrultu Kazanır.
Savaşın sonuna doğru, zafere ulaşan Ekim Devrimi’nin etkisi altında, ulusal kurtuluş mücadeleleri, burjuvazinin önderliğini sorgulayacak tarzda hızla gelişti. Ekim Devrimi, işçi sınıfı tarihinde olduğu kadar, ulusal kurtuluş mücadeleleri tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Bu devrim, ulusal kurtuluş mücadelelerini sadece ateşlemekle kalmadı, bu mücadelelere yeni bir sınıfsal perspektif de sağladı.
Sömürgelerde, güçsüz de olsa, işçi sınıfı, kendi bağımsız örgütlenmelerini yarattı. Köylülerin toprak talebi etrafındaki örgütlülüğü gelişti. Burjuvazi, işçi sınıf ve köylü hareketleri karşısında, feodal gericilik ve emperyalist burjuvaziyle uzlaşırken, ulusal sorun ve toprak sorunu temelinde işçi sınıfıyla köylülük arasında yeni bağlar ve ittifaklar oluştu. Ulus içindeki sınıfsal farklılaşma, ulusal sorunda iki farklı siyaset olarak belirginleşti.
1923–1950 yılları arasında bu iki farklı siyaset, kimi yerde işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci başkaldırısı ve zaferiyle, çoğu durumda ise, sorunun özünde bir burjuva sorunu olması, burjuvazinin, işçi sınıfı ve köylülüğe oranla daha örgütlü olması, uluslararası burjuvazi gibi güçlü bir ittifaka sahip olması vb. nedenlerin de etkisiyle, “ulusal” burjuvazinin feodal gericilik ve emperyalist burjuvaziyle uzlaşmasıyla, sonuçlandı.
1950’lere gelindiğinde, sömürge sistemi, yeni bir bağımlılık zinciri yaratarak, çözüldü. Kapitalist sistem, bağımlılık ilişkisi temelinde, daha sağlam ve dayanıklı bir yapıya kavuştu. Kapitalizmin 1950’lerden sonraki hızlı gelişmesinde, sömürgelerdeki bu dönüşümün sağladığı, geniş pazarlar ve ucuz işgücü önemli bir rol oynadı.
Emperyalizm bugün de özellikle Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’da ulusal sorunu emperyalist paylaşımın bir aracı olarak kullanıyor. Denetleyemedikleri devletleri, etnik ve dinsel öğeleri kullanarak, denetlenebilir devletlere dönüştürüyor. Bunun en yakın örneğini Yugoslavya’nın etnik etmenler kullanılarak paylaşılması oluşturuyor.
Kapitalizmin Gelişimine Bağlı Olarak
Ulusal Sorun da Sınıf Savaşımının Alanına Dönüşür
Kapitalizmin evrensel bir ilişki sistemi haline gelmesiyle birlikte, işçi sınıfı da burjuvazi gibi evrensel bir karakter kazanır. İşçi sınıfının, hemen her ülkede nicelik ve niteliğine bakılmaksızın var olması, ulusun eski bileşiminin değişmesine, yeni bir sınıfsal bileşimin ortaya çıkmasına yol açar. Bu da ulusal sorunun, eski biçimde, salt burjuva tarzda, ele alınmasını olanaksız kılar. Ulus üzerindeki burjuva hegemonyanın çözülmesiyle birlikte ulusal sorun, sınıf mücadelesinin bir alanı, sosyalist devrim sürecinin bir bileşeni haline gelir.
Ulusal sorunun var olduğu çokuluslu devletler, çoğu durumda kapitalist gelişmeyi geriden takip eden, ulusal toplulukları ayıran bölgeler arasında derin ekonomik ve siyasal farklılıkların bulunduğu devletlerdir. Bu devletlerde sınıf mücadelesi, sosyalist görevlerle demokratik görevlerin iç içe geçtiği bir çeşitliliğe ve genişliğe sahiptir.
“Demokratik” görevler (ulusal sorun, toprak sorunu, siyasal demokrasinin diğer sorunları vb.), esas olarak feodalizme karşı mücadelenin unsurları olmaları nedeniyle, her ne kadar işçi sınıfı açısından mutlak bir nitelik taşımasalar da, kapitalizmin ulaştığı yeni tekelci niteliğe bağlı olarak, sınıf mücadelesinin işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki bir mücadeleye dönüşmesiyle, bu savaşımın unsurları haline gelirler.
İşçi sınıfının bu demokratik taleplere ilgisi, sadece soyut bir adalet duygusundan, baskının,sömürünün ve ayrıcalığın her biçimine karşı olmasından, ya da emperyalizm çağında demokrasinin tek tutarlı savunucusu olması gerçeğinden kaynaklanmaz. Aynı zamanda, onun sınıf çıkarlarının ve amacının zorunlu bir gereği olarak ortaya çıkar.
Sınıf mücadelesi alanı içinde yer alan demokratik talepler, nitelikleri gereği, geniş halk yığınlarıyla burjuvaziyi karşı karşıya getirerek, sosyalist mücadelenin hizmetine sokulabilecekleri gibi, burjuvazi tarafından işçi sınıfını ve halkı aldatmanın ve kendi egemenliğine tabi kılmanın araçları işlevini de görürler. Bu taleplerin hemen hepsi, belirli koşullar altında, burjuvazi tarafından işçi sınıfını devrimden uzaklaştırmak için kullanılmıştır, kullanılmaktadır. Bu yüzden işçi sınıfı bu talepleri tespit etmekle, desteklemekle yetinemez; bu talepler etrafında yürütülen mücadeleyi, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci savaşımıyla birleştirmek ve bu savaşıma bağlı kılmak zorundadır.
Sınıf mücadelesi, saf kapitalizm koşullarında, işçi sınıfıyla burjuvazinin karşı karşıya geldiği, saf bir mücadele olarak ortaya çıkmaz. O aynı zamanda, toplumu oluşturan farklı sınıf ve katmanlar üzerinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasında bir hegemonya mücadelesi olarak sürer. Bu mücadelede işçi sınıfı salt kendi çıkarlarını savunarak devrimci, hegemon bir güç olamaz. İşçi sınıfı hegemonya bilincine ancak, toplumun baskı altında tutulan, ezilen, sömürülen, diğer sınıf ve katmanlarına giderek, onların sorunlarını kendi sorunu olarak görerek, ulaşabilir. “Kendi sınıfının hegemonyası fikrini benimsemeyen ve bunu bizzat pratikte gerçekleştiremeyen sınıfın kendi tarihsel rolünü oynayabilmesi de mümkün değildir.” Aynı şekilde, işçi sınıfını başka sınıf ve katmanlara taşıyamayan bir parti de, sınıf içinde ne kadar örgütlenmiş olursa olsun, onun bilinç ve eyleminde devrimci bir dönüşümü sağlayamaz. Sınıf hegemonyası, bu dönüşümün, işçi sınıfının bilinç, örgütlülük ve olgunluk düzeyinin doğrudan bir göstergesidir.
III
Sınıf Savaşımının Alanı Olarak
Ulusal Sorun
Dünya Pazarının İç Kenetlenmesindeki Yoğunlaşma Ulusal Soruna Yaklaşımda Değişime Yol Açar
Siyasal demokrasinin bakiye sorunu olan ulusal sorun, sınıf mücadelesinin önemli, önemli olduğu kadar da, en karmaşık sorunlarından biridir. Önemlidir, çünkü ulusal sorun bir toprak sorunu olarak, en başta kır yoksulları olmak üzere, geniş halk kitlelerini ilgilendiren ve bu kitlelerin sınıf mücadelesindeki konumlarını belirleyen kilit bir sorundur. Karmaşıktır, çünkü işçi sınıfı ile burjuvazinin tarihsel mücadelesi alanında, sınıf mücadelesinin bugününe değil, dününe ait bir sorun olarak yer alır. İçerik olarak bir burjuva sorun olmasına rağmen, burjuvazi için, kapitalizmin ilk gelişme dönemindeki gibi, vazgeçilmez bir öneme sahip değildir. Kapitalizmin bir dünya sistemi, ulusal pazarın bir dünya pazarı haline gelmesiyle birlikte, kapitalizmin ulusal pazarda ve korumacılık altında gelişme zorunluluğu da ortadan kalkar. Ulusun, burjuvazi açısından pazar olarak eski önemi de, geri plana düşer. Ama bu durumdan, burjuvazinin ulusal sorundan elini eteğini çektiği sonucu çıkmaz. Tersine, aynı kapitalist gelişme, ulusun sınıfsal yapısındaki farklılaşmaya yeni siyasal bir nitelik kazandırır. Bu yeni nitelikle birlikte ulusal sorun iki ayrı sınıfın iki farklı siyasetinin çatışması biçimine bürünür. Bu durum ulusal soruna işçi sınıfının yaklaşımında da bir değişime yol açar. Geçmişte Çek, Polonya, Macaristan vb. sorununda olduğu gibi, soruna, kapitalist gelişmenin ve sosyalizmin maddi koşulları açısından yaklaşım, yerini sosyalist devrimin çıkarlarını dikkate alan bir yaklaşıma bırakır.
Erken Dönem
İşçi sınıfı açısından ulusal sorun, “mutlak” bir sorun değil, ikincil bir sorundur. Ulusal sorunun ikincil bir sorun olması, onun önemsizliğine işaret etmez. Sadece onun sınıf savaşımı dışında ele alınamayacağını anlatır. İşçi sınıfının savaşımı ulusal değil, sınıfsal bir savaşımdır. Amacı sınıflı bir ulusun yaratılması değil, sınıfsız, ulussuz bir toplumun kurulmasıdır. Ancak işçi sınıfı bu amacına verili bir ortamda ve mevcut devlet sınırları içinde mücadelesini yürüterek ulaşabilir. Bu sınırlar içinde her ekonomik ve siyasal sorun gibi, ulusal sorun da, sınıf savaşımı üzerinde etkide bulunduğu oranda, işçi sınıfının ilgi ve mücadele alanına girer.
Sınıf savaşımının bir alanı olarak ulusal sorun, sadece ezilen ulusun işçi sınıfı ve kır yoksullarını ilgilendiren bir sorun değil, aynı zamanda ezen ulusun işçi sınıfını ve dolayısıyla sınıf savaşımını bir bütün olarak kapsayan ve ilgilendiren bir sorundur. Marks, ulusal sorunun bu yönünü, 9 Nisan 1870’de S.Mayer ve A.Vogt’a yazdığı mektupta çarpıcı bir biçimde şöyle dile getirdi:
“Ve en önemlisi, İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezinde, artık, iki düşman kampa, İngiliz proleterler ile İrlandalı proleterlere bölünmüş bir işçi sınıfı var. Sıradan bir İngiliz işçi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakipmiş gibi, İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçiyle ilişkisinde, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu, İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor… Basın, kilisedeki vaaz kürsüsü, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfların buyruğu altındaki her türlü araç, bu karşıtlığı yapay olarak canlı tutuyor ve katmerleştiriyor. İngiliz işçi sınıfının örgütlülüğüne karşın, güçsüzlüğünün gizi, bu karşıtlıktadır. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin gizi de buradadır. Bunu da çok iyi biliyor.” (4)
Marks’ın 140 yıl önce yazdıkları bugünü hiç de aratmıyor. Ve Marks bu satırların ardından, İrlanda’nın bağımsızlığının, İngiltere’de işçi sınıfının kendi toplumsal kurtuluşunun ilk koşulu olduğunu belirtiyor.
İşçi sınıfının ulusal soruna yaklaşımı ulusal mücadelenin şekillenmeye başladığı 1840’lı yıllarla birlikte başlar. İşçi sınıfının henüz kendi bağımsız örgütlenmesini yaratamadığı bu dönemde, Marks ve Engels soruna, tamamen tarihsel ve ekonomik ilerlemenin ve sosyalizmin maddi koşullarının oluşmasının hızlandırılması açısından yaklaştılar.1855’de Slav halklarının Osmanlı’dan ayrılmasına karşı dururken de,1848’de Çek ayaklanmasını bir “belâ” olarak nitelerken de, aynı ilkeden hareketle, Rus gericiliğine karşı Avrupa kapitalizminden yana tavır aldılar. Yine aynı şekilde,1848 Polonya ve Macaristan ayaklanmalarını, Rus gericiliğini zayıflatacağı ve Avrupa’da kapitalist gelişmenin önünü açacağı için desteklediler.
Marks ve Engels ilk kez İrlanda sorununda, işçi sınıfının ulusal soruna yaklaşımının temel ilkelerini ortaya koydular. Sorunu, sadece sosyalizmin genel çıkarları açısından değil, İngiltere’de sosyalist devrimin gerçekleşmesi sorununa bağlı olarak ele aldılar. Marks, Kugelmann’a yazdığı 29 Kasım 1869 tarihli mektubunda, İrlanda sorununun basit bir ekonomik sorun olmadığını, aynı zamanda bir ulusal sorun olduğunu, sorunun çözümünün tek olanaklı yolunun İrlanda’nın bağımsızlığı olduğunu belirterek, ulusal sorunda işçi sınıfı siyasetinin üzerinde yükseleceği temel ilkeyi ortaya koydu. Yine Marks, S.Mayer ve A.Vogt’a yazdığı 9 Nisan 1870 tarihli mektupta, konuyu İngiltere’deki sosyalist devrimin çıkarları açısından ele alarak, aynı ilkeyi tekrarladı. Marks mektubuna, İrlanda’nın İngiliz aristokrasisinin bir kalesi olduğunu, bu kale yıkılmadan İngiliz burjuvazisinin yıkılamayacağını belirterek başlar ve ulusal sorunun burjuvazi tarafından işçi sınıfını alıklaştırmak ve bölmek için nasıl kullanıldığını, milliyetçilik zehiriyle zehirlenerek, egemenliğinin bir aleti durumuna getirildiğini belirterek, şu değerlendirmeyi yapar:
“İngiltere, sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya pazarını yöneten güç, günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir; dahası, bu devrimin maddi koşullarının belli bir olgunluk derecesine eriştiği tek ülkedir. Dolayısıyla, Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal devrimi çabuklaştırmayı amaçlar; çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı bağımsız yapmaktır. Öyleyse Enternasyonal’in ödevi, İngiltere ile İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkarmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan yana olmaktır. Londra’daki Merkez Konseyin özel görevi İngiliz işçi sınıfında, İrlanda’nın kurtuluşunun onlar için soyut adalet ya da insancıl duygular sorunu olmadığı, ama kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşulu olduğu bilincini yaratmaktır.” (5)
Marks’ın bu değerlendirmesi ulusal sorunda iki temel ilkeye dayanıyor. Birincisi ayrılma, ayrı bir devlet kurma hakkının tanınması, ikincisi ise, bunun, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirilmesi.
Bu tarihten itibaren ulusal sorun, komünist hareket içinde bugün de süren, bitmez tükenmez bir tartışmanın kaynağı oldu.
Emperyalizm Evresi
Ulusal sorun, II. Enternasyonal içinde, iki çok uluslu devletin (Avusturya ve Rusya ) sosyal demokratlarını doğrudan ilgilendiren bir sorundu ve tartışma da esas olarak, bu iki parti arasında sürdü. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi için sorun, hayati bir öneme sahipti. Çünkü Rusya, başka hiçbir ülkede eşine rastlanamayacak ölçüde bir “halklar hapishanesi” ve “köylü deniziydi”. Böyle bir devlette, ulusal sorun atlanarak, devrim sorunu ele alınamazdı.
RSDİP’in programında ulusal sorun, II. Enternasyonal’in 1896 Londra Kongresi’nden esinlenerek, üç temel ilke üzerine oturtulmuştu. Birincisi, her türlü ulusal baskı ve ayrıcalığın reddedilmesi, ikincisi, ulusal sorunun, siyasal bir sorun olduğundan hareketle, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkının –UKKTH- ayrı bir devlet kurma hakkı olarak tanınması, üçüncüsü ise, burjuva egemenlik ve feodal gericiliğe karşı ezen ve ezilen ülke işçilerinin sıkı birliğinin oluşturulması. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin soruna yaklaşımı ise RSDİP’nin yaklaşımının tam zıddıydı. ASDP, sorunu siyasal bir sorun olarak değil de, kültürel bir sorun olarak ele aldığı için, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma olarak değil, kültürel özerklik olarak tanımlanıyordu.
Bu iki farklı yaklaşım, özünde ulusal sorunda iki farklı sınıfın –proletarya ve burjuvazi– iki farklı siyasetinin, sosyal demokrat hareketteki yansımalarıydı. Teorisyenliğini OttoBauer’in üstlendiği kültürel özerkliğin temel dayanağını burjuva ulus teorisi oluşturur. Bu teoride ulus etnik öğelere (dil, kültür) dayandırılır ve bunların bir ya da birkaçıyla açıklanır. Etnik öğelerin toplumsal–ekonomik olanla ilişkisi ise reddedilir. Bu teori, burjuvaziye ulus biçimindeki örgütlenmenin, sınıfsal karakterini örtme ve kendi sınıf çıkarlarını sınıflar üstü çıkarlar (ulusal çıkar) olarak, topluma kabul ettirme olanağını verir. OttoBauer ulusun oluşumunda toplumsal–ekonomik etkenlerin rolünü kabul etmekle birlikte, ulusu “ortak kültürel bağlar üzerine kurulu bir topluluk” (kulturgemeinschaft) olarak tanımlar. Bir başka ‘Marksist’ Kautsky ise, dili, ulusu oluşturan temel öğe olarak betimleyerek, eleştirdiği OttoBauer’le aynı noktada birleşir.
Rosa Luxemburg bu tartışmaya OttoBauer ve Kautsky’den farklı bir noktadan katılır. Ancak, sonuçta ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddederek, onlarla aynı noktada buluşur. Rosa, 1908’de kaleme aldığı, Türkçeye Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik(6) olarak çevrilen kitabında, ulusal sorunu Marks ve Engels’e dayanarak tarihsel gelişim içinde ele alır. Tarihe yaptığı bu yolculukta, somut koşulları ve bu koşullardaki değişimin ulusal sorun üzerindeki etkilerini dikkate almadığı gibi, Marks ve Engels’in konuya ilişkin yazılarına da son derece seçmeci yaklaşır. Marks ve Engels’in karşı çıktığı örnekleri, (Slav halklar, Çek’ler, İsviçre vb.) birbiri ardına sıralar, ancak İrlanda sorununa sıra geldiğinde Marks ve Engels’in yazdıklarını görmezlikten gelir. Kitabında bu konuya tek bir satır bile değinmez. Ulusal sorun konusundaki tartışmada ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını “bir ütopya”(7) , “burjuva milliyetçi bir slogan”(8) olarak nitelendirerek, kültürel özerklikten yana tavrını şu sözlerle dile getirir : “Avusturya’da mülkiyet ve dil sorununun eşitlik ve mantık temelinde nihai çözümü, asıl olarak kültürel bir istem olduğundan, proletaryanın yaşamsal çıkarlarından birisidir.” (9)
Lenin’in deyimiyle Rosa’da kafa karışıklığına yol açan, siyasal bir sorun olan ulusal sorunu salt ekonomik bir soruna indirgemesi, çözümü ekonomik bağımsızlığın kazanılmasında görmesi ve buradan kalkarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bir “ütopya” olarak nitelemesidir. Bu kafa karışıklığı Rosa’yı şu sonuca ulaştırır :
“Önemi kapitalizmin ilerlemesiyle birlikte artan ve çağımızın karakteristik özelliklerinden olan dünya devletlerinin gelişmesi, bütün küçük ulusları daha en başından politik güçsüzlüğe mahkûm eder. Politik ve ekonomik bağımsızlıklarını korumada gerekli ruhsal ve maddi kaynaklara sahip en güçlü bir avuç ulus, yani kapitalist gelişmenin liderleri dışında, “ulusların kendi yazgılarını belirlemesi” dar ve küçük ulusların bağımsız varlıkları bir yanılsamadan öteye gitmez ve hep böyle kalacaktır.” (10)
Böylece Rosa, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak değil de, gelişmiş devletlere tarih tarafından bahşedilmiş bir lütuf olarak görür. Bu önermede küçük ulusların payı ise, sosyalizme kadar, ulusal baskıya ve aşağılanmaya katlanmadır. Rosa UKKTH yerine, “proletaryanın kendi kaderini tayin hakkını” koyarak, ulusal baskı altındaki “küçük ulusları”, ekonomik bağımsızlığı elde etme uğruna, siyasal bağımsızlıktan vazgeçmeye çağırır. Ulusların siyasal iradesi (aynı devlet içinde kalmaya karar verme iradesi) olmadan, sosyalizmin vaat ettiği ekonomik bağımsızlığı, nasıl sağlayacağına ise, hiç değinmez.
Ulusal Sorun Ekonomik Değil, Siyasal Bir Sorundur
Lenin’le OttoBauer arasında başlayan Kautsky ve Rosa’nın katılımıyla süren ve II. Enternasyonalin tüm partilerini kapsayan bu tartışmanın ana başlıklarını şöyle sıralayabiliriz.
Ulusal sorun, ulusların oluşumu sürecinde ortaya çıkan bir sorun olsa da, ulusla bir ve aynı şey değildir. Ulus, tarihsel–ekonomik ve etnik öğelerin diyalektik bir birliğidir. Tarihseldir ve geçicidir. Ulusal sorun, ulus temeli üzerinde iki ana etkene bağlı olarak ortaya çıkar. Birincisi, ulusların fetih, işgal, ilhak vb. çıplak zora dayalı yollarla baskı altında tutulmasıdır ki bu, ulusal sorunun asıl temelini oluşturur ve bu temel üzerinde ulus sorunu, ulusal soruna dönüşür. İkincisi ulusal baskıya ve eşitsizliğe karşı, ulusun, bir ulusal-siyasal irade biçimine bürünmesidir. Ulusal soruna hayatiyet veren de bu iradedir.
Tarihte pek çok ulus, egemen ulusun etnik temizlik ve asimilasyonu altında eriyip bakiye bir sorun haline dönüşmüştür. Yine aynı şekilde “ tarih dışına düşen” pek çok ulus, değişen koşulların da etkisiyle ulusal bir irade ortaya koyarak, kendini bir devlet biçiminde örgütleyebilmiştir.
Ulusal sorunun ekonomik mi, siyasal bir sorun mu olduğu, komünist harekette bugün de süren bir kafa karışıklığının ve tartışmanın temel konusudur.
Bu tartışmanın sağlıklı çözümüne, sorun üzerine bitmez tükenmez spekülasyonlarla değil, sorunu ortaya çıkaran nedenlere inilerek ulaşılabilir. Ulusal sorun yukarıda da belirtildiği gibi, ulusal baskı ve eşitsizliğin doğurduğu bir sorundur. Çözüme de bu çerçevede ulusal baskı ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması, ulusların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları, bir devlet biçiminde örgütlenmeleriyle varılabilir.
Ekonomik bağımlılık ya da bağımsızlık sorunu, ulusal sorunla doğrudan bağlantılı bir sorun değildir. Ekonomik bağımlılık ulusal sorunda neden değil, sonuçlardan biridir. Ulus devlet, kapitalist örgütlenmenin ve egemenliğin aracı olarak varlığını koruduğu sürece, ulusal baskı ve eşitsizlik de kaçınılmazdır. Kapitalist sistem içinde, siyasal bağımsızlığı elde etmiş pek çok ulus-devlet, ekonomik olarak bağımlıdırlar. Elbette bu kavramlar (ekonomik bağımsızlık, siyasal bağımsızlık) göreceli bir nitelik taşırlar. Kapitalist sistemde ekonomik ve siyasal bağımsızlıktan, emperyalist devletlerarasında bile, mutlak olarak söz edilemez. 1944’te, emperyalist savaşın bitiminde, Almanya ve Japonya’nın içine düştüğü durum, ekonomik ve siyasal bağımsızlığın yitirilmesinin tipik örnekleridir. Ekonomik ve siyasal bağımsızlığa mutlak anlamda ancak sosyalizmle ulaşılabilir, o zaman da bu kavramlar artık bir işe yaramazlar.
Burjuvazinin, bir devleti ekonomik bakımdan bağımlı hale getirmesi için, o devleti işgal, ilhak vb. etmesi bir zorunluluk değildir. Gerçi emperyalizm hiçbir zaman işgal ve ilhaklardan vazgeçmez; ulus devletlerin denetim sorunları ve değişen güç dengeleri altında, emperyalist devletler, ilhak ve işgallere her zaman başvururlar ve başvuracaklardır. Ancak kapitalizmin egemenlik koşullarında esas olan, ekonomik bağımlılığın sermaye ilişkisi üzerinden kurulmasıdır. Emperyalist denetim ve bağımlılık ilişkisini, eski sömürgecilik ilişkisinden ayıran temel özellik de, budur. Kapitalizm sermaye ilişkisi üzerinde yükselen bir dünya sistemidir. Bu sistemde ulus devletler arasındaki ilişkiyi belirleyen ekonomik, siyasal, diplomatik ve askeri güçtür. Bu gücün kaynağı ise sermayedir; sermayenin birikim ve merkezileşme düzeyidir. Bu güç ilişkisindeki her ciddi değişim, aynı zamanda sistemde bağımlılık –denetim- ilişkisinin yeniden kurulması doğrultusunda atılan bir adımdır. Ulusal sorunu emperyalist paylaşımın aracı haline getiren de, emperyalist savaşlara yol açan da, güç ilişkisindeki bu değişimdir.
Özetlersek, ulusal sorun, sonuçta ekonomik bağımlılığa yol açsa da, ekonomik değil, siyasal bir sorundur. Çözümü de ulusların kendi kaderlerini tayin etme, ayrı bir devlet kurma hakkıdır. Çözümün yeni bir ekonomik bağımsızlığa yol açıp açmayacağı sorunu ise, ulusal mücadelenin sınıfsal önderliğiyle, bu önderliğe bağlı olarak kurulan yeni düzenin, devletin niteliğiyle ilgilidir ve bu da, doğrudan sınıf mücadelesi tarafından belirlenir.
İşçi Sınıfının Ulusal Programının Temel İlkeleri
Lenin, işçi sınıfının ulusal soruna yaklaşımını, en özlü biçimde, şöyle formüle etmiştir : “Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi – Marksizm’in ulusal programının, bütün ülkelerin deneyiminin ve Rusya’nın deneyiminin işçilere öğrettiği işte budur !” (11)
Alıntılardan da açıkça anlaşılacağı gibi, işçi sınıfının ulusal programı üç temel ilkeye dayanır.
Birincisi; uluslar, ulusal azınlıklar ve diller için her türlü eşitsizliğin ve ayrıcalığın ortadan kaldırılması, ikincisi ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının, ayrı bir devlet kurma hakkı olarak kabul edilmesi, üçüncüsü ise bütün ülkelerin işçilerinin her türlü baskıya, eşitsizliğe, ayrıcalığa karşı burjuvaziyi devirmek, kapitalizmi yıkmak için birleşmesi.
Kendi çıkarlarını ulusal çıkar olarak tanımlayarak, başka uluslara karşı ayrıcalık ve üstünlük peşinde koşmak burjuvazinin, burjuva milliyetçiliğinin temel özelliğidir. İşçi sınıfı burjuva milliyetçiliğin karşısına proletarya enternasyonalizmi silahıyla çıkar. Hangi ulus ve dil için olursa olsun, her türlü ayrıcalık ve üstünlüğü reddeder. Ulusların ve dillerin eşitliği ilkesini savunur.
Proletarya enternasyonalizminin zorunlu bir gereği olan bu ilke, aynı zamanda, ulussuz ve sınıfsız bir toplum kurulmasında, işçi sınıfının her türlü ulusal önyargıya karşı savaşımının da, temel ilkesidir.
Komünistlerin ulusal baskı ve ayrıcalığa karşı yürüttüğü bu mücadele, ayrı bir devlet kurma hakkını da kapsar. Komünistler bu ilkeden hareket ederek devlet kurma hakkını, sadece belli uluslara, ezen ulusa tanınmış bir ayrıcalık olarak değil, bütün ulusların hakkı olarak görür. Devlet kurma hakkının bir ayrıcalık olarak kaldığı sürece, ulusların ve dillerin eşitliği ilkesinin boş bir gevezelikten, işçi sınıfını ve halkları aldatmaktan başka bir şey olamayacağını bilerek savaşımını sürdürür.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından hangi nedenle açıklanırsa açıklansın geriye düşmek, ayrıcalıklar peşinden koşan burjuva milliyetçiliğine kapı aralamaktır. Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı kitabında konuyla ilgili Plehanov’dan şu alıntıyı aktarır :
“Burjuva demokratlar için teoride bile zorunlu olmayan bu istem, (UKKTH) sosyal demokratlar olarak bizim için zorunludur. Eğer biz bunu unutursak ya da Rus yurttaşlarımızın ulusal önyargılarını yaralama korkusuyla bunu söylemeye cesaret edemezsek, uluslararası sosyal demokrasinin birlik çağrısı olan “bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” sloganı bizim ağzımızda utanmazca bir yalan haline gelirdi.” (12)
Son derece net,ya biri, ya diğeri;ya proletarya enternasyonalizmi, ayrı bir devlet kurma hakkı olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tutarlı savunulması,ya da burjuva milliyetçiliği.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının
Ezen Ulusa Özgü Bir Ayrıcalık Olarak Görülmesi
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak siyasi anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını içerir.” (13)
Ancak bu hak ayrılma, ayrı bir devlet kurmayla eşdeğer değildir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde her ayrılma, ayrı bir devlet kurma anlamına gelmez; aynı zamanda ulusların aynı devlet altında özgürce birliğini de içerir.
“Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın küçük devletlere bölünmesine ve ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine son vermek değildir. Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir.” (14)
Alıntılardan anlaşılacağı gibi, komünistler küçük devletlerdense, büyük devletten yanadır. Bu hem işçi sınıfının serpilip gelişmesine ve hem de sosyalizm amacına en uygun olandır. Burada sorun, büyük devletten yana olup olmamak değil, bunun nasıl gerçekleşeceğidir. Büyük küçük ayrımı yapmadan bütün uluslara, ayrılma, ayrı bir devlet kurma hakkını tanıyarak mı, yoksa burjuvazinin yaptığı gibi, onları işgal ve ilhaklarla, zorla bir arada tutarak, ya da kimi ‘Marksist’lerin savunduğu gibi, ayrılma hakkını kültürel özerklik adı altında reddederek mi?
İşçi sınıfı karakteri gereği, hiçbir ulusu, başka uluslarla birlikte yaşamaya zorlayamaz. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ayrı bir devlet kurma hakkı olduğu kadar, özgürce birleşmenin de önkoşulu olarak görür.
Marksizm’in ulusal programının üçüncü ilkesi olan işçi sınıfının kapitalizme karşı birliği, bu programın, deyim yerindeyse, belkemiğini oluşturur. Bu ilke; en başta da ezen ve ezilen ulus işçilerinin birliği ve birleşik eylemi, kurulacak devletin niteliğinin de kilit sorunudur. Ulusal programın diğer iki ilkesi, ulusların ve dillerin ayrıcalıksız tam eşitliği ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak bu ilkenin hayata geçmesi koşullarında gerçek bir uygulama alanına kavuşurlar.
Ezen ve ezilen ulus işçilerinin tam ve sıkı birliği, ulusal sorunu tarihsel bağlamdan kurtararak,-burjuva demokrasisinin bir sorunu olmaktan çıkartarak, – sınıfsal bağlama, – sosyalizm için mücadelenin bir parçası haline getirir.
Lenin, ulusal sorun konusunda komünistlerin programının yalın ve açık olması gerektiğinin altını çizerek şunları yazıyor. “…açık ve tam bir ifade ile kaleme alınmış bir programda, ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş lafebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana “erteleyerek” olmamalıdır. Nasıl ki, insanlık sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.” (15)
Sovyetler Birliğinde, ulusal sorunun çözümünde yaşanan kimi olumsuzluklar ve 70 yıllık Sovyet deneyiminin ardından yaşananlar, “ayrı devlet örgütlenmesi, sorunun çözümünde daha sağlıklı sonuçlar verebilir miydi?” sorusunu da tartışmaya açıyor.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın Reddi
Kültürel Özerklik
Ulusal kültürel özerklik, burjuva ulus teorisinin işçi hareketi içindeki uzantısıdır. Dayanağını, ulusu dil ya da kültür birliği olarak tarif eden burjuva ulus teorisinden alır. Bu teoride ulus, dil ya da kültür birliği olarak ele alınır, çözüm de kültürel özerklikte görülür. Bilinen bir şeydir, sınıflı toplumda kültür de sınıflıdır. Burjuva öğelerle birlikte henüz gelişme halindeki proleter öğeleri de içerir. Ancak burjuva kültür sadece ulusal kültürün bir öğesi olarak kalmaz, aynı zamanda onun egemen biçimidir de. Burjuvazi en çok da bu kültüre dayanarak ideolojisini toplumun diğer sınıflarına taşır. Başka uluslar ve diller karşısında, ezen ulusun ayrıcalıklarını korumaya ve genişletmeye çalışır.
İşçi sınıfının kültürü enternasyonaldir. Her ulustan işçi sınıfına ait olan kültürel öğelerin bir bütünlüğüdür. Bu kültür, sınıf mücadelesi içinde burjuva ideolojisiyle, milliyetçilikle çatışarak oluşur ve gelişir. İşçi sınıfı, kendi koşulları içinde, egemen burjuva kültürünün ve bu kültürün özünü oluşturan, milliyetçiliğin etkisi altındadır ve onun taşıyıcısıdır. Bu yüzden kültürel özerklik, ulusal sorunda egemen ulus burjuvazisinin, hemen hiçbir riske girmeden, kabul edebileceği bir çözümdür.
Ulusal kültürel özerklik mevcut devlet sınırlarının mutlaklığını, burjuvazinin o çok korktuğu, işçi sınıfını, yola getirmek, kendine tabi kılmak için, sürekli başvurduğu “devletin bölünmez bütünlüğünü” garanti altına alır.
Bu yüzden, sosyalist bir sosa bulandırılsa da, kültürel özerklik egemen sınıfın kültürüne dayandığı, mevcut devlet sınırlarını değişmez olarak kabul ettiği, ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki ayrıcalıklarını koruduğu, ezilen ulusun siyasal statüsünde hiçbir değişikliğe yol açmadığı, işçi sınıfının milliyetçiliğe karşı uyanıklığını körelttiği, savaşımını baltaladığı için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının reddi olarak en ehvenişer burjuva çözümdür.
Sosyalizm ve Yurtseverlik
Milliyetçilik, burjuva ulus devlet inşasının ideolojik harcıdır. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarının altındaki gerçektir. Milliyetçilik ulus devletin inşası ve gelişmesi sürecinde, ulusun burjuva çıkarlar temelinde birleştirilmesinde, burjuva hegemonyanın oluşumunda, ulusal pazarın başka sermayelere karşı korunmasında, sermayenin birikimi ve merkezileşmesinde, uluslararası pazarda rekabetin sürdürülmesinde, başka ulusların işgali ve ilhakında, halkların burjuva çıkarlar uğruna katledilmesinde, burjuvazinin temel ideolojik dayanağıdır. Ulusal çıkarlar adına dünya işçi sınıfının birliğine sokulmuş bir kamadır.
Burjuvaziyle, burjuva ideolojisi tarihsel süreçte paralel olarak gelişirler. Yurtseverlik ve milliyetçilik, bu ideolojinin iki temel tarihsel biçimleridir. Yurtseverlik, doğuş halindeki ulus-devletin burjuva ideolojisidir. Savunmacıdır, ulusal ayrıcalıkların, ulus devlet sınırlarının ve iç pazarın korunmasını temel alır. Milliyetçilik, burjuva ideolojisinin tekelci kapitalizm dönemindeki saldırgan biçimidir. Başka uluslar aleyhine, ayrıcalıklar, işgaller ve ilhaklar peşinden koşan, burjuvazinin ideolojisidir. Burjuva ideolojisinin tarih içindeki bu konumu, milliyetçilikten farklı olarak, yurtseverliği, sosyalist harekette, en müphem ve en tartışmalı kavramlardan biri haline sokmuştur.
Tartışmayı yaratan temel olgu, yurt ve yurt sevgisinin tek tek bireyler açısından ifade ettiği anlamla, yurtseverliğin sınıfsal anlamının, zıtlığıdır. Birincisinde doğal olan, ikincisinde ideolojik bir biçime bürünür. Birincisinde yurt, insanın dış doğayla, doğup büyüdüğü coğrafyayla, kısaca, kendi doğal varlığıyla ilişkisidir. İşçi ve emekçilerin yurtla ilişkisi, tümüyle bu doğal ilişkiyi ve bu ilişkideki duyguyu ifade eder. İkincisinde ise, yurtla olan ilişki sermaye aracılığıyla kurulur. Bu ilişkide yurt, sermayenin üretim ve gerçekleşme koşullarını ifade eder. Bu anlamda sermayenin yurtla ilişkisi aynı zamanda, bir mülkiyet ve egemenlik ilişkisidir. Burjuvazi, yurtseverliği kullanarak, kendini yerelleştirerek, ulusallaştırır. İşçi ve emekçilerde yarattığı yanılsamayla, iç pazarda, yabancı sermaye karşısında rekabet üstünlüğünü korur. Tepkileri yabancı sermayeye yönlendirerek, egemenliğini sürdürür.
Yurtseverlik, 1848 devrimlerinden kalan ve bu tarihten sonrada, burjuvazinin işçi sınıfını denetim altında tutmasının en önemli ideolojik silahlarından biri olagelmiştir. İşçi sınıfı, 1848’den sonra, Marks gibi söylersek, ilk “yurtseverce yanılsamayı” 1870’de Fransa-Prusya savaşında yaşadı. Alsas-Loren’in ilhakı için yürütülen bu savaşta, Fransız sosyalistleri,(Blanquive diğerleri) Marks ve Engels’in bütün uyarılarına rağmen, Fransız işçi sınıfını, “yurt tehlikededir” sloganıyla, burjuvazi adına savaşmaya çağırdılar. İşçi sınıfı yurtseverliğin gerçek yüzünü, Fransız burjuvazisi, Alman burjuvazisiyle anlaşarak, silahı işçi sınıfına çevirdiğinde anladı. İşçi sınıfı, silahsızlandırılma girişimini, Komün ilanıyla yanıtladı. Ancak bu bile işçi sınıfı içinde kök salmış “yurtseverce yanılsamaları” dağıtmaya yetmedi. Ulusal birlik konusunda, bönce hayaller beslemeyi sürdürdü. “Düşmanı ortadan kaldıracak yerde, proletarya, onların üstünde manevi etkide bulunmaya çalıştı.” Proleter iktidarın yanı başında burjuva iktidarın varlığını sürdürmesine izin verdi. Burjuvazi, proletaryadaki bu “yüce yurtseverlik duygusundan” yararlanarak, zaman kazandı; birkaç ay önce kıyasıya savaştığı Alman burjuvazisiyle birleşerek, Komünü ezdi. İşçi sınıfının “yüce gönüllülüğü” ve hümanizmi, ona karşı dizginsiz bir terör olarak döndü.
Komün sadece, yarattığı eserle, ilk işçi devleti olma özelliğiyle değil, hata ve zaaflarıyla da, işçi sınıfı tarihinde bir dönüm noktası oldu. Her şeyden önce, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki kavganın ulusal değil, karşıt sınıfların bütün güçleriyle içinde yer aldıkları, uluslararası bir kavga olduğunu ortaya koydu. Bu kavgada, burjuvazi arasındaki rekabet, çelişki ve çatışmaların göreli, işçi sınıfı karşısındaki birliklerinin ise, mutlak olduğunu, yurtseverlikle sosyalizmin birbiriyle bağdaşlaştırılamayacağını, birinin diğerinin reddi olduğunu, işçi sınıfının emperyalist savaşta devrimci taktiğinin iç savaş olması gerektiğini, iç savaşta zaferin ancak, burjuvazinin ulusal ve uluslararası iktidarı yerle bir edilinceye kadar savaşın sürdürülmesiyle garanti altına alınabileceğini gösterdi.
Komünün bu zengin deneyiminin, sınıf hareketini “yurtseverce yanılsamalardan” arındırmaya yetmediği, 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, Bolşevikler hariç, II. Enternasyonal’in hemen bütün partileri bu savaşta, “anayurt savaşı” adı altında, kendi burjuvalarını desteklediklerinde ortaya çıktı. Komün’de Fransız sosyalistlerinin üstlendiği rolü, bu kez, Alman sosyal demokratları, Blanqui’nin rolünü de Kautsky üstlendi. Komün’de yanılgı olan yurtseverlik, paylaşım savaşında ihanete dönüştü. “Yurtseverce yanılsama” I. Enternasyonal’in sonu olurken, “anayurt savaşı” da, II Enternasyonal’in iflası oldu.
Bolşevik Parti, Komün deneyimlerinin yolunu izleyerek, emperyalist savaşta kendi burjuvazisini desteklemeyi reddederek, savaşı iç savaşla karşılayarak zafere ulaştı. Zaferini, sınıf mücadelesinin devrimci geleneği üzerine, yeni devrimci bir enternasyonali, komünist enternasyonali kurarak taçlandırdı.
Ekim devriminden sonra yurtseverlik, ulusal mücadeleler alanında, “anti-emperyalizm” payesiyle, burjuva hareketlerin desteklenmesi biçiminde komünist harekete de sızdı. 1930’lu yıllarda, “faşizme karşı burjuva demokrasisinin savunulması” olarak varlığını sürdürdü. II. Paylaşım savaşında, “faşizme karşı yurt savunması” taktiğiyle, sosyalizm ile burjuva ideolojisi arasında köprü oldu. Komünist Enternasyonal, “faşizme karşı” burjuvaziyle uluslararası ittifak uğruna, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme taktiğinden vazgeçerek başa döndü, II. Enternasyonal’e dönüştü.
Sovyetler Birliğinin, paylaşım savaşında, sosyalizm savunuculuğu yerine, anayurt savunuculuğunu öne çıkarması, “ulusal sosyalizme” kapıyı açarak, yurtseverliğin, sosyalizm içine iyice yerleşmesini daha da kolaylaştırdı. “Ulusal sosyalizm”, savaş sonrasında, “kapitalist olmayan kalkınma” ve “anti-tekel” mücadeleler biçiminde varlığını sürdürdü. Yurtseverliğin, sosyalizmi kemirme süreci, Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra, Komünist partilerin ulusallaşmasıyla, tamamlandı.
Sınıf mücadelesi tarihi boyunca yurtseverlik, burjuvazi tarafından, sosyalizme karşı etkin bir silah olarak kullanıldı, kullanılıyor. Sınıf mücadelesinde, burjuvaziye destek olan yurtseverce her yanılsama, sonuçta, işçi sınıfına burjuva terör olarak döndü.
Öte yandan, yurtseverlik, dün olduğu gibi bugünde, emperyalist işgal ve ilhaklara karşı haklı savaşlarda, önemli bir mücadele aracı olmaya devam ediyor. Komünistlerin, halkların işgal ve ilhaklara karşı yürüttükleri haklı mücadelelerini desteklemesi, yurtseverliği burjuva ideolojisi olmaktan çıkarmaz. Komünistlerin işgal ve ilhaklara karşı mücadeleleri desteklemesi, onların, bu mücadelelerin siyasi içeriğini, programlarını, hedeflerini desteklediği anlamına da gelmez.
Ulusal Sorunda Burjuvazinin En Önemli Silahı
Milliyetçilik
Ulusal sorun söz konusu olduğunda, milliyetçilik, çok daha karmaşık ve etkin bir rol oynar. Ulusal mücadele, içinde farklı sınıfların farklı çıkarlarıyla yer aldığı bir mücadeledir. Ezen ulus burjuvazisi, devlet olmanın ayrıcalığını ve elinin altındaki her türlü aracı (medya, din, okul vb.) kullanarak, ezilen ulusun mücadelesine karşı milliyetçiliği yaygınlaştırarak, işçi sınıfı arasında ulusal bölünmeler, düşmanlıklar yaratarak, kendi ayrıcalıklarını güvence altına almaya çalışırken, ezilen ulus burjuvazisi de ulusal baskı ve aşağılanmaya karşı ezilen ulus işçi ve emekçilerinde oluşan haklı tepkileri (anlaşılır tepkileri), milliyetçi bir kanala akıtarak, ezen ulus burjuvazisi ile gerici uzlaşmalar yapabilmek için kullanır. Ezilen ulusun mücadelesi ne kadar gelişirse, ezen ulus burjuva milliyetçiliğinin şiddeti de, o kadar artar. Ezen ve ezilen ulus burjuvazisi arasındaki gerici ittifak da, o kadar güçlenir. Ulusal kültürel özerklik de bu gerici ittifakın buluşma noktası olarak, o kadar öne çıkar.
İşçi ve emekçilerin birliğini baltalayan, onları birbirine düşmanlaştıran bu çift taraflı milliyetçiliğin panzehiri, ezen ve ezilen ulus işçilerinin birliği ve birlikte mücadelesidir. Ezen ulus komünistlerinin görevi, bu birliğin önünde başlıca engel olarak duran, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ikircimsiz olarak savunmak, “milli sınırlar”, “devletin çözülmesi” ve “devletin bölünmez bütünlüğü” adı altında yürütülen ve büyütülen milliyetçi tepkiler karşısında geri adım atmadan, her türlü ulusal ayrımcılığa karşı çıkarak, ezilen ulusun ayrılma, ayrı bir devlet kurma hakkını savunmak, işçi sınıfını bu ruhla eğitmektir. Bu aynı zamanda milliyetçiliğin yaratmaya çalıştığı ulusal güvensizliğin ve önyargıların kırılmasının da önkoşuludur.
Buna karşın ezilen ulusun komünistlerinin görevi, ezen ulus burjuvazisine karşı, ezilen ulusta oluşan haklı kinin, milliyetçi bir karakter kazanmasına ve ezen ulus işçi sınıfına yönelmesine izin vermemek, ezen ve ezilen ulus işçilerinin omuz omuza mücadelesini savunmaktır.
Sınıf Savaşımı ve Ulusların Kendi Kaderlerini
Tayin Hakkı
İşçi sınıfının çıkarları ve amacı, siyasal demokrasinin bütün diğer sorunlarında olduğu gibi, ulusal sorunda da, ulusal kurtuluşla, toplumsal kurtuluş arasında bağ kurmayı, ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluşa bağlamayı zorunlu kılar. İşçi sınıfı bu bağı, sorunu görmezlikten gelerek, atlayarak, ya da ezilen ulusa o mutlu günün gelmesini beklemeyi öğütleyerek değil, ulusal sorunun proleter çözümünün yer aldığı devrimci programı aracılığıyla kurar. Bu programın temel ilkelerini daha önce de belirtildiği gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve işçilerin kapitalizme karşı birliği oluşturur. Ancak programlar izlenecek yolu ortaya koysalar da sonucu, o programlara hayatiyet kazandıracak olan sınıf mücadelesi belirler.
Burjuva seçenekle (ulusal kültürel özerklik ya da burjuva ulus-devlet), proleter seçenek (ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve sosyalizm), ulusal mücadelenin iki olası sonuçlarıdır.
Bunlardan hangisinin üstün geleceği, uluslararası güç dengesine, sınıfların karşılıklı konumlanmasına ve güç ilişkilerine bağlıdır. İşçi sınıfının mücadelesi de, bu seçeneklerden hangisinin gerçekleştiğine bağlı olarak yeniden şekillenir.
Tarihte hiçbir sorun onu ortaya çıkaran maddi temel belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmadan kendini ortaya koymaz; yine aynı şekilde, hiçbir sorun onu çözecek güçler tarih sahnesinde, mücadele alanında, yerlerini almadan çözülemez. Hiçbir mücadele ve o mücadeleye yön veren ilkeler, ortaya çıkan sonuçlardan kalkılarak yargılanamaz.
Bunlar sosyalizm mücadelesi için olduğu kadar, ulusal mücadele için de doğrudur. Sınıf mücadelesinin bir alanı olarak ulusal mücadelede, sonucu belirleyen, bu mücadeleye yön veren, işçi sınıfının, ulusal mücadeleyle, sosyalizm mücadelesini birbirine nasıl bağlayacağını gösteren ilkeleri değil, bu ilkeler doğrultusunda yürütülen savaşımdır. Bunu atlayarak, sonuçlar üzerinden ahkâm kesmek, olası olumsuz sonuçlardan kalkarak ilkeleri yargılamak, bunları ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmek için bir gerekçe olarak kullanmak, mücadele kaçkınlığıdır; egemen ulus burjuvazisine teslim olmaktır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, bu hakkın kullanılmasının ortaya çıkaracağı her sonucu savunmak değildir. Olası olumsuz sonuçlar, elbette komünistlerin dikkat odağında olmalıdır. Ancak mücadeleden kaçmak için değil, mücadeleyi daha bir kararlılıkla yürütmek için.
İşçi sınıfının bütün birleştirici ve devrimci çabalarına karşın, uluslar ve halklar, milliyetçilik zehiriyle zehirlenerek, kendi kan emicilerinin, burjuvalarının peşinden koşuyorlarsa, Finlandiya örneğinde olduğu gibi, işçi sınıfının buna karşı yapabileceği tek şey, mücadelesini yanlışlıklardan ve zaaflardan arındırarak daha bir kararlılıkla sürdürmektir. İşçi sınıfının bütün mücadele tarihi boyunca yaptığı da budur.
Engels’in haklı olarak belirttiği gibi, “kendi kurtuluş sürecinde herhangi bir sömürge savaşı yürütemeyecek” olan “utkan proletarya, öyle yaparak hiçbir yabancı halka mutluluk dayatamaz.” (16)
Kapitalizmin Tarihsel ve Doğal Sınırlarına Dayandığı Günümüzde Ulus Devlet ve Ulusal Sorun
Lenin, kapitalizmin tarihsel gelişimindeki iki temel eğilimi şöyle açıklıyor:
“Kapitalizm gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilimi gösterir. Birincisi ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulus devletlerin yaratılmasıdır.
İkincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır; ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma doğru dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir.” (17)
Lenin’in sözünü ettiği bu ikinci eğilim, bugün, ulus devletin varlık koşullarını sorgulayacak bir noktaya kadar ulaşmıştır. Üretici güçlerdeki gelişme, bilimin doğrudan bir üretici güç haline gelmesi, sermaye birikimi ve merkezileşmesinin ulaştığı kontrol edilemez düzey, meta üretimindeki çeşitlenme, yaygınlaşma ve yığınsallaşma, meta ve sermaye pazarının entegrasyonu, rekabetin uluslararası alanda ulaştığı boyutlar, zaman ve mekanda önemli değişmelere yol açan iletişim ve ulaşım sektöründeki gelişmeler…
Bütün bunlar, ekonomide ve toplumsal yaşamda evrenselleşmenin, enternasyonalizasyonun gelişmiş, yeni bir düzeyini belirliyor. Evrensel ölçüde, ulusal, bölgesel, kültürel farklılıklar azalırken, benzerlikler çoğalıyor. Biçimi ne olursa olsun, ulus devletler arasındaki farklar silikleşiyor.
Ekonomi ve siyasetteki bu merkezileşme eğilimine, kapitalist dünyada, uluslararası yasalar aracılığıyla oluşan bir dizi tek biçimli kurumun (Dünya Bankası, DTÖ vb.) ortaya çıkması eşlik ediyor. Bu durum sermaye ile onun, toplumsal – siyasal örgütlenme biçimi olan ulus devlet arasındaki çelişkiyi de büyütüyor.
Sermaye kendi hareketi içinde, kendi üretim ve gerçekleşme koşulları ile savaş halinde, tarihi rolünü oynuyor, taşıdığı bütün eğilim ve çelişkilerle yeni bir uygarlığın yolunu döşüyor.
Bir dönem kapitalizmin serpilip gelişmesini sağlayan ulus devlet, bugün artık sermayenin sınırsız büyüme eğiliminin önünde ayakbağı oluyor. Sermayenin toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi, onun engeli haline geliyor.
Kapitalizm, çelişkileri, karşıt eğilimleri ve güçleriyle aşmaya çalıştığı, ama aşarken büyüttüğü ayakbağlarıyla, tam bir çıkmaz sokağa girmiş durumdadır. Bu çıkmaz sokakta, başta insan olmak üzere her şeyi yabancılaştırıyor ve çürütüyor, sorun ve pislik üretiyor. Bu aslında, tarihsel ömrünü tamamlamış kapitalizmin, tarihsel süreçteki fiili varlığıdır. Bu fiili varlığın gizi, kendi dinamizminde değil, işçi sınıfının güçsüzlüğündedir.
Kapitalizm ulus devletler biçiminde örgütlenmiş bir dünya sistemidir. Bu sistemde devletlerarasındaki ilişki, sermaye üzerine kurulu bir güç–bağımlılık ilişkisidir. Bağımlılık ilişkisinin genel olarak ekonomik zora dayanması, diğer zor biçimlerinin kullanılmadığı anlamına gelmez; tersine, dünyanın emperyalist devletlerarasında pazar ve alan olarak bölüşülmesi, ekonomik zor yanında, siyasi ve askeri zora dayanır; ilhak ve işgalleri içerir. Kapitalizm, dünyayı ezen-ezilen, sömüren–sömürülen olarak bölen bu ilişkiyi, devletlerin siyasi bağımsızlığı maskesi altında gizler. Emperyalist devletler aynı zamanda, henüz siyasi bağımsızlığını kazanamamış ulusların ulusal mücadelelerine, destekleme adı altında müdahale ederek, birbirine karşı paylaşım aracı olarak kullanır. Çıkarlarına göre bazen ezilen ulusu, bazen de ezen ulusu destekleyerek bağımlılık ilişkilerini pekiştirir.
Lenin’in de belirttiği gibi, “…bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka ‘ büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de sosyal demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (18)
Bütün bunlardan çıkan sonuç, kapitalizm bir ulus devletler sistemi olarak varlığını koruduğu, yani kapitalizm dünya egemen sistem olarak var olduğu sürece ulusal baskı ve istisna da olsa, bakiye de olsa, ulusal sorun var olmaya, buna karşı mücadeleler de, uluslararası konjonktürdeki değişmelere bağlı olarak, bazen gerileyerek, bazen de yükselerek varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ve işçi sınıfı hiçbir ülkede, devrimin ve sosyalizmin çıkarları uğruna, bağımsız siyasal bir güç olarak, bu mücadelelere dahil olmaktan ve öncülük etmekten geri durmayacaktır.