Söz ve Eylem’in 13. Sayısında yer alan Panorama 1990-2020 yazısında kimilerinin iddia ettiği gibi ABD’de iktidar değişiminin uluslararası ilişkilerde bir yumuşamaya değil, tersine bir sertleşmeye yol açacağı şu sözlerle ifade edilmişti. “Amerika geri dönüyor” sloganıyla seçim kazanan Biden ’in işbaşı yaptıktan sonra imzaladığı kararnameler (İklim Anlaşması’na ve Dünya Sağlık Örgütü’ne geri dönüş vb.) uluslararası ilişkilerde bir yumuşama sağlamaktan ziyade Rusya ve Çin karşıtı cephenin tahkim edilmesine yöneliktir”.
ABD’nin Temmuz 2020’de Güney Çin Denizi’nde yaptığı tatbikat ve Kasım 2020’de yapılan NATO zirvesinde alınan kararlar, 2021’de ABD – Rusya ve Çin ilişkilerinin daha da gerileceğinin ilk sinyallerini veriyor. Temmuz’da Güney Çin Denizi’nde yapılan tatbikata, başta Japonya ve Güney Kore olmak üzere birçok bölge devleti katıldı. ABD, iki filosunu bölgeye gönderdi. Çin yetkililerinin tatbikatla ilgili olarak yaptıkları açıklama, önümüzdeki dönemde savaş alanının – ABD’nin bariz üstünlüğünün olduğu – denizler ve okyanuslara kayacağını gösteriyor. Stratejik nedenlerle ( ABD’nin askeri üstünlüğü, mevcut koşullarda ABD hegemonyasında yaşanan aşınma, vb.) mevcut statükoyu korumaya çalışan Çin’in tatbikat sırasında yaptığı “gerektiğinde askeri güce başvurabileceği” açıklaması genel emperyalist bir savaş tehlikesinin sanıldığı kadar uzak olmadığını gösteriyor.
Kasım 2020’de NATO geri dönüyor sloganı altında düzenlenen zirvede, NATO’nun özellikle Rusya’nın Gürcistan, Ukrayna, Kırım ve Çin’in Sincan Uygur Özerk bölgesinde içine düştüğü zafiyetten söz edilerek Rusya ve Çin’e karşı kararlılık kararları alındı. Bu kararlar emperyalist devletlerarasındaki çelişki ve çatışmaların daha da keskinleşeceğinin, genel bir emperyalist savaş tehdidinin daha da yakınlaştığının işaretleridir.”
Gelişmeler kriz koşullarında emperyalist devletler arasındaki ilişkilerin daha da gerileceğine işaret ediyor.
Her şeyden önce 2008’de kapitalist dünya sistemini sarsan kriz 2021 ortasından itibaren yeni ve daha keskin bir aşamaya yükseldi. 2008’de finansal sistemde büyük bir sarsıntıya yol açan kriz, sanayideki çöküntüyle birlikte büyüdü. Krizin çöküntüye dönüşmesini engellemek için devletler devreye girdi. Önce bankalar kurtarıldı, arkasından kurtarılma sırası tekellere geldi. Büyük devletler, para basarak, banka ve şirketlere ucuz faizle (neredeyse faizsiz) kredi pompalayarak krizi denetim altında tutmaya çabaladılar. Devletlerin bastığı paranın aslan payı burjuvaziye giderken, küçük bir kısmı da sermayenin geri dönüşünü sağlamak için işçi ve emekçilere ihtiyaç kredisi adı altına sunuldu. Kredi- İpotek sistemiyle tekeller krediye boğuldu, orta ve küçük işletmeler ile işçi ve emekçiler tüketici kredileri, kredi kartları yoluyla sisteme ipoteklendi. Ucuz ve bol para, üretimde bir büyümeye dönüşmedi; tersine, spekülatif alanlara kaydı. Piyasadaki para miktarı arttıkça borsalarda, türev piyasalardaki kumar da büyüdü. Kriz sonrası türev piyasalarda ve büyüme oranlarında dramatik düşüşler yaşandı.
2018’de Kredi –İpotek sistemi tıkanmaya başlayınca emperyalist devletler varlık alımlarını azaltarak piyasalarda oluşan balonu kontrol altına almaya çalıştı. 2020’nin başında ortaya çıkan pandemiyle birlikte varlık alımları yeniden ama bu kez katlanarak arttırıldı. Çin’de ortaya çıktığı ileri sürülen Covid virüsü Çin’e karşı ekonomik, siyasi ve toplumsal bir tecrite dönüştürüldü. Virüs Çin ekonomisine ağır bir darbe vurmanın aracı olarak kullanıldı. Çin’e uçak seferleri iptal edildi, Ülkelerin Çin’le ticareti bir anda kesildi. Bunları Batı’da Çin etnisitesine karşı ırkçı saldırılar izledi.. Bu aşamada hedef Çin ekonomisi ve Çin’in toplumsal yapısıydı.
İkinci aşamaya virüsün dünyaya yayılmaya başlamasıyla geçildi. Bu aşamada, vaka sayıları ve ölümlerin çok düşük olmasına rağmen pandemi ilan edildi. İlginç olanı pandemi ilanı kararının Ocak 2020’de (21-24 Ocak) düzenlenen Dünya Ekonomik Formunda alınmış olmasıydı. Bu aşamada virüs bir sağlık sorunu olmaktan çıkartılarak ekonomik, siyasi ve toplumsal bir soruna dönüştürüldü. Devletler birbiri ardından kapanma kararları aldı. Ülkeler arası ulaşım engellendi. Sınır kontrolleri güçlendirildi. Başta orta ve küçük işletmeler olmak üzere fabrikalar işyerleri kapatıldı. İşçiler kimi ülkelerde ücretli, kimilerinde ücretsiz izinle üretim sürecinin dışına itildi. Meta üretimiyle birlikte meta dolaşımı kesintiye uğradı. Borsalar ve türev piyasalarda dramatik düşüşler yaşandı. Bu ekonomik önlemleri siyasal ve sosyal önlemler izledi. Yasalarda değişiklikler yapıldı, olağanüstü hal yasaları yeniden düzenlenerek çerçevesi genişletildi. İzolasyon önlemleri (ev hapsi, karantina, sokağa çıkma yasağı) devreye sokuldu. Ekonomik durgunluğa artan işsizlik ve yoksulluk eşlik etti. Bütün bu önlemler yeni bir ekonomik ve toplumsal yapılanmanın ön adımlarıydı.
Yeni teknolojilerin üretim sürecine girişi hızlandı. Evden ve yarı zamanlı çalışmanın alanı genişletildi. Ücretlerin, kar oranlarının düşme eğilimi üzerindeki baskısı, reel olarak düşen ücretlerle azaltıldı. Küçük ve orta işletmeler fiilen üretim sürecinin dışına itildi. Bu gelişmelerden en fazla etkilenen sektörler geleneksel ticaret ve hizmetler sektörleri oldu. E-ticaretin geleneksel ticareti yerinden etme süreci hızlandı. Hizmetler sektöründeki küçük işletmeler fiili kapatmalarla iflasa sürüklendi. Sağlık sektöründe sömürü oranları katlanarak arttı. Bu sürecin önemli özelliklerinden biri de okulsuz eğitimin ilk denemeleri gerçekleştirilmesiydi.
Dünya kapitalist ekonomisindeki bu yeni yapılanma merkez bankalarının aşırı para basması ve neredeyse sıfır faizli, kısmen de geri ödemesiz kredileriyle desteklendi. 2008’de kriz patlak verdiğinde büyük devletler çöküşleri merkez bankalarını harekete geçirerek, para basarak önlemeye çalıştılar. Örneğin 2008’de ABD’de dolaşımdaki para miktarı 900 milyar dolar civarındaydı. Bu miktar 2008- 2018 arasında izlenen varlık alımlarıyla 4,6 trilyon dolara çıktı. 2018’den sonra varlık alımlarının sonlandırıldığı açıklandı ve dolaşımdaki para miktarı bir milyar dolar azaltılarak 3,5 trilyon dolara düşürüldü. 2020’de pandemiyle birlikte bu miktar 2,5 kattan daha fazla artarak 9 trilyon dolara geçti. ABD merkez bankasının bu politikasını diğer merkez bankaları, AB, İngiltere, Japonya, Kanada vb. izledi. Çin ve Rusya kısmen bu sürecin dışında kaldı.
Miktarı sürekli olarak artan bu parasal genişlemeden, en küçük pay birçok nedenle (kapatılan ya da küçülen) iş sürecinin dışına düşen işçilere düştü. İkinci sırada küçük ve orta işletmeler geldi. Büyük paylar he zaman olduğu gibi tekellere, sanayi, banka, enerji, maden, gıda, turizm vb.tekellere aktı.
“Gelişmekte olan ülkelerde” süreç farklı işledi. Bu ülkeler 2008 – 2018 arasındaki parasal genişlemeden yüksek faiz ödeyerek belirli ölçüde yararlanmışlardı. 2020’de gelişmiş ülkelerdeki parasal genişleme iç ekonomi için kullanılınca bu süreç “gelişmekte olan ülkelere mevcut krizin daha da büyümesi olarak yansıdı. Pandemi sürecinde “Gelişmekte olan ülkeler” gelişmiş ülkelerdekine benzer bir yol izledi. Her ülke kendi ekonomik olanakları çerçevesinde parasal genişlemeye gitti. Uygulama çok daha düşük olmak üzere aynıydı. Kapanmalarda işçilere ya kısmi ücret desteği verildi ya da ücretsiz izinli sayıldılar. Küçük ve orta işletmelere ödeme süreleri uzatılarak kredi sağlandı. Kredilerin aslan payı yine büyük tekellere düştü. Tekeller vergi indirimleri ve aflarla ödüllendirildiler.
Bu ülkelerde küçük ve orta işletmelerin (kobiler) ekonomide payları (% 70-90 arası ) oldukça yüksektir. Büyük bir kısmının pandemi sürecinde kapanmak ya da küçülmek zorunda kaldığı düşünüldüğünde bu işletmelerin yeniden üretim sürecinde yer alma olasılıkları son derece düşüktür. Büyük bir kısmı iflas edecek ya da yerel paraların değer kaybettiği oranda ülkedeki varlıkların ucuzlamasına bağlı olarak el değiştirecektir. Daha şimdiden özellikle yeni teknolojileri kullanan bu işletmelerin uluslararası tekeller tarafından ele geçirildiğine tanık olunmaktadır.
Kısaca, pandemi, kapitalist dünya ekonomisi ve politikasının yeniden yapılandırılmasında bir enstrüman, bir tatbikat aracı olarak kullanılmıştır. Bu tatbikatla sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesi, yeni alanları da kapsayarak yükseltildi. Ücretler reel olarak düşürüldü, işçi sınıfı içinde yeni bölünmeler (uzaktan çalışma, yarım gün çalışma vb.) yaratıldı, işsizlik büyütüldü. Tatbikatın diğer bir yanı da sosyal alanda gerçekleştirilenlerle ilgilidir. Pandemiyle yaratılan korku iklimiyle insanlar aralarındaki gerçek ilişki ve tepkilerin yerini sanal ilişki ve tepkiler aldı. Rıza yöntemiyle yapılamayacak olanlar, korkunun büyütülmesi ve yayılmasıyla yaratıldı. İnsanlar farklı yöntemler, cep telefonlarına indirilen yeni teknolojiler, HES kodu, aşı pasaportu vb. yöntemlerle fişlendi. Baskı ve zor, korkuyla maskelendi. Pandemi sürecinde mitingler, gösteriler, hak arama eylemleri yasaklandı. Buna rağmen sokağa taşan eylemlere polis ve asker gücüyle müdahale edildi. Bu müdahalelerin en son örneği Kanada’da yaşandı. Şubat 2022’de pandemi kısıtlamalarını protesto eden kamyoncuların üzerine polis sürüldü, bu yeterli olmayınca olağanüstü hal ilan edildi ve göstericiler banka hesaplarına el konulmakla tehdit edildi.
2021’de pandemi yasaklarının ortadan kaldırılması ile birlikte dünya kapitalist ekonomisindeki kriz yeni bir evreye girdi. Krizin bu yeni evresi, özellikle, burjuva ekonomistlerin tedarik zincirinde kopmalar olarak nitelendirdikleri, sermaye hareketinin dolaşım alanında karşılaştığı kesintiler, hammadde ve enerji fiyatlarındaki artış ve yükselen enflasyon olarak belirginleşti. Üretim çarklarının hızlanmasına dolaşım alanı cevap veremeyince metaların pazara ulaşıp yeniden sermayeye dönüşmesi zorlandı. Merkez bankalarının para basarak aşırı ölçüde arttırdıkları para arzı, ikili üçlü rakamlara varan enflasyon artış oranlarıyla geri döndü. Hammadde, yarı mamul, mamul madde ve enerji fiyatları yükseldi. Bu üç olgunun katılımıyla büyüyen kriz tekeller arasında pazar, emperyalist devletler arasında nüfuz alanları savaşını daha da keskinleştirdi. Büyüyen krizin başka bir boyutu da kapitalizmin altında toplumsal altüst oluşa yol açabilecek patlayıcı yığınının birikip büyümesidir. Pek çok devlet için sosyal yapıda yol açacağı tahribatla alarm zillerinin çalmasına yol açan yüksek enflasyon, ABD için aynı zamanda bir kazanç kaynağıdır. Dünya rezerv parasının % 65’ini elinde tutan ABD aynı zamanda 30 trilyon dolarla dünyanın en borçlu devletidir. Bunun anlamı ABD’de enflasyon ne kadar yükselirse borcunun da reel olarak okadar düşmesidir. ABD merkez bankasının yükselen enflasyon karşısında ağırdan almasının faizleri mümkün olduğu kadar düşük tutmaya çalışmasının nedeni de budur.
Emperyalist Devletler Arasında Büyüyen Rekabet ve Çatışma
Söz ve Eylem’in 13. Sayısında 1900- 2020 yılları arasında emperyalist rekabet ve çatışmanın gelişimi ve sonuçları incelenmişti. Orada rekabet ve çatışmanın 2021’de daha da keskinleşeceği belirtilmişti. Gelişmeler bu vargıyı doğruluyor.
2021’in başında ABD’de hükümet değişikliği gerçekleşti. Cumhuriyetçi Trump yönetimi yerini demokrat Biden yönetimine bıraktı. Trump döneminde izlenen politikanın ağırlıklı yönü ABD ekonomisinin güçlendirilmesiydi. Trump’ın birçok ülkeye yaptığı yüklü miktarlardaki silah satışları da nüfuz bölgelerinin askeri olarak güçlendirilmesi yanında esas olarak ABD ekonomisinin güçlendirilmesine yönelikti. Bu dönemde ABD ekonomisini büyütmek için birçok önlemi devreye soktu. Gümrük vergileri arttırıldı, belirli metalar kotaya bağlandı. AB şirketlerine cezalar kesildi. AB ile NATO’nun finansmanı konusunda sorunlar yaşandı. ABD aleyhine olan ticarette Çin’e geri adımlar attırıldı. ABD işgal ettiği birçok bölgeden kısmen geri çekildi. Biden’in iktidara gelmesiyle birlikte ABD politikası iç ağırlıklı olmaktan çıkarak “Amerika Geri dönüyor” sloganıyla uluslararası alana yöneldi. Gerileyen ABD hegemonyasının büyütülerek güçlendirilmesini öngören bu sloganın ne anlama geldiğini anlamak için ABD güvenlik stratejisinin temel unsurlarını hatırlamak gerekiyor. Bu unsurları şöyle özetleyebiliriz; 1-ekonomik rekabetin keskinleştirilmesi, gümrükler, kotalar, ticari engeller, ambargo 2- siber güvenlik, 3- hedef ülkeler içindeki yumuşak alanların (etnik, dini, öne çıkan diğer sorunları büyütecek sivil toplum örgütlerinin kurulması, yönlendirilmesi) tespit edilip bu alanlar üzerinden iç istikrarsızlığın büyütülmesi, 4- askeri ittifakları, yenilerini de ekleyip güçlendirmek, 5-İHA ve SİHA’lara önem vermek, 6- müttefikleri silahlandırmak 7- deniz gücünü büyütmek, denizlerdeki kontrolü güçlendirmek Bu stratejinin ideolojik temelini ise insan hakları, demokrasi ve özgürlüklerin korunması oluşturuyor. ABD ne zaman bu kavramları öne çıkardıysa, bu, ABD’nin dünyanın herhangi bir bölgesinde, işgale, katliama hazırlandığını sinyalidir. Afganistan, Irak, Suriye, Libya demokrasi ve insan hakları söylemiyle yürüttüğü işgal ve katliamların en yakın örnekleridir
Biden yönetime geldikten sonraki yeni ABD stratejisinde Rusya açıkça düşman ülke, Çin risk yaratan ülke olarak belirlendi. AB ise stratejik ittifak olarak yerini korudu. Biden, Trump döneminde AB ile yaşanan sorunları çözmek için birçok girişimde bulundu. Önceki dönemde AB’ye konulan kotalar kaldırıldı. ABD, Trup döneminde ayrıldığı iklim anlaşmasına ve Dünya Sağlık Örgütü’ne geri döndü. İran’la nükleer anlaşma görüşmelerine katılabileceğini açıkladı. Kuzey Akım II boru hattı sorunu ABD – Almanya ilişkisinde henüz çözülemeyen bir pürüz olarak kaldı.
Almanya ile kıyaslandığında, AB’nin askeri alanda en güçlü devleti olan Fransa ile ABD arasındaki çıkar farklılıkları daha derindir. Bu iki devletin birçok alanda, Afrika’da, Doğu Akdeniz’de ve özellikle Libya’da çıkarları kesişmektedir. NATO’nun işleviyle ilgili anlaşmazlıklar ise ayrı bir konudur. ABD ile Fransa arasında çıkar çatışmasının boyutunu gösteren bir gelişme Eylül 2021’de yaşandı. Fransız Naval şirketi Avusturalya hükümetiyle 12 denizaltı yapım anlaşması imzaladı. ABD araya girerek bu anlaşmanın iptal edilmesini sağladı. Ve Avusturya hükümetiyle nükleer enerji kullanan 12 denizaltı yapım anlaşması imzaladı.
Fransa, ABD’nin, iki ülke arasında diplomatik bir krize yol açan bu davranışını Trump benzetmesi yaparak “kaba”, “kestirilemez” bir davranış olarak nitelendirdi. AB, Fransa’ya yapılanı “kabul edilemez”, Almanya ise olayı “uyandırma zili” olarak niteleyerek AB’nin tek sesle konuşması gerektiğini vurguladı.
İttifakların Karşılıklı Tahkimi
2021’de Çin – Rusya ile ABD – İngiltere ekseninde yeni ittifaklar kurulması ve var olanların tahkim edilmesinde önemli gelişmeler yaşandı. Batılı emperyalist devletlerin askeri ve ekonomik örgütlerinin toplantılarının ana konusunu Çin ve Rusya’nın engellenmesi oluşturdu.
G7 Zirvesi: G7 Zirvesi 11-13 Haziran 2021 tarihinde İngiltere’de toplandı. Toplantıya G7 dışında Güney Kore, Avustralya, Hindistan ve Güney Afrika katıldı. ABD Başkanı Biden Washington Post’a Trup döneminde yaşanan gerilimleri gidermeye yönelik bir makale yazdı. Makalede, iklim krizinin ve Covid’in gerekliliklerini yerine getireceklerini taahhüt etti. Rusya ve Çin’in zararlı adımlarına karşı durmak için ABD’nin dünyaya liderlik etmesi gerektiğini belirtti. Biden’in bu makalesi, Zirvenin gündemini ve sonuç bildirgesinin içeriğini de belirledi. Temel gündemi Rusya, Çin ve İran olan zirvede ekonomiden siyasete, askeri alandan güvenliğe, dünyanın her kıtası ve bölgesindeki gelişmeler ele alındı. Zirve sonucunda “Daha İyisini Elde Etmek İçin Küresel Eylem İçin Ortak Görevlerimiz” Bildirgesi yayınlandı.
Bildirgede, salgını sonlandırmak, ekonomiyi canlandırmak, gezegeni korumak, değerlerini ve ortaklıklarını güçlendirmek, daha özgür, daha yeşil, daha güvenli bir gelecekten, demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük, kurallara dayalı dünya düzeninden, sanki bütün bunları yerle bir eden kendileri değilmiş gibi, söz edildi. İran’la nükleer anlaşmanın yeniden ele alınacağı belirtildi. Çin’in Sincan ve Hong Kong’da insan haklarını ihlal ettiği, küresel istikrara tehdit oluşturduğu, Rusya’nın diğer ülkelere müdahale ederek, dünya istikrarını bozduğu, klişe cümlelerle tekrarlandı. Rusya’dan, siber saldırıları durdurması, Kırım ve Ukrayna’nın doğusundan geri çekilmesi gerektiği vurgulandı. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, Libya’dan yabancı askerlerin çekilmesi istendi. Çin, G7 zirvesinden sonra yaptığı açıklamada dünyanın kaderine küçük bir grup ülkenin karar verdiği günlerin artık çok geride kaldığını söyledi.
NATO Zirvesi: NATO zirvesi G7 zirvesinin hemen ardından 14 Haziran 2021’de yapıldı. Zirve, Biden’in “Amerika Geri Dönüyor” söyleminin cisimleşmiş haliydi. Zirve sonunda hazırlanan Bildirge ise Rusya ve Çin’e yönelik tam bir savaş hazırlığı ilanıydı. Bildirgenin üçte ikilik bölümü düşman devletlere, başta Rusya olmak üzere, Çin, Kuzey Kore ve İran’a ayrılmıştı. Zirvede siber savaştan, kitle imha silahlarının yaygınlaştırılmasının önlenmesinden, iklim değişikliğine, yeni devletlerin NATO’ya alınmasına, NATO’nun askeri olarak güçlendirilmesi için yeni komutanlıklar kurulmasına, NATO üyelerinin silahlandırılmasına, uluslararası deniz güvenliğinin sağlanmasına, ittifaka yeni katılan üyelerin askeri ekonomik olarak güçlendirilmesine, Rusya’nın kuşatılmasında stratejik bir konuma sahip Baltık ülkelerinin (Litvanya, Letonya, Estonya), Polonya ve Balkanlar’daki ittifakların silahlandırılmasına, muharebe güçlerinin artırılmasına yönelik kararlar alındı. Avrupa’da ittifak dışı ülkeler Finlandiya ve İsveç’le ilişkilerin geliştirileceği belirtildi.
Pasifik, Latin Amerika bildirgede şöyle yer aldı; “Asya-Pasifik ortaklarımız olan Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Kore Cumhuriyeti ile siyasi diyaloğu ve pratik işbirliğini geliştiriyoruz. NATO’nun çıkarlarının etkilendiği küresel güvenlik sorunlarına yönelik ortak yaklaşımları tartışacak, daha derin siyasi katılım yoluyla perspektifleri paylaşacak ve ortak endişeleri ele almak için somut işbirliği alanları arayacağız. NATO’nun Latin Amerika’daki ortağı Kolombiya ile iyi yönetişim, askeri eğitim, birlikte çalışabilirlik, mayın temizleme ve deniz güvenliği konularında etkileşimimizi yoğunlaştırıyoruz.”
Orta Asya’da, Hindistan ve Pakistan ile siyasi diyaloğu derinleştirme, Ortadoğu’da, Arap Birliği Devletler Ligi, Körfez İşbirliği Konseyi, Afrika’da; Afrika Birliği ve Sahel (sahil) ülkeleri (Senegal, Moritanya, Mali, Burkina Faso, Nijer, Nijerya, Çad, Sudan ve Eritre) ile ilişkilerin güçlendirileceği vurgulandı. Ürdün’de kurulan askeri Kadın Eğitim Merkezi’nin desteklenmesine stratejik bir konum atfedildi ve Tunus’un savunma kapasitesinin yükseltilmesine özellikle değinildi. ABD-NATO ile Rusya’yı karşı karşıya getiren Ukrayna ve Gürcistan’ın İttifak’a üye olacağı kararı yinelendi ve Litvanya-Polonya-Ukrayna Tugayı’nın destekleneceği belirtildi.
Bildirge’de Türkiye ile ilgili olarak şunlar yer aldı; “Türkiye’de NATO Deniz Güvenliği Mükemmeliyet Merkezi, edinilen bilgiye göre, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın girişim ve katkılarıyla hız kazanan çalışmaların sonucunda Deniz Güvenliği Mükemmeliyet Merkezi Komutanlığı (MARSEC COE), 8 Haziran’da NATO’ya akredite olarak uluslararası askeri kuruluş statüsüne ulaştı. .. Merkez tarafından Türkiye’nin savunma sanayi ve akademik potansiyeli NATO ülkeleri ile paylaşılacak, NATO’nun köklü ve sadık bir müttefiki olan Türkiye’nin NATO içerisindeki katkı ve görünürlüğü artırılacak.”
Yukarıda da belirtildiği gibi Bildirgenin büyük bölümü Rusya ve Çin’e ayrıldı. Baş düşman Rusya için şunlar belirtildi, “Rusya’nın saldırgan eylemleri Avrupa-Atlantik güvenliği için bir tehdit oluşturuyor; …Çin’in artan etkisi ve uluslararası politikaları, bir İttifak olarak birlikte ele almamız gereken zorluklar ortaya çıkarabilir. İttifak’ın güvenlik çıkarlarını savunmak amacıyla Çin’le mücadele edeceğiz. … 2014 Galler Zirvesi’nde ve müteakip tüm NATO toplantılarımızda kabul edilen Rusya’ya yönelik kararlarımızı yeniden teyit ediyoruz. Siyasi diyaloga açık kalırken, Rusya ile tüm pratik sivil ve askeri işbirliğini askıya aldık. … Rusya’yı ayrıca Gürcistan’ın Abhazya ve Güney Osetya bölgelerini bağımsız devletler olarak tanımaktan vazgeçmeye çağırıyoruz. …Rusya’nın Kırım’ı yasadışı ve gayrimeşru ilhakını şiddetle kınıyoruz ve tanımayacağız. … NATO, potansiyel düşmanları caydırma ve onlara karşı savunma ve şimdi ve gelecekte askeri avantajımızı koruma ve geliştirme yeteneğimizi daha da güçlendirecek iki önemli askeri kavramın uygulanması yoluyla yeni bir askeri strateji geliştiriyor. Caydırıcılık ve savunma konsepti, çok alanlı bir ortamda İttifak’ın ana tehditlerine karşı mücadele etmek, caydırmak ve savunmak için tek ve tutarlı bir çerçeve sağlar….Savaş konsepti, NATO’nun belirleyici askeri üstünlüğünü korumak ve geliştirmek için uzun vadeli bir vizyon sağlar.”
Çin’le ilgili olarak daha yumuşak bir tutum sergilendi. “Çin’in belirtilen hırsları ve iddialı davranışları, kurallara dayalı uluslararası düzene ve İttifak güvenliğiyle ilgili alanlara yönelik sistematik zorluklar ortaya koymaktadır. … Ayrıca, Avrupa-Atlantik bölgesindeki Rus tatbikatlarına katılım da dahil olmak üzere Rusya ile askeri işbirliği yapıyor. Çin’i uluslararası taahhütlerini yerine getirmeye ve büyük bir güç olarak rolüne uygun olarak uzay, siber ve deniz alanları dahil olmak üzere uluslararası sistemde sorumlu davranmaya çağırıyoruz.
Zirvede kendine yönelik saldırılara Çin’in cevabı, “Çin hiç kimseye sistematik tehdit olmayacaktır, ancak bize bir sistematik tehdit gelirse oturup hiç bir şey yapmadan bekleyecek değiliz”
Bildirgede AB şöyle yer aldı; “Avrupa Birliği, NATO için benzersiz ve temel bir ortak olmaya devam etmektedir. NATO-AB stratejik ortaklığı, milletlerimizin ve Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliği ve refahı için esastır. NATO, daha güçlü ve daha yetenekli bir Avrupa savunmasının önemini kabul etmektedir. Tutarlı, tamamlayıcı ve birlikte çalışabilir savunma yeteneklerinin geliştirilmesi, gereksiz tekrarlardan kaçınılması, Avrupa-Atlantik bölgesini daha güvenli hale getirmeye yönelik ortak çabalarımızın anahtarıdır.” AB, “Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliği ve refahı için esastır” belirlemesiyle taltif edilirken, AB’nin kendi güvenliğini sağlama girişimler “gereksiz tekrarlardan kaçınılması” söylemiyle uyarıldı.
AUKUS: Biden iktidara geldikten sonra ABD Ortadoğu’daki güçlerini kısmen geri çekerek Pasifiğe yöneldi. Çin’e karşı yeni cephelerin kurulması için harekete geçti. Eylül 2021’de Avustralya ve İngiltere’yle AUKUS adıyla yeni bir askeri, ekonomik ortaklık anlaşması imzaladı. (AUKUS her üç devletin baş harflerinin simgeleşmesinden oluşturuldu.) Doğrudan Çin’i hedef aldığı söylenmese de anlaşmanın içeriği bunu doğruluyordu. Çine yönelik bir kuşatmayı öngören anlaşmada, siber güvenlik ve sualtı yeteneklerinin geliştirilmesi öne çıkan unsurlardı. Kanada ve Yeni Zelanda istihbarat paylaşımı adı altında anlaşma kapsamına alındı.
AUKUS her ne kadar doğrudan Çin’e yönelik bir ittifak olsa da bölgede, çıkarlarını korumak için bir deniz üssüne sahip olan Fransa’yı rahatsız etmişti. Nitekim anlaşmanın imzalanmasından 2 gün sonra 17 Eylül’de Avusturalya Fransa ile imzaladığı 12 denizaltı sözleşmesini iptal etti ve denizaltı ihalesi ABD şirketlerine verildi.
Çin anlaşmanın bölgede silahlanma yarışını artacağını belirterek Avusturalya’yı düşman cephede yer almakla suçladı ve Avustralya bölgede ABD ile birlikte provokasyonlara girişirse Çin’in bu davranışları cezasız bırakmayacağını açıkladı. Bölge devletlerinden Filipinler ve Tayvan anlaşmayı, bölgede demokrasinin gelişmesine katkıda bulunacağını ileri sürerek desteklerken, Endonezya ve Malezya silahlanma yarışını artıracağı için endişelerini dile getirdi. İngiltere yaptığı açıklamada anlaşmayı İngiltere’nin çıkarlarını koruyan küresel İngiltere açılımının bir parçası olarak nitelendirdi. AB’nin Pasifik bölgesinde bu gelişmelere tepkisi Avusturalya ile yapılacak olan ticaret anlaşmasını ertelemek oldu.
ABD – İngiltere – Ukrayna: ABD ile Ukrayna arasında ekonomi, güvenlik, enerji ve savunma konularını içeren stratejik işbirliği anlaşması 10 Kasım 2021 de imzalandı. Anlaşmanın imzalanmasının ardından Ukrayna dışişleri bakanı Kubela yaptığı açıklamada, artık şimdi Rusya’yı durduracak güçlü bir müttefike sahip olduklarını söyledi. Askeri ve ekonomik işbirliği öngören benzer bir anlaşma Şubat 2022’de İngiltere, Polonya ve Ukrayna arasında imzalandı. Anlaşmanın içeriği, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü korumak, enerji bağımsızlığını sağlamak ve Ukrayna’yı askeri olarak desteklemek olarak açıklandı. İngiltere bu anlaşma ile Ukrayna’ ya 100 milyon dolarlık yardımda bulundu. Bu anlaşmalarla birlikte, Polonya ve Ukrayna’ya ABD ve İngiliz birlikleri ve silahlarının yerleştirilmesi hızlandı. Ukrayna Dışişleri Bakanı anlaşmanın AB’de endişe yaratacağını öngörmüş olacak ki, “NATO ve AB’ye alınıncaya kadar bekleyemezdik” açıklamasında bulundu. Bir AB üyesinin AB’den bağımsız olarak İngiltere’yle böyle bir anlaşma yapması Fransa ve Almanya’nın tepkisine yol açtı. Polonya başbakanı Berlin’e çağrılarak üçlü bir görüşme yapıldı. Görüşme sonrasında Avrupa’nın güvenliği için üçlü zirvenin süreceği açıklandı.
Çin – ABD: ABD – Çin görüşmesi 19 Mart 2021 de Alaska’da gerçekleşti. Görüşmeden önce ABD Dışişleri Bakanı Blinken Japonya ve Güney Kore’yi ziyaret etti. Blinken görüşmeden önce yaptığı açıklamada Çin dışişleri bakanı ile Tayvan, Hong Kong, Uygur bölgesindeki sorunları tartışacağını, Çin’in ABD müttefiklerine yönelik ekonomik baskılarını dile getirdi ve Çin’in eylemlerinin küresel istikrarı tehdit ettiğini söyledi. Çin dış politika yetkilisi Blinken’i ABD’nin dünyada işlediği suçları, siyahlar ve yerlilere yönelik katliamları ortaya dökerek cevapladı. ABD Ulusal güvenlik danışmanı bir yandan Çin’le çatışma istemediklerini söylerken öte yandan ‘ilkelerimiz, halkımız ve dostlarımız için savaşacağız’ diyerek Çin’i tehdit etti. Görüşme karşılıklı salvo atışlarının gölgesinde hiçbir sonuç alınamadan sonlandı. Çin dışişleri bakanı toplantı sonrasında ABD’nin iç işlerine karışmasına müsaade etmeyeceklerini, Blinken ise müttefikleri ve ortaklarıyla birlikte ABD’nin geri dönüşünden büyük bir memnuniyet duyduğunu söyledi. Görüşmenin ardından ABD Uygur sorunu ile bağlantılı olarak 4 Çinli yetkili ve kuruma yaptırım uygulayacağını açıkladı. ABD’nin yaptırım kararını sembolik yaptırımlarla İngiltere ve Kanada izledi. ABD daha önce de Çin’e karşı yaptırım kararları almıştı. Ancak AB bu yaptırımlara katılmamıştı. AB’nin, etkisiz de olsa yaptırımlara katılmış olması Pasifikte işlerin daha da keskin hale geldiğini gösteriyordu.
Çin – İran: Çin Alaska görüşmelerinin çıkmaza girmesi ve AB’nin de yaptırım sürecine katılması karşısında İran ve Rusya’yla ilişkileri derinleştirmek için harekete geçti.
Mart 2021 de Çin Dışişleri Bakanı Wang Ortadoğu’da 5 ülkeyi (Türkiye, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Bahreyn) ziyaret ederek görüşmeler yaptı. Görüşmelerin temel konusunu ekonomik ilişkiler, İpek Yolu ve Petrol tedariki oluşturdu. ABD ile yaşadığı sorunlar nedeniyle enerji tedariki Çin ekonomisi için giderek daha büyük bir güvenlik sorunu haline gelmişti. Ayrıca Çin’in iklim değişikliği nedeniyle kömür üretimini azaltması da petrole olan bağımlılığını daha da büyütmüştü. Çin’in petrol ithalatının % 60’ini karşıladığı Ortadoğu ülkelerine yaptığı bu ziyaret olası gelişmelere karşı petrol ithalatının güven altına alınmasına yönelikti. Wang ziyareti sırasında Ürdün ve Irak dışişleri bakanlarıyla da telefonda görüştü.
Wang ziyaretinin en önemli durağı olan İran’da, İran yönetimiyle Mart 2021’de önemli bir anlaşma imzaladı. 25 yılık bir süre için geçerli olacak olan anlaşmayla İran Çine petrol ihraç edecek, karşılığında, Çin İran’a telekomünikasyon, liman, demiryolu, sağlık ve bilgi teknolojilerinde kullanılmak üzere 400 milyar dolarlık yardım yapacak. Anlaşma her iki tarafın çıkarlarını karşılıyordu. Çin 25 yıllık bir süre için petrol ihtiyacının önemli bir miktarını garanti altına alıyordu. Anlaşma İran’a ABD ambargosunu hafifletme olanağını sunuyordu. Görüşmelerde askeri konuların, Çin’in İran’da bir askeri üs kurmasının gündeme geldiği basına sızdı.
Çin – Rusya: Çin ve Rusya arasında 2018 yılında 30 yıl süreli doğalgaz ve petrol anlaşmaları imzalanmıştı. İki ülke arasında bu anlaşmaya ek olarak Şubat 2021’de petrol ve doğalgaz tedariki için iki yeni anlaşma imzaladı. Buna göre 10 yılda Rusya Çin’e 10 milyar metreküp doğalgaz ihraç edecekti, böyle Çin’in, Rusya’dan tedarik ettiği toplam doğal gaz miktarı yılda 48 milyar metreküpe yükselmiş oldu. Rusya petrol şirketi ROSNEFT ile Çin enerjisi şirketi CNPC arasında yapılan ikinci bir anlaşmayla da Rusya Çin’e 10 yılda 100 milyon ton Petrol sevk etmeyi taahhüt etti. Anlaşmanın diğer bir özelliği de iki ülke arasında yapılan ticaretin ülke para birimleri Ruble ve Yuan’la ödenmesiydi.
Bu anlaşmanın imzalanmasından bir süre sonra Mart 2021’de Rusya dışişleri bakanı Lavrov Pekin’de Wang’la görüştü. Görüşmede ekonomik teknolojik ve askeri işbirliğinin yanı sıra, kuşkusuz, son dönemde NATO, ABD ve İngiltere’nin Rusya ve Çin’i hedef alan açıklamaları ve kararları gündeme geldi. Görüşmede iki lider ABD dolarının uluslararası ödemelerdeki fiili egemenliğine karşı seslerini bir kez daha yükselterek, yeni bir ödeme sisteminin zorunluluğunu dile getirdiler. İki ülke bir süreden beri aralarındaki ticareti kendi paralarıyla gerçekleştiriyor ve bunu diğer ticaret ortaklarıyla da ( Türkiye, İran) genişletmeye çalışıyor.
Lavrov gazetecilerin sorusu üzerine Çin’le askeri bir anlaşmanın söz konusu olmadığını, Rusya’nın eski Sovyet ülkeleriyle ekonomik ve askeri anlaşmalar imzaladığını, bunun dışındaki ülkelerle (Mısır, BAE, S. Arabistan, Türkiye, Vietnam vb) ortaklık anlaşmaları imzaladıklarını söyledi.
Çin – Afrika Zirvesi: ABD, Fransa ve İngiltere’nin Afrika’daki faaliyetleri biliniyor. Cezayir, Fas, Tunus, Angola, Mozambik, Gine, Güney Afrika vb. hemen tüm Afrika ülkeleri, bir yandan yer altı yer üstü zenginliklerini yağmalarken, diğer yandan bu ülkeler üzerinde vahşi bir denetim ağı kuruldu, darbeler yapıldı, etnik ve dini temelli iç çatışmalar içine sürüklendiler. Bugün bu emperyalist politika, Libya, Mali, Kamerun, Sudan, Yemen ve Etiyopya’da sürdürülüyor. Çin, denetim altına almak için bu ülkelerde klasik sömürgeci yöntemden farklı bir yol izliyor. Ülkelerin altyapı, eğitim, sağlık sistemlerini geliştirmede maddi katkılar sağlıyor. , Bu yardımları yaparken genellikle iç işlerine karışmıyor, iktidarda kimin olduğuna bakmıyor. İzlediği bu politika yanında ABD hegemonyasındaki gerileme Çin’in bu ülkelerde yer edinme olanağını artırıyor. ABD’nin bu kıtadaki 54 ülkenin 50’sinde askeri, ya da üssü bulunuyor. Çin’in Cibuti’de bir askeri üssü var, onun dışında Mısır, Kenya, Libya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Nijer vb. ülkelerde sayısı 6000’i geçmeyen askeri personel bulunduruyor.
Çin bu varlığıyla Kıtada ABD’nin en önemli rakibidir. Çin’in Afrika’daki faaliyetleri 2000’li yılların başından itibaren büyüyerek sürdü. Bu faaliyetler, Ekim 2000’de Çin Afrika Bakanlar Forumu’nun Pekindeki toplantısıyla kurumsallaştı. Her üç yılda bir düzenli olarak toplanan Çin – Afrika Zirvesi’nin sekizincisi 29-30 Kasım 2021’de Senegal’de toplandı. Toplantıya 50’den fazla Afrika ülkesi yanında uluslararası ve bölgesel kuruluş temsilcileri katıldı. Bu yılki zirvede Çin, Afrika ülkelerine 40 milyar dolarlık yardım yapılacağını açıkladı. Çin’in yaptığı bu yardımlar, altyapı yatırımları, hastaneler, okullar, tarım ve telekomünikasyon alanlarını kapsıyor. Bu yardımların yanında Çin, Afrika ülkelerinde özellikle telekomünikasyon, maden vb. alanlarda da doğrudan yatırımlar yapıyor. 2021 yılı doğrudan yatırım miktarı 12 milyar doları aşmış durumda. Zirvede Çin bazı Afrika ülkeleriyle toplam miktarı 16,5 milyar dolar olan 25 anlaşma imzaladı.
ABD, Çin’in Afrika zirvesini şöyle değerlendirdi, “Zirve, Çin ile Afrika arasındaki ekonomik, politik ve askeri ilişkileri geliştirmektedir.” Bu ortamda ABD’nin zamanla diğer bölgelerde olduğu gibi Afrika’da da güç kaybetmesi kaçınılmazdır. Kısacası artan ABD-Çin rekabetinin ortasında böyle bir zirvenin yapılması ve Çin lehine olumlu ve önemli sonuçların alınması, kıtada Pekin’in nüfuzunun artacağına işaret etmektedir.
ABD Çin’in önünü kesmek için 2014 yılında ABD- Afrika zirvesini topladı. Bu yılki zirvenin hemen öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Senegal’i ziyaret etmesi ve ardından Biden’in 2. ABD Afrika zirvesinin 2022’de toplanacağını açıklaması Çin – ABD rekabetinin gittikçe keskinleştiğini gösteriyor. Orta Afrika Cumhuriyeti ordusunu eğiten Rusya ise, Sovyet döneminin aksine Afrika’da ilişkileri en zayıf olan ülkeler arasındadır.
Afrika’nın birçok ülkesinde (Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Demokratik Kongo, Somali, Sudan, Sahel ülkeleri ) istikrarsızlık sürüyor. Darbeler ülkesi Mali’de yeni bir darbe daha gerçekleşti. Gine’de görevi bırakmamakta direnen Cumhurbaşkanı Conde Ekim 2021’de darbeyle devrildi. Sudan’da 2019 Ömer El Beşir’in, halk hareketiyle devrilmesinden sonra ordunun gölgesinde kurulan hükümet Ekim 2021’de ordu darbesiyle devrildi. Halk bu kez darbeye karşı direniyor. Etiyopya’da etnik temelli iç savaş sürüyor. Sahel ülkelerindeki istikrarsızlığa Fransa, “AB Görev Gücü’nü bölgede görevlendirerek müdahale etti. Yıllardır ABD, Fransa ve Kuzey Afrika devletlerinin (Kuveyt, Bahreyn, Fas, Ürdün, Mısır) saldırısı altında ölüm ve açlıkla boğuşan Yemen’de Husiler’in (Allah’ın yardımcıları) mücadelesi yeni bir aşamaya ulaştı. Biden’in Ortadoğu’dan kısman çekilme kararından sonra Şubat 2022’de Husiler ABD terör listesinden çıkartıldı. Suudi Arabistan ABD’nin bu hamlesinden sonra sunduğu barış planı Husiler tarafından reddedildi.
Özellikle ABD ve Çin arasında bir nüfuz mücadelesine sahne olan Afrika’da süreç büyük ölçüde ABD hegemonyasının ne ölçüde gerilediğine bağlı olarak biçimlenecektir.
Ortadoğu –Asya: ABD, 2021 yılında önce Suriye ve Irak’tan kısman çekildi. Ardından 20 yıl kaldıktan sonra yeni dünya düzeni sloganıyla işgal ettiği Afganistan’ı 2021 Ağustosunda terk etmek zorunda kaldı. Bu geri çekilme üzerine Suriye ve Libya’da mevcut durum, çatışmalar başka alanlara, Pasifik ve Doğu Avrupa’ya kayınca, geçici bir süre için donduruldu. ABD’nin kısmi geri çekilişinin ardından bölgede ABD kontrolünde, İsrail eksenli Mısır, BAE ve S. Arabistan’ın yer aldığı ittifakın etkinliği belirgin bir biçimde arttı. Uzun bir dönemdir bu ittifakın dışında kalan Türkiye, şimdi bu ittifaka dahil olma yolunda ilerliyor.
2021 Yılında Kafkaslar ve Orta Asya’da birçok önemli gelişme yaşandı. Belarus’da Ağustos 2020’de yapılacak seçim öncesinde mevcut devlet başkanı Lukaşenko’ya yönelik protestolar başladı. Lukaşanko1994 seçimini kazanarak devlet başkanı seçilmişti. Bu görevi beş seçim kazanarak 2020’ye kadar nispeten sorunsuz yürüttü. Bu süre içinde özellikle AB ile iyi ilişkiler sürdürdü. 2020 seçimi yaklaşırken AB ve ABD seçimlerde tercihlerini muhalif adaylardan yana yapınca Belarus’ta, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanan güç mücadelesine benzer bir mücadele yaşanmaya başladı. Lukaşenko muhalif adayları yabancı ajanı, ya da yolsuzluk iddialarıyla tutuklayınca sokak gösterileri başladı. Seçimden önce başlayan gösteriler Lukaşenko’nun seçimi büyük bir farkla kazanmasından sonra büyüyerek sürdü. Seçime hile karıştırıldığı gerekçesiyle gösteriler ülke çapında yayıldı. Kentlerin sokaklarında barikatlar kuruldu. Lukaşenko’nun kazandığı önceki beş seçimin “özgür ve adil” olduğunu açıklayan AB ve ABD bu seçimlerin özgür ve adil olmadığını söyleyerek, muhalifleri destekledi. Lukaşenko diktatör ilan edildi. Avrupa Parlamentosu Lukaşenko’yu tanımadığını ilan etti. Estonya benzer bir açıklama yaptı. Belarus’a yaptırımlar başlatıldı. AB yardımları kesildi, NATO birlikleri Polonya – Belarus sınırına yığıldı. Gösterileri darbe girişimi olarak nitelendiren Lukaşenko Rusya’dan yardım isteyebileceğini açıkladı. Rusya dış müdahaleden kaçınılması gerektiği uyarısında bulundu. Lukaşenko gösteriler karşısında geri adım atmayarak kendi taraftarlarını sokağa çıkardı. Gösteri ve karşı gösteriler Eylül ortasına kadar sürdü. Birkaç kişinin öldüğü gösterilerde üç binin üstünde muhalif tutuklandı.
İkincisi, Eylül 2020’de başlayan Azerbaycan – Ermenistan savaşıydı. Azerbaycan ve Ermenistan arasında savaş, 1988’de Yukarı Karabağ’ın Azerbaycan’dan ayrılma girişimiyle başlamıştı. 1994’te Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ temsilcileri Moskova’da bir araya gelerek ateşkes imzaladılar. Bu savaşta Azerbaycan Yukarı Karabağ dışında kısmi bir toprak kaybına uğradı. Azerbaycan kaybettiği toprakları geri almanın koşulları oluştuğunda savaşı yeniden başlattı. 27 Eylül – 9 Kasım arasında süren savaşta Azerbaycan kaybettiği toprakların büyük bir bölümünü geri aldı. Bu süre içinde savaşa herhangi bir müdahalede bulunmayan Rusya 10 Kasımda sürece müdahale etti, üçlü bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ermenistan ve D. Karabağ arasındaki Laçin koridoru ve D. Karabağ’a Rus barış gücü yerleştirildi.
Savaşı kaybetmesinden sonra Ermenistan’da Başbakan Paşinyan aleyhine gösteriler başladı. Halk parlamento binasını kuşatarak Paşinyan’ın istifasını istedi. Gösteriler bir müddet devam ettikten sonra sönümlendi, Paşinyan iktidarda kalmaya devam etti.
Üçüncü önemli gelişme Kazakistan’da yaşandı. Aralık 1990’da bağımsız bir devlet haline gelen Kazakistan’da komünist parti I. Sekreteri Nursultan Nazarbayev cumhurbaşkanı oldu. Bu görevi istifa ettiği 2019’a kadar sürdürdü. İstifasından sonra Güvenlik Konseyi bakanlığı görevini üstlenerek liderliğini fiili olarak sürdürdü. Nazarbayev döneminde Kazakistan’ın İngiltere başta olmak üzere batıyla ilişkileri güçlendi. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden tüm cumhuriyetlerde olduğu gibi Kazakistan’da da devlet başkanının mutlak egemenliği altında yolsuzluk ve yoksulluk giderek büyüdü. Bu süre içinde yolsuzluk ve yoksulluğa karşı işçiler biri 2011, diğeri 2018 olmak üzere iki kez büyük protesto eylemi yaptılar. 2021 cumhurbaşkanlığı seçimini Nursultan Nazarbayev’in Nur Otan partisi kazandı ve Tokayev cumhurbaşkanı seçildi. 2 Ocak 2022’de gaz fiyatlarına yapılan zam üzerine Janaözen’de (maden ve sanayi kenti) işçiler zamların geri alınması talebiyle bir kez daha sokağa indiler. Eylem diğer kentlere yayıldı, eylemciler hükümetin istifasını istedi. 5 Ocakta zamlar geri alındı ve hükümet istifa etti. Bu aşamadan sonra silahlı grupların ve mafya örgütlerinin devreye girmesiyle eylemlerin niteliği değişti, resmi binalar işgal edilip yakıldı, yağmalamalar başladı. Daha önce Gürcistan ve Ukrayna’da denenene benzer bir darbe organize edildi. Fransa’da bulunan Kazakistan Demokratik Seçimi lideri Muhtar Ablyazov hareketin lideri olduğunu açıkladı. Darbenin arkasında Nazarbayev’e bağlı güçler, yanlıları, İngiltere’nin örgütlediği sivil toplum hareketi ve kısmen de Türkiye vardı. Tokayev, darbeyi önlemek için olağan üstü hal ilan etti ve üyesi olduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü (KGAÖ) göreve çağırdı. Nursultan Nazarbayev ve istihbarat örgütü başkanı Kerim Maksimov görevden alındı. Yüzlerce kişi tutuklandı. Darbe KGAÖ (1) girişimiyle önlendi. Bütün bu süre içinde Nazarbayev ayaklanmadan bir gün önce çağrıldığı Petersburg’daydı. Akıbeti konusunda ortaya çeşitli spekülasyonlar atıldı. Darbenin önlenmesinde asıl rolü KGAÖ içindeki Rus güçleri üstlendi. Darbe girişimi Rusya’nın Kazakistan üzerindeki denetiminin daha da güçlenmesiyle sonuçlandı.
Rusya bu hamlelerle KGAÖ ittifakını konsolide etti. Geriye Orta Asya’da eski Sovyet cumhuriyetleriyle askeri bir ilişki içinde olmadığı üç ülke Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan kaldı. Türkmenistan, bağımsızlıktan sonra bölgede oluşan örgütlenmelerden (Şanghay ve KGAÖ) uzak durdu, ABD, NATO ve Rusya ile ilişkilenmemeye özen gösterdi. İç politikada merkezi planlamayı sürdürerek kapitalistleşme çizgisi izledi. Özbekistan kuruluşunda KGAÖ’ye üye oldu. 1999’da KGAÖ’den ayrıldı ve ABD’nin Afganistan’ı işgalinde Özbek topraklarında üs sağladı. 2006’da yeniden KGAÖ’ye döndü, ABD üslerini kapattı. 2012’de KGAÖ’den yeniden ayrıldı. Topraklarında hiçbir yabancı örgüte üs vermeyeceği ve hiçbir askeri örgüte üye olmayacağını Anayasasına geçirdi.Buna rağmen Brüksel’de Özbek NATO temsilciliğini açtı. Özbekistan’ın dış politikadaki bu tutarsızlığı önümüzdeki dönemde bu ülkede de Kazakistan benzeri gelişmelerin olabileceği sinyalini veriyor. Azerbaycan- Rusya ilişkileri Özbek – Rus ilişkilerine benzer bir seyir izledi. Bağımsızlığını kazanmasından bu yana, bir yandan Rusya ile ilişkilerini sürdürürken diğer yandan, bunu Türkiye İsrail, ABD ve AB ile ilişkilerini geliştirerek dengelemeye çalıştı. 22 Şubat 2022’de yani Rusya’nın Ukrayna topraklarına girmesinden iki gün önce Rusya ile Azerbaycan arasında yeni bir işbirliği anlaşması imzalandı. İki ülkenin uluslararası düzeyde birbirlerini destekleyeceklerinin teyit edildiği anlaşmayı Putin Rusya – Azerbaycan ilişkilerinde yeni bir aşama olarak nitelendirdi. Aliyev bu çok önemli anlaşmayla iki ülke arasındaki ilişkilerin müttefiklik düzeyine çıkarıldığını belirtti. Anlaşmanın bir maddesi de Ermenistan Azerbaycan ilişkilerinin normalleştirilmesini içeriyor. Bütün bunlar Rusya’nın savaştan önce kendi arka bahçesini sağlama alma girişimleriydi.
2021 yılında Asya’da yaşanan gelişmelerden bir diğeri de ABD’nin yirmi yıllık bir savaşın ardından yenemediği Taliban’la uzlaşıp Afganistan’ı teslim etmesiydi. ABD’nin Afganistan’dan bu geri çekilişi farklı yorumlara yol açtı. Kimileri ABD’nin Afganistan’da yenildiğini öne sürerken, başka bir yorum da, ABD’nin Afganistan’dan çekilişini bölgede istikrarsızlığın büyütülmesinin yeni bir adımı olduğunu söyledi. Biz bu iki yorumun da doğru olduğunu düşünüyoruz. ABD 2001’de Afganistan’ı işgal ederken ileri sürdüğü argüman terör örgütü olarak nitelendirdiği Taliban’ı yok etmekti. 20 yıl sonra bu hedefi gerçekleştiremediği gibi Afganistan’ı Taliban’a teslim etmesi bir yenilgidir. Ancak ABD’nin bu yirmi yıl içinde Afganistan’ın maddi zenginliklerini yağmaladığını, uzlaşarak çekildiğini ve Taliban’la ilişkileri Katar ve Türkiye üzerinden yürütmeye devam ettiğini unutmamak gerekiyor.
Öte yandan Taliban’ın iktidara gelmesi, bölgede Sünni İslam’a dayalı cihatçı örgütleri aktifleştirme potansiyeli taşıdığı için istikrarsızlığı daha da büyütecektir. ABD’nin çekilişinin ardından Çin ve Rusya’nın Taliban’la görüşme masasına oturmaları her iki devlet için bu kaygının ne ölçüde reel olduğunun göstergesidir. Taliban her iki devletle görüşmesinde topraklarında Tacikistan ve Çin’in Uygur bölgesindeki cihatçı ve ayrılıkçı örgütleri barındırmayacağı sözünü vermiş olsa da, ABD ile birlikte hareket eden Taliban’ın bu sözü ne ölçüde tutacağı es geçilemeyecek bir sorudur.
Asya’nın iki büyük devleti Rusya – Çin ilişkilerine gelince, Pakistan ve Hindistan Asya’da hem Rusya ve Çin, hem de ABD ile iyi ilişkileri olan nadir ülkelerdendir. Pakistan’la Hindistan arasında sınır sorunları yıllardır devam ediyor. Bu sorun Pakistan ile Hindistan arasında silahlanma yarışına yol açtığı gibi, iki devletin de farklı uluslararası ittifaklarda yer almasına neden oldu. Sovyetler Birliği döneminde Pakistan ABD yanında, Hindistan ise ağırlıklı olarak Sovyetler Birliği yanında yer aldı. Ancak Pakistan’ın ABD ile olan ilişkileri Taliban’a verdiği destek nedeniyle önemli ölçüde gerilince Pakistan ile Çin ve Rusya arasındaki ilişkiler gelişmeye başladı. Ve Pakistan 2017’de önce gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye oldu.
Sovyet Birliğinin yıkılmasından sonra Hindistan’la olan ilişkileri Rusya devralarak sürdürdü. Ancak Hindistan bu dönemde Çin’le olan sınır sorunları nedeniyle ABD ile ilişkilerini geliştirmeye başladı. Hindistan 2007’de ABD, Japonya ve Avusturalya ile birlikte Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nda (QUAD) yer aldı. Dörtlü diyalog QUAD’in 2017 toplantısında Çin’in Pasifikte artan etkinliğine karşı işbirliğine yükseltildi. Bu işbirliği, Kasım 2020’de dörtlünün ilk kez bir araya gelerek düzenlediği Malabar tatbikatıyla pekiştirildi. Ancak Hindistan Rusya’yla ilişkisini sürdürmeye devam etti ve Çin’le sınır sorunları olmasına rağmen Pakistan’ı izleyerek aynı yıl Şanghay’a katıldı. Böylece her iki ülke de Çin- Rusya ile ABD ve müttefikleri arasında bir denge politikası izlemeye başladı. ABD Pasifikte Çin karşıtı cepheyi büyütmek için bölgedeki diğer ülkelerle yoğun bir ilişki içine girdi. Singapur’la üs anlaşmasını yenileyerek 2035’e kadar uzattı. Vietnam’la ilişkilerini geliştirdi, ABD donanma gemileri 1975’den sonra ilk kez Vietnam kıyılarında dolaşabildi. Endonezya ise ABD ve Çin arasında denge politikasında ısrarını sürdürüyor.
Latin Amerika: 2021’de ABD’nin arka bahçesi saydığı ve istediği zaman darbeler yaptığı Latin Amerika’da da bazı gelişmeler yaşandı. 2019’da bölgede yaşanan protestolar 20211’de iktidar değişimleriyle sonuçlandı. Ekvator ve El Salvador hariç seçimlerin yenilendiği ülkelerde (Şili, Peru, Honduras, Nikaragua, Bolivya) liberal solcu adaylar, ya da koalisyonlar iktidara geldi. Brezilya’da bu yıl yapılacak seçimleri önceki seçime mahkeme kararıyla katılımı engellenen Lula Da Silva’nın kazanması büyük olasılık.
Kolombiya’da, FARC’ın silah bırakmasından sonra koyu bir gericilik ve devlet terörü hakim oldu. FARC liderleri, sendikacılar katledildi. Bu gelişmelerin ardından silah bırakanların birçoğu yeniden silahlı mücadeleye döndü. Nisan 2021’de Hükümetin çıkarmaya çalıştığı yeni vergi yasasını protesto etmek için sendikaların çağrısıyla ulusal genel grev ilan edildi. İşçiler, öğrenciler ve muhaliflerin katıldığı gösteriler giderek büyüyerek başta başkent Bogota, Medellin ve Cali olmak üzere birçok ile sıçradı. Hükümet vergi reform tasarısını geri çekse de gösteriler aylarca devam etti. Polisin saldırılarında 20’den fazla gösterici öldürüldü. Binin üzerinde gösterici yaralandı.
ABD’nin kurduğu diktatörlük sisteminin yıkılmasından sonra Latin Amerika’da bir ucunda ABD’nin desteklediği, diğer ucunda liberal solun olduğu bir tahterevalli oluştu. Bu tahterevallide ABD yanlısı iktidarlar ile liberal sol iktidarlar birbirini izledi. Chavez önderliğinde Venezüella’nın bu tahterevalliyi kırma girişimi, dayandığı küçük burjuva ideolojisinin çıkmazında başarısız oldu. Chavez’in ölümünden sonra yapılan seçimlerde iktidarı Maduro devraldı. ABD, Gürcistan ve Ukrayna’da başarıyla denediği yöntemi (seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle sivil toplum ve özel kuvvetleri sokağa dökerek başlatılan darbe girişimi) tutmayınca Venezüella düşman devlet ilan edilerek ambargo altına alındı. Maduro ambargonun büyüttüğü yoksulluğu rağmen iktidarını halkta öfkeye dönüşen ABD karşıtlığını konsolide ederek sürdürdü. Maduro, Ağustos 2021’de karşıtlarıyla masaya oturdu. Meksika’da yapılan görüşmeler yaklaşan yerel seçimler nedeniyle kesintiye uğradı. ABD denetimindeki muhalefetin Maduro hükümetiyle görüşmesi ve yerel seçime katılacağını açıklaması ABD’nin Venezüella’da bir taktik değişikliğine gittiğine işaret ediyor. Yerel seçimde Maduro’nun Birleşik Sosyalist Partisi’nin 23 vilayetin 20’sini kazanması önümüzdeki dönemde ambargo yerine yeni bir taktiğin uygulanmasına geçileceğini gösteriyor.
Tatbikatlar Düellosu
2021 yılı eski ittifakların güçlendirildiği, yeni ittifakların kurulduğu ve ittifakların savaş hazırlığının yoğun ve yaygın tatbikatlarla pekiştirildiği bir yıl oldu. Doğal olarak tatbikatlar savaş olasılığının en yoğun olduğu bölgelerde, Doğu Avrupa, Doğu Akdeniz ve Pasifikte yoğunlaştı.
Bunlara katılan ülke ve asker sayısı, tatbikat alanının genişliği ve yeni nesil silahların kullanımı bakımından tatbikatların en büyüğü (son 25 yılın en büyük tatbikatı olarak nitelendirildi), şüphesiz ki kara, deniz, hava kuvvetlerini katılımıyla yapılan, merkez üssü Romanya olan Defender Europa adı verilen 2021 NATO- ABD tatbikatıydı.Tatbikata 26 NATO ülkesinin yanında Ukrayna ve Gürcistan katıldı.
ABD tatbikata Amerika’dan getirdiğine ek olarak, Almanya, Hollanda ve Belçika’daki üslerinden getirdiği askeri araç ve cephaneyle katıldı. ABD tatbikat başlamadan önce Yunanistan’la Dedeağaç’ta ortak bir tatbikat gerçekleştirdi.
2 Mayıs’ta başlayan tatbikat Haziran ortasına kadar sürdü. Tatbikat etaplar halinde Yunanistan, Arnavutluk, Bosna Hersek, Bulgaristan, Estonya, Almanya, Macaristan, Kosova, Karadağ, Kuzey Makedonya, Polonya, Romanya, Slovakya topraklarında gerçekleştirildi. Tatbikatın amacı, Karadeniz ve Balkanlarda meydana gelebilecek düşmanca faaliyetlere karşı ABD ordu ve donanmasının bölgeye süratle müdahalesinin sağlanması olarak açıklandı. Yani tatbikatın doğrudan hedefi düşman devlet olarak nitelenen Rusya’ydı. Rusya’nın Batı’dan ve Karadeniz’den kuşatma altına alınarak bertaraf edilmesiydi. ABD’nin 28 Mayısta Steadfast Defender 21 adıyla Alaska kıyılarında bir tatbikat düzenlemesi de Rusya’nın iki taraflı bir kuşatma altına alınacağını gösteriyordu. NATO’nun Haziran 2021’de 16 NATO üyesinin katılımıyla Baltık denizinde düzenlediği tatbikat da Rusya’nın kuzeyden kuşatılmasına yönelikti. Rusya Defender Europa 2021 tatbikatına karşı Belarus’la birlikte Kırım’da bir tatbikat düzenleyerek cevap verdi.
ABD’nin Batı Karadeniz’deki ülkelerde yeni üsler kurması ve askeri yığınak yapması da bu hedefle bağlantılıdır. ABD Ekim 2020’de askeri işbirliği anlaşması imzalayarak Bulgaristan’da dört üs kurdu. Aynı şekilde Romanya’da bir üs kurdu ve Romanya’ya ait üç üsse yerleşti. NATO füze savunma sistemini aktifleştirdi. Doğu Akdeniz’deki Rus deniz gücüne karşı Yunanistan, Dedeağaç’ta diniz üssü kurdu ve Girit’te birden fazla üs elde etti.
Bu tatbikatlar sırasında yıllardır konuşulan Montrö anlaşması yeniden gündeme getirildi. NATO genel sekreteri açıkça Montrö’den söz etmeden Baltık ve Karadeniz bölgesinin NATO için stratejik öneme sahip olduğunu söyledi. Bunun anlamı Karadeniz’e kıyısı olup NATO üyesi olmayan iki ülkenin, Ukrayna ve Gürcistan’ın (bu hedef NATO’nun Haziran 2021 zirvesi bildirgesinde açıkça dile getirildi.) NATO’ya alınması, Karadeniz’in bir ABD üssü haline getirilmesi, Rusya’nın küçültülerek uluslararası bir güç olmaktan çıkarılmasıdır.
NATO genel sekreterinin bu söylemine, Rusya Montrö’nün alternatifi olmadığını belirterek Montrö’nun sözleşme hükümlerine; Boğazlardan geçişte maksimum tonaj sınırlaması, Karadeniz’de sınırı olmayan ülkelere ait savaş gemilerin bulunma süreleri dahil sözleşme hükümlerine uyulmasını istedive bunu izlediklerini açıkladı.
ABD Haziran’da Pasifikte Japonya ile birlikte, Temmuz başında Avusturya, Japonya, Güney Kore ile, Temmuz sonunda Kanada, Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda, İngiltere ve Avusturalya’nın katılımıyla Çin’i hedef alan üç tatbikat düzenledi. Ağustos 2021’de ise Hint Pasifik denizinde ABD, İngiltere, Avusturalya ve Japonya’nın katıldığı büyük ölçekli yeni bir tatbikat yapıldı. Tatbikatın amacı, bölgesel istikrarın sağlanması, kurallara dayalı uluslararası düzeni güçlendirmek, özgürlüğe dayalı Hint – Pasifik bölgesi yaratmak (kastedilen Çin’di) olarak açıklandı. Tatbikatın bir etabına Hindistan da katıldı. Bu sırada İngiltere ve Almanya Güney Çin denizine savaş gemilerini göndererek bir anlamda tatbikatlara destek verdi.
2021 yılının en son NATO Toxic Trip tatbikatı, Kasım 2021’de Antalya’da yapıldı. Tatbikata, Almanya Belçika, ABD, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İtalya ve Türkiye katıldı. Üç NATO dışı ülkenin, Güney Kore, Katar ve Sırbistan’ın katıldığı tatbikatta gündem Nükleer ve Biyolojik silahlara karşı işbirliğinin artırılmasıydı.
NATO ve ABD’nin Rusya ve Çin’i hedef alan bu tatbikatlarına karşın, Rusya ve Çin’in düzenlediği tatbikatlar, hem sayı, hem katılan ülkeler, hem de nitelik olarak çok daha zayıftı. Rusya ve Çin biri Ağustos 2021’de Çin’in batısındaki Ningxla Hui özerk bölgesinde, diğeri Ekim’de Çin Denizinde olmak üzere iki ortak tatbikat düzenledi. Rusya Belarus’la birlikte Ocak ve Eylül 2021 ve Şubat 2022’de üç tatbikat yaptı.
Bunlara ek olarak 2021’in sonbaharı ve 2022’nin başı karşıt emperyalist devletlerin üçüncü devletlerle yoğun görüşme trafiğine sahne oldu. Çin’in diplomasi trafiğinde Ortadoğu ve Afrika ülkeleri öne çıkarken, Rusya ağırlığı Ortadoğu ve Asya’ya verdi. İngiltere ve ABD’nin görüşme trafiğinde ise Ortadoğu, Batı ve Doğu Avrupa ülkeleri baş sıradaydı. Ayrıca ABD ve Rusya, uluslararası alanda ön plana çıkan Ukrayna sorunuyla ilgili sonuçsuz kalan bir dizi görüşme yaptı.
Son bir yılda tanık olunan gelişmeler, silahlanma, ittifaklar ve tatbikatlar, yeni bir emperyalist savaş hazırlığının olanca hızıyla sürdüğünün öncü göstergeleriydi.
(1)Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü. Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan Belarus ve Ermenistan in katılımıyla Ekim 2002’de kuruldu. Anlaşmanın önemli maddelerinden biri, KGAÖ’ye üye ülkelerin herhangi başka bir ittifaka üye olamayacağı, bir diğeri de bu ülkelerden herhangi biri bir saldırıya uğrarsa tüm ülkelere yapılmış gibi kabul edileceği ve birlikte tepki verileceğiydi. 2010’da Ukrayna devlet başkanı seçilen Viktor Yanukoviç KGAÖ’ye katılacağını açıklamıştı. 2013 yılında Batı’nın organize ettiği bir darbeyle görevden uzaklaştırıldı.
Emperyalist Savaşa Bir Adım Daha
24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna topraklarına girmesi, özellikle 2000’li yıllardan sonra AB, ABD – NATO ile yaşanan bir dizi gelişmenin çıkar çatışmalarının ardından gerçekleşti.
Ukrayna, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Sovyetler Birliği’ni oluşturan diğer cumhuriyetlerle birlikte bağımsızlığını kazandı. Bu tarihten itibaren başta Ukrayna ve Gürcistan olmak üzere bağımsızlığını ilan eden cumhuriyetler AB, ABD- İngiltere ve NATO’nun yoğun faaliyetlerine sahne oldu. 1991-2000 yılları arasında Rusya Federasyonu yaşanan etnik çatışmalar, yağmalar, ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle uluslararası bir güç olma özelliğini kaybetmiş gibiydi. Bu durum Putin’in 2000’de iktidara gelmesiyle değişmeye başladı. Rusya yeniden güçlenerek eski Rus toprakları üzerinde nüfuzunu artırmaya başladı. Asya’da Çin ve Hindistan’la ilişkilerini geliştirerek uluslararası bir güç olma yolunda ilerledi. Bu durum ABD ve İngiltere’nin Rusya’ya karşı adım adım geliştirilen kuşatma faaliyetlerini hızlandırdı. Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkeleri paylaşım masasının menüsü yapıldığı bu süreçte, Yugoslavya yedi, Çekoslovakya iki devlete bölündü, Kosova ve Kuzey Makedonya’da ayrı devletler kuruldu. 2004 ve 2013 yılları arasında Arnavutluk, Bosna Hersek, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Sırbistan hariç diğer bütün Balkan ve Baltık ülkeleri AB’nin ekonomik, Ukrayna ve Sırbistan hariç Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkelerinin hepsi ise NATO vasıtasıyla ABD’nin siyasi nüfuz alanına dahil edildi. Başlangıçta Rusya bu faaliyetlere kaşı diplomatik protestolar dışında etkili bir tepki gösteremedi. Sıra Gürcistan ve Ukrayna’nın AB ve NATO’ya alınmasına gelince, Rusya’nın tepkisinin niteliği ve boyutu değişti.
Ukrayna’nın Rusya için önemi esas olarak Karadeniz’le ilgilidir. Rusya, Kuzey Batı’da Baltık denizine açılan küçük bir pencere dışında, Kuzey Buz Denizi’yle (Arktik okyanusu) uluslararası denizlere açılabilmektedir. Kuzey Buz Denizi’nin buzlanma nedeniyle yılın büyük bir kısmı ulaşıma kapalı oluşu dikkate alındığında Rusya’nın hem ticari gemileri hem de donanmasının uluslararası denizlere açılan en önemli kapısı Karadeniz ve Boğazlardır. Kırım Karadeniz’deki Rus donanmasının en önemli üssüdür. Sovyetler Birliği yıkılıp cumhuriyetler bağımsızlığını kazanınca Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında yapılan bir anlaşmayla, kira karşılığında Rus donanmasının Kırım’da kalması sağlanmıştı.
Karadeniz’in Doğu ucunda bulunan Gürcistan ve Batısındaki Ukrayna’nın NATO’ya girmesi Karadeniz’in fiilen Rusya’ya kapatılması, daha da önemlisi Rusya’nın uluslararası bir güç olmaktan çıkartılarak, bir kara parçasına sıkıştırılması demektir. Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya alınmasına gösterdiği tepkinin büyüklüğünü de belirleyen bu durumdur.
2003’te Gürcistan’da yapılan seçimi Şevardnadze’nin kazanmasının ardından Soros Vakfı tarafından finanse edilen NATO planı devreye sokuldu. Seçime hile karıştırıldığı bahanesiyle daha önceden örgütlenen güçler, her meslekten tanınmış kişilerin içinde yer aldığı sivil toplum örgütleri, devşirilen medya ve paramiliter güçler devreye sokularak darbe gerçekleştirildi. 2004’de yenilenen seçimleri ABD vatandaşı Saakaşvili kazandı. Yeni Gürcistan hükümeti; Acaristan, Güney Osetya ve Abhazya’nın özerkliklerini kaldırdı. Rusya’dan Gürcistan’daki üslerini kapatması istendi. Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını ilan etmesi ve bu iki ülkeye Gürcistan’ın müdahalesi Rusya’nın sahaya inmesiyle sonuçlandı. Rusya Gürcistan’ın müdahalesini kullanarak Gürcistan topraklarına girdi. Güney Osetya ve Abhazya fiilen Rusya’ya bağlandı.
Gürcistan’da uygulanan bu ABD-NATO planı 2004 ve 2014’te Ukrayna’da uygulandı. 2010 da yapılan seçimi Rusya’ya yakınlığıyla bilinen Viktor Yanukoviç kazandı. Yanukoviç 2013’de AB ile yapılmış olan ortaklık anlaşmasını imzalamayı reddedince Gürcistan’da uygulanan plan devreye sokuldu. Yanukoviç Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı. 2014’de yapılan seçimde ABD ve AB yanlısı Viktor Yuşçenko iktidara geldi. Yuşçenko Kırım ve Donbass bölgelerinin özerkliğini ortadan kaldırdı. Rusya’dan Kırım’daki donanma üssünü boşaltması istedi. Ukrayna devlet aygıtının önemli bir parçası haline getirilen, çoğunlukla Batı Ukrayna’da yaşayan Leh (Polonyalı) kökenlilerden oluşturulan aşırı milliyetçi paramiliter güçler (bunlar II. Dünya Savaşı’nda da Nazilerin Ukrayna’yı işgal etmesi ve 5 milyon Ukraynalının öldürülmesinde önemli roller üstlenmişlerdi.) Rusların yoğun olarak yaşadıkları, Kırım, Odessa, Kharkiv, Donetsk, Lugansk gibi kentlerde etnik temizlik olarak nitelenebilecek katliamlara yapmaya başladı.
Ukrayna’nın doğrudan AB ve ABD’nin egemenliği altına girmesi anlamına gelen bu operasyonlara Rusya Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan eden Kırım’ı ilhak ederek cevap verdi. Ardından Rusya’nın silah ve askeri personel yardımıyla Donetsk ve Lugansk’ta bağımsızlık hedefiyle başlayan ayaklanmalar sonucunda Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri (Novorossiya Federal Devleti) kuruldu. Ukrayna Ordusuyla, Rus bağımsızlıkçılar arasındaki bu savaş Şubat 2015’te yapılan bir ateşkesle geçici bir sonuca bağlansa da Ukrayna hükümeti yakaladığı her fırsatta bu bağımsız cumhuriyetleri boğmaya çalıştı.
2015’den 2021 sonuna kadarki sürede NATO Ukrayna ve Doğu Avrupa’daki üyelerini silahlandırdı. ABD ve İngiltere Ukrayna ile askeri anlaşmalar imzaladı. Ukrayna ordusunun savaşa hazırlanması için Ukrayna’nın Polonya sınırında üsler kuruldu. Bu faaliyetlere Türkiye İHA ve SİHA’larla katıldı. Ukrayna’da bir SİHA üssü kurdu. Türkiye ile Ukrayna arasında birçok askeri ve ekonomik anlaşma imzalandı. Bunların en önemlilerinden biri SİHA motorlarının Ukrayna’dan teminiydi.
2018’de Poroşenko’nun Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Ukrayna’da Ruslara yönelik saldırılar daha da şiddetlendi. Rusların yoğun yaşadığı on bölgede 30 gün süreli sıkıyönetim ilan edildi, tehlikeli addedilen Rusların evleri arandı. Milis örgütleri kuracakları gerekçesiyle 16- 60 yaş arası Rusların Ukrayna’ya girişi yasaklandı. Cumhurbaşkanı Poroşenko ve hükümeti, Ukrayna’da Rus adına ne varsa silmeye başladı. Silinen bir anlamda Ukrayna tarihiydi. Rusça eğitim kaldırıldı, sokakta bile Rusça konuşanlara baskı yapıldı. Ukrayna kilisesi tarih boyunca bağlı olduğu Rus Ortodoks Kilisesi’nden bağımsızlaştırıldı. Poroşenko Ekim 2018’de Fener Rum Patriği Bartholomeos’la görüşerek Ukrayna kilisesinin Rus Ortodoks kilisesinden ayrılmasını içeren bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmanın ardından Ukrayna’nın üç kilisesinden din adamları Aralık 2018’de bir araya gelerek Ukrayna kilisesinin bağımsızlığını ilan etti. Bartholomeos Ukrayna kilisesinin bağımsızlığını tanıdığını açıkladı. Poroşenko kilisenin bağımsızlığını, Ukrayna’nın Rusya’dan nihai bağımsızlığını elde ettiği gün, Moskova Patrik’siz ve Putin’siz bir Ukrayna olarak kutladı. Rus Ortodoks Kilisesi Ukrayna kilisesinin bağımsızlık ilanının yok hükmünde olduğunu açıkladı. Böylece Ukrayna üzerinde ABD ile Rusya arasında süren egemenlik savaşına dinsel bir boyut da eklendi. Türkiye, Ukrayna ile ticari ve askeri ilişkilerini geliştirmek adına Fener Patrikhane’sinin Ukrayna kilisesinin bağımsızlığını tanımasına sessiz kalarak Barteholomeos’un Ekümenik iddiasına destek vermiş oldu. Gerek Donbass bölgesinde kurulduğu ilan edilen halk cumhuriyetlerine ve gerekse Rus vatandaşlarına yönelik baskı ve saldırılar artarak sürdü.
Ukrayna hükümeti Rus etnisitesine karşı bu baskıları uygularken ABD, AB ve NATO hem Doğu Avrupa’daki AB ve NATO üyesi devletlere askeri yığınağı artırarak, hem de Ukrayna içinde özel birlikler kurup eğiterek faaliyetlerini sürdürdü.
Haziran 2021 NATO zirvesinde Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üyelik kararı yenilendi. Rusya ABD ve NATO’dan Ukrayna’nın silahlandırılmayacağı ve NATO’ya alınmayacağına ilişkin yazılı taahhüt istedi. Rusya Dışişleri bakanı Lavrov’la ABD dışişleri bakanı Blinken arasında NATO planı üzerinde bir dizi görüşme yapıldı. Görüşmelerden bir sonuç alınamayınca Rusya 24 Şubat 2022’de Ukrayna topraklarına girdi.
Rusya Ukrayna’daki hedeflerini, Batı yanlısı hükümetin devrilmesi, paralı askerlerin (faşistler) ülkeden çıkartılması, Kırım’ın Rus toprağı olarak kabul edilmesi, Donbass’ın bağımsızlığının tanınması olarak ilan etti. Savaşın seyrine göre bu taleplere yenileri eklenip çıkarıldı.
ABD, AB ve NATO savaş başlamadan önce Ukrayna hükümetine verdikleri bütün sözleri unutarak, savaşa doğrudan müdahale ederlerse bunun nükleer bir savaşa, bir dünya savaşına dönüşmesi anlamına geleceğini (Putin böyle bir tehdidi savaşın ikinci gününde dile getirdi.) ileri sürerek savaşın dışında kalma kararı aldılar. Ukrayna’ya desteklerini savaş öncesinde olduğu biçimde askeri malzeme ve özel eğitilmiş gruplarla sürdürdüler. Rusya’ya karşı ağır bir yaptırım programı uygulanmaya sokuldu. Rusya uluslararası para dolaşım sisteminden çıkartıldı. Batılı bankalara ait kredi kartlarının Rusya’da kullanımı yasaklandı. ABD ve İngiltere Rusya’dan petrol ve doğalgaz alımını durdurdu. Almanya, finansörleri Alman şirketleri olan ve hiç bir pratik önemi olmayan Kuzey Akım II boru hattı projesini durdurduğunu açıkladı. Kuzey Akım I ise gaz taşımaya devam etti. Doğalgazda Rusya’ya bağımlı olan AB bu yaptırımın dışında kaldı. Avrupa ve ABD’de yaşayan zengin (oligark) Rusların malvarlıkları donduruldu, pek çok ülke hava sahasını Rusya’ya kapattı vb. Uygulanan bu yaptırımların Rusya’yı savaştan alıkoymayacağı açıktır. Avrupa’da Almanya başta olmak üzere birçok ülkenin şirketlerinin Rusya’da faaliyette olduğu düşünüldüğünde uygulanan ambargolar, uzun vadede yaptırımcıların kendi ekonomilerini de etkileyecektir. ABD bir yandan Rusya’ya ağır yaptırımlar uygularken Çin’i de tehdit etmeye devam etti. Çin’in yaptırımlara uymaması halinde ağır bir bedel ödeyeceği belirtildi.
BM genel toplantısında yapılan oylama Rusya’nın zannedildiği kadar yalnızlaştırılamadığını ortaya koyuyor. Rusya’yı kınayan ve Ukrayna’dan çekilmesini öngören tasarıya Suriye, Demokratik Kore Cumhuriyeti, Eritre, Belarus red, Afrika’da 17 ülke (Angola, Cezayir, Güney Sudan, Burundi, Kamerun, Etiyopya, Yemen, Güney Afrika, Orta Afrika, Mozambik, Mali, Zimbabve vb), Latin Amerika’da Ekvator Ginesi, Bolivya, El Salvador, Küba, Nikaragua, Asya’da Bangladeş, Çin, Vietnam, Hindistan, Tacikistan, Moğolistan, Ermenistan, İran, Srilanka, Irak, Kırgızistan çekimser oy kullandı, Kazakistan, Özbekistan, Kamerun, Fas, Togo Venezüella oylamaya katılmadı.
Savaşın nasıl sonuçlanacağını şimdiden tespit etmek mümkün değil, Birçok olasılık ileri sürülebilir, Savaşın Ukrayna’nın tümden işgal edilmesine varması en uzak ihtimallerden biridir. Bir diğer ihtimal Ukrayna’nın doğusunun (bağımsız Donbass devleti statüsü altında) Rusya tarafından ilhak edilmesi, Karadeniz’le ilişkisinin kesilerek Ukrayna’nın küçük bir kara devletine dönüştürülmesidir. Bu ve benzeri olasılıklardan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin sonuçta Ukrayna bir daha savaştan önceki statüsüne sahip olamayacaktır.
Rusya’nın Ukrayna’ya dayattığı bu savaşın Ukrayna dışında çok daha önemli boyutu ise, zaten içinden geçilen emperyalist bir paylaşım savaşının geri dönülemez bir sürece dönüştüğüdür. Emperyalist güçler arasında varılabilecek bir ateşkes ya da bir barış bu süreci geri çeviremez. Süreci geri çevirecek tek güç dünya işçi sınıfının ayağa kalkması ve kapitalizmi hak ettiği yere, Asarı Atika müzesine kaldırıp atmasıdır.
Emperyalist devletlerarasında mevcut güç dengesini köklü bir biçimde değiştirecek olan bu savaşı, birkaç başlık altında özetlemek mümkündür:
– Bu savaş Rusya’nın doğrudan, ABD’nin dolaylı olarak içinde yer aldığı emperyalist bir savaştır. Ukrayna’nın ABD ve NATO tarafından kışkırtılması, Ukrayna topraklarında ABD’nin üsleri ve silahlarıyla yerleşmiş olması, Ukrayna’nın Rus etnisitesine karşı soykırım benzeri uygulamaları, savaşın bu emperyalist niteliğinin bir parçasıdır ve hiçbir biçimde onun niteliğini değiştirmez. Bu savaş kimilerinin zannettiği gibi ne Rusya’nın ABD karşısında bağımsızlığını korumak için giriştiği bir savaş ve de Ukrayna’nın bağımsızlığı için yürüttüğü bir “ulusal kurtuluş savaşıdır.
– Savaşın Rusya’nın öngördüğü biçimde sonuçlanması, Rusya’nın dünya dengeleri içindeki konumunu güçlendirecek, ABD hegemonyasının gerileme sürecini hızlandıracaktır. Tersi durumda Rusya’nın hem dünya dengeleri içindeki yeri ciddi bir darbe alacak hem de Orta Asya’daki konumu zayıflayacaktır. Her iki durumda da emperyalist bir dünya savaşı olasılığı güçlenecektir.
Savaş kısa vadede ABD ve NATO etrafında bir güç birikimine yol açsa da bu güç birikiminin uzun sürmesi beklenemez. Almanya’nın savaşın hemen başında savunma bütçesini yüz milyar Euro artıracağını açıklaması, Avrupa’da ekonomiden sonra askeri bir gücün sıyrılmakta olduğunu gösteriyor. Bu çıkışıyla Almanya II. Savaş sonrasında ayağına takılan prangalardan birini daha kırarak dünya siyaset sahnesine dönüşün ikinci büyük adımını atmıştır. Savaşın hemen ardından açıklanan Avrupa’nın savunma ve güvenliği doktrini ( Stratejik Pusula) AB’nin 2030 yılına kadar savunma ve güvenlik konusunda atacağı adımları öngörüyor. Bu karar daha önce alınan Avrupa ordusu kurma kararının güçlendirilmiş ileri bir adımıdır.
– Savaş bir kez daha ulusal sorunun özgür uluslaşmanın olduğu kadar emperyalist paylaşımın da bir aracı olarak kullanıldığını doğrulamaktadır. Yugoslavya, Çekoslovakya, Irak, Suriye, Yemen, Libya bu durumun yakın örnekleridir. Bugün Ukrayna’da Rusya’nın müdahalesini Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetlerinin korunması argümanına dayandırması bu örneklerden farklı değildir. Özerklikleri ortadan kaldırılan Donbass’ta halkın bağımsızlık istemiyle savaşması ve bu savaşın herhangi bir ülke tarafından desteklenmesiyle bu bölgenin ilhak edilmesi bir ve aynı şey değildir.
– 2000’li yıllardan itibaren savaş stratejisinde önemli sayılabilecek değişiklikler oldu. Ulus devletlerin kurulmasıyla birlikte geri plana düşen eski savaş tarz ve yöntemleri (Lejyonerlik) farklı bir formatta yeniden geri geldi. Artık emperyalist devletler savaşları tek başına kendi ordularıyla değil, özel şirketler tarafından parayla devşirilmiş, eğitilmiş profesyonel ölüm mangalarıyla yürütüyor. Ülke içinde devlet aygıtına eklemlenen mafyatik örgütlenmeleri eliyle yürütülen operasyonlar, ülke dışında bu özel şirket örgütlenmeleriyle yürütülüyor. Rusya’da Wagner, ABD’de Blackwater bu yapılanmanın en bilindik örnekleridir. Bu yöntem emperyalist devletlere uluslararası savaş hukukunun kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulmanın yolunu açıyor. İnsan hakları ihlalleri sorumluluğu ve savaşta yaşanan ölümlerin halkta yol açacağı tepkilerden kurtarıyor. 1990 sonrasındaki savaşlarda, Yugoslavya, Suriye, Libya vb. yerlerde kullanılan bu yöntem bugün Ukrayna’da kullanılıyor.
– Dünya kapitalist ekonomisi 2021’in ortalarından itibaren stagflasyonla (stagflasyon – enflasyonla ekonomik durgunluğun, başka bir deyişle işsizliğin birlikte artması) krizin yeni bir evresine girmişti. Savaşın enerji, emtia ve gıda fiyatlarında yol açtığı aşırı yükselişle stagflasyon daha da derinleşecektir. Krizin bu aşamasında gündemde olan yalnız şirket ve banka iflasları değil, bunların çok ötesinde ülkelerin iflaslarıdır. Bu süreçte özellikle “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılan birçok ülke iflasla karşı karşıya kalacaktır.
– Krizin keskinleşmesi ABD ve AB’nin Rusya’ya uygulamaya başladığı yaptırımların etkisini ve süresini etkileyecektir. Rusya’ya uygulanan yaptırımlar bir süre sonra bumerang etkisiyle geri dönecektir. ABD, yaptırımların etkisini artırmak için bir yandan AB’yi doğalgaz ve petrol yaptırımlarına dahil olmaya zorlarken, diğer taraftan AB ülkelerinin doğalgaz ve petrolde Rusya’ya olan bağımlılıklarını azaltmanın yollarını arıyor. Bunun için dün düşman ilan ettiği ülkeler, İran ve Venezüella ile görüşüyor. İran’la yapılan nükleer görüşme son aşamasında Rusya’nın anlaşmaya şerh koymasıyla kesilmişti. Rusya ABD’den, yapılacak anlaşmanın İran Rusya ilişkilerinde herhangi bir soruna yol açmayacağını garanti edecek yazılı bir taahhüt istemişti. Bu taahhüt 14 Mart’ta, yani Ukrayna savaşı devam ederken verildi. Böylece ambargonun kalkması ile İran petrolünün batıya taşınmasında sorunlar ortadan kalkmış oldu. Venezüella ile görüşmeler ise sürüyor.
– Savaşın büyüttüğü kriz toplumsal hareketleri de hızlandıracaktır. Ancak bu süreç doğrusal bir orantıya sahip değildir. Özellikle enerji ve gıda fiyatlarındaki artış, işçi ve emekçilerde biriken öfkenin dışa taşmasına yol açacak bir potansiyeli içinde taşırken, burjuva iktidarlar için de, krizi savaşa bağlamak gibi “ikna edici” bir çıkış kapısı da açmaktadır. Milliyetçilik ve Şovenizm ’in köpürtülmesinin koşullarını büyüten savaş, kısa vadede kitleleri zehirleyerek sermayenin manevra kabiliyetini de artırmaktadır.
– Rusya bugüne kadar hiçbir devlete uygulanmamış olan yaptırımlara muhatap olmuştur. Bu savaş ABD’nin hegemonyasına karşı direnenleri dize getirmek için bir silah olarak kullandığı kurumların (İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Dolara dayalı ödeme sisteminin) ve yaptırım gücünün de test edilmesini sağlayacaktır. Rusya’nın uluslararası ödeme sisteminden çıkartılmasının uluslararası arenada dolara dayalı ödeme sisteminin sorgulanması sürecini daha da güçlendirmesi kaçınılmazdır.
Bunun, Çin’in kurduğu, Rusya ve birkaç ülkede uygulama alanı bulan ödeme sisteminin geleceğini nasıl etkileyeceği önümüzdeki dönemin önemli sorularından biridir.
– Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü savaşla birlikte göçmen sorunu da, ama bu kez farklı bir boyutta, yeniden gündeme geldi. Bu konuda ilk göze çarpan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan savaştan kaçanlara uygulananla, Ukrayna’dan kaçanlara uygulananlar arasındaki bariz farktır. Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan bin bir zorlukla ölümü göze alıp Avrupa’ya göçmeye çalışanlar büyük çoğunluğuyla ülke sınırlarından içeri alınmadı, bir kısmı denizlerde ölüme terkedildi, bir kısmı birikimlerine el koyan insan tacirlerinin insafına bırakıldı. Tel örgülü sınırlardan geçebilenler ise insanca yaşamın minimum kriterlerinin bile olmadığı kamplarda yaşamak zorunda bırakıldı. Ukrayna’da savaştan kaçan kadın ve çocuklar Polonya ve Romanya sınırına kadar otobüslerle, trenlerle taşındı. Burada eleştirilen, Ukrayna’dan kaçanlara yapılan nispi insanca muamele değil, Ortadoğu ve Afrika’dan kaçanlara yapılmayanlardır. Nispi insanca muamele dememizin nedeni Romanya ve Polonya sınır kapılarında yapılanlardır. Kadın ve çocuklar sınır kapılarında günlerce bekletildiler, birçok ülke göçmenlere vize uygulamasını sürdürdü. İki göçmen grubuna uygulananlar arasındaki bariz fark, ‘insanlar eşittir, ama Avrupalılar medeni oldukları için daha eşittir’ , Batı bakış açısının dışa vurumudur.
– Göçmenler konusunda ortaya konulan bu tutumun çok daha ileri boyutlardakini uygulanan psikolojik savaş yöntemlerinde ve dezenformasyonda görüyoruz. Ortaçağdan beri Avrupa’da genetikleşmiş Rus fobisi savaşın başlamasının hemen ardından su yüzüne çıktı. Rus olan her şey reddedildi. Rusya, spor, kültür, sanat organizasyonlarından dışlandı, Avrupa’da yaşayan, çalışan Ruslar Rusya’yı kınamadıkları için işten atıldı. Rus klasikleri (sonradan geri alınsa da) yasaklandı. ABD’li birçok Fast-Food firması Rusya’daki şubelerini kapattı vb. vb. … Irkçılık öyle boyutlara taşındı ki, Rus kedilerini bile kapsadı. Dünya Kedi Federasyonu Rus kedilerine ambargo koydu. Rus medyasına sansür uygulandı. Sanal medya (Twitter, WhatsApp vb.) Rus kullanıcılarına engeller koydu. Batı kaynaklı ve Ukrayna’yı destekleyen tek taraflı bir medyayla savaş haberleri, resimler, yorumlar dünyaya servis edildi. Aynı günlerde Yemen’de bombalanan, açlıkla yüz yüze olan siviller ve çocuklar her zaman olduğu gibi görmezlikten gelindi.
– Savaş netleşen ittifakların karşılıklı olarak konsolidasyonunu ileri bir boyuta taşıdı. ABD’nin Avrupa’daki konumunu güçlendirdi. ABD’nin asıl hedefi olan Çin bu savaşta hem güçlerinin tahkimi için önemli bir mola kazandı, hem de Rusya üzerindeki etkisini sağlamlaştırdı.
– Büyüyen kriz ve yaklaşan emperyalist paylaşım savaşının mevcut toplumsal dengeleri altüst etmesi ve dünya işçi sınıfını derinden sarsması kaçınılmazdır. Bu sarsıntının gücü kendiliğinden patlamaların etkinliği, yaygınlığı ve devrimci öznenin bu patlamalara müdahalesinin çapıyla belirlenecektir. Tarihin bu kesitinde zaman, adım adım dünya çapında bir altüst oluşun nesnel koşullarını olgunlaştırırken, buna müdahale edecek işçi sınıfı ve komünist hareket henüz tarih sahnesinde bağımsız bir güç olarak yerini alamamanın sancılarını yaşıyor. Bütün dünyanın burjuvaları işçi sınıfına her gün, her saat düşmanın dışarda olduğunu anlatıyor. Bu söylemin etkili olmayacağını sanmak büyük bir aymazlıktır. Şimdi işçi sınıfına düşmanın dışarda değil, içerde, kendi kan emicilerinin olduğunu anlatacak hareket ettirici gür bir sese ihtiyaç var. İhtiyaç duyulan bundan 175 yıl önce ortaya konuldu. Yeniden keşfetmemiz gerekmiyor. Gerekli olan, unutulan / unutturulanı hatırlamak / hatırlatmak ve yeniden örgütlemektir. Dünyanın emperyalist savaş ve devrimci bir altüst oluşun eşiğinde olduğu bugün komünistlerin önündeki en büyük görev, devrimci hazırlık görevidir; yani işçi sınıfının çoğunluğunun kazanılması için sağlam ve disiplinli bir komünist önderliğin yaratılmasıdır.
Rusya Ukrayna ve Türkiye –Taraflı Tarafsızlık
ABD, NATO, AB ve Rusya arasında Ukrayna sorununun keskin bir çatışmaya dönüşmeye başlamasından bu yana Türkiye bu çatışmada taraflı bir “tarafsızlık” politikası izledi. Bu pozisyonunu zor da olsa bugün de sürdürmeye çalışıyor. Türk devletini bu pozisyona zorlayan nedenler, bölgede izlediği dış politika ve ekonomik ilişkileri tarafından belirleniyor.
Türkiye Suriye’de mevcut konumunu ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak sürdürüyor. Suriye’de Türk devletinin Rusya ve ABD ile zaman zaman birlikte hareket etmesi, zaman zaman da karşı karşıya gelmesinin temelinde Kürt sorunu vardır. Bugün Kuzey Suriye’de iki işgal bölgesine sahip olması Türkiye’nin Rusya ve ABD arasındaki çatışmadan yararlanmasının (geçici de olsa) bir sonucudur. Türkiye bu çelişkiden yararlanarak Kuzeydoğu Suriye’de Kürtlere karşı saldırılarını aralıklı da olsa sürdürüyor.
Savaş denkleminde bir yer tuttuğu Libya’da Türkiye ABD ile birlikte Rusya’nın karşısında konumlanmıştır. Doğu Akdeniz’de ise ABD ve AB Yunanistan’dan yana bir tavır almış durumdadır. Türkiye’nin bugün Ukrayna ‘da takındığı tutum, Rusya ile ABD arasında sıkışan dış politikasının bir devamıdır.
Kırım ’ın Rusya tarafından ilhakıyla emperyalist devletler ABD ve Rusya arasındaki gerilim bir üst aşamaya yükseldiğinde, Türkiye bir yandan işgali kınarken, diğer yandan Rusya’yla ilişkilerini yumuşatmanın yollarını aradı. ABD’nin Rusya’ya uygulamaya başladığı ambargodan uzak durdu.
Türkiye’nin, ABD’nin Rusya’ya karşı uyguladığı ambargodan uzak durmasının bir başka nedeni ise Türkiye’nin Rusya’yla olan ekonomik ilişkileridir. Türkiye enerjide Rusya’ya bağımlı durumda; doğalgaz ve petrolün önemli bir bölümünü Rusya’dan alıyor. Rusya Akkuyu’da nükleer santral inşa ediyor.Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığı enerji ile sınırlı değil, Buğday, arpa, sıvı yağ gibi birçok tarımsal ürünü Rusya’dan ithal ediyor. Yaş sebze ve meyvede Rusya Türkiye’nin önemli bir ithalatçısı. Her yıl Türkiye’ye gelen turistlerin üçte birini Rus turistler oluşturuyor. İçinde bulunduğu derin ekonomik kriz dikkate alındığında Türkiye’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde kısa vadede tarafsız kalmasının bir seçim değil bir zorunluluk olduğu açıktır.
Türkiye bu zorunlu tarafsızlıkla ABD, AB ve NATO’nun aldığı birçok yaptırım kararına uymadı. Bütün Avrupa Rusya’ya hava sahasını kapatırken, Türkiye hava sahasını açık tuttu. Daha bir çok önleme katılmadı. Türkiye’nin , ABD ve NATO’nun yıllardır delmeye çalıştığı Montrö anlaşmasının ilgili maddelerini ( 19, 20, 21) uygulamaya koyacağını açıklaması bu taraflı tarafsızlığa gölge düşürmüyor. Tersine Rusya daha önce yaptığı açıklamalarda Türkiye’nin Montrö anlaşmasının savaş gemileriyle ilgili maddelerini uygulaması gerektiğini belirtmişti. Türkiye’nin Montrö’ye bağlı kalacağını açıklaması bu anlaşmayı pratikte pekiştirerek bir anlamda Montrö’yle ilgili tartışmaları sonlandırmıştır.
Türkiye bu “tarafsız” politikayla Kıbrıs Cumhuriyetinin aldığı Kuzey Kıbrıs’ı da kapsayan hava sahasını Rusya’ya kapatma kararını sineye çekti. Sineye çektiği başka bir gelişme ise Ukrayna’nın Karadeniz’e olan kıyısının savaş boyunca Rus ablukasında olması ve bu durumun savaştan sonra da devam etme olasılığıdır.
Öte yandan Türk devletinin Ukrayna’ya verdiği destek bir zorunluluk değil bir seçimdir. Bu destek sadece NATO üyesi olmaya dayanmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin bölgedeki hedefleriyle de bağlantılıdır. Türkiye ABD-İngiltere, NATO ile Rusya arasındaki gerginlikten yararlanarak Ukrayna ile ilişkilerini askeri ve ekonomik olarak geliştirdi. 2021 yılı içinde Ukrayna ile bir dizi askeri ve ekonomik anlaşma imzaladı. Ukrayna’da SİHA üssü kurdu, buna karşılık kendisine konulan ambargo nedeniyle elde edemediği SİHA ekipman ve motorlarını Ukrayna’dan karşıladı. Buğday ve sıvı yağ alım anlaşmaları imzalandı. Kültürel ilişkileri geliştirdi. Kendi egemenliğine vurulan bir darbe olmasına rağmen Ukrayna kilisesinin Fener Patriğine bağlanmasına ses çıkarmadı. Ukrayna Türk istihbaratının yerleşme ve operasyon merkezlerinden biri haline getirildi. Bu amaçla iş insanı, gazeteci, din adamı vb. kılığında yüzlerce istihbarat elamanı Ukrayna’ya yığıldı. Şimdi bu elemanlar savaşın seyri üzerinde etkide bulunuyor.
Türkiye’nin izlediği bu “taraflı tarafsızlık” politikasını daha ne kadar sürdürebileceği Rus işgalinin seyri tarafından belirlenecektir. Savaş ne kadar uzarsa ABD ve NATO’nun Türkiye üzerindeki baskısı da o kadar artacak ve izlediği tarafsızlık politikasında ısrar etmesi o ölçüde zorlaşacaktır. Türkiye tarafsızlık politikasında ısrar etmek, ya da bu politikadan vazgeçerek ABD ve NATO yaptırımlarına harfiyen uymak gibi iki seçenekle karşı karşıyadır. Bu iki seçeneğin ikisi de ciddi ekonomik ve politik sorunları barındırmaktadır. Savaş, derin bir stagflasyon içindeki ekonomi ile birlikte Türkiye’nin Suriye, Irak ve Libya’daki siyasi konumunu da etkileyecektir.
Türkiye savaş sırasında yoğun bir diplomasi trafiğine sahne oldu. Uzun bir süredir yolu Türkiye’den geçmeyen devlet heyetleri (İsrail, Ermenistan, Yunanistan, Almanya, Hollanda vb.) Ankara’yı ziyaret ettiler. Bu trafik sadece savaşta Türk devletinin oynamak istediği rolle sınırlı değildir. Özellikle Hollanda, Almanya ve Fransa’nın Rusya’da önemli yatırımları var. Bu yatırmalardanvazgeçmeleri mümkün değil, öte yandan Rusya’ya uygulanan ambargoları da kıramazlar. Rusya’ya uygulanan ambargolara belirli ölçüde uymayacağını açıklayan Türkiye, bu ülkelere ambargoyu delme fırsatı sunuyor. Türkiye bu rolü daha önce İran’a konulan ambargoyu delmekte oynamıştı. Erdoğan’dan hiç haz etmeyen Hollanda başbakanının Türkiye’ye gelerek Erdoğan’a övgüler düzmesinin altında böyle bir hesap yatıyor. Bu Erdoğan’ın da işine geliyor, ona içeride düşen dünya lideri imajını yeniden güçlendirme fırsatı sunuyor.
ABD’nin kısmi çekilmesiyle birlikte Ortadoğu İsrail eksenli bir politika öne çıkmaya başladı. İsrail’le Mısır arasındaki işbirliği Ürdün, BAE, Bahreyn’i kapsayacak biçimde genişledi. Arap coğrafyasında İhvan hareketinin Türkiye ile birlikte destekçisi olan Katar’ın etkisi azalırken BAE etkisi arttı. Kasım 2021’de BAE dışişleri bakanı Şam’ı ziyaret ederek Esad’la görüştü. Arap dünyasında Suriye politikasında keskin bir dönüşümün önemli sinyallerinden biri olan bu görüşme BAE’nin Ortadoğu’da artan rolüne işaret ediyor. Nitekim bu görüşmeden sonra BAE ile bölge ülkeleri ve Türkiye ilişkileri de gelişmeye başladı.
18 Mart 2022’de Suriye Devlet başkanı Esad, BAE veliaht prensiyle görüştü. Bu görüşme Esad’ın 2011’den bu yana bir Arap ülkesine yaptığı ilk ziyaretti. Veliaht prens görüşmede Suriye’nin Arap coğrafyasının güvenliğinde temel bir unsur olduğunu vurguladı ve yabancı güçlerin Suriye’den çekilmesi gerektiğini belirtti. ABD sözcüsü görüşmeyi Esad’ı meşrulaştıran bir girişim olarak nitelendirdi. Ayrıca BAE, BM’de Rusya aleyhine alınan kararda tarafsız kaldı. BAE ile ABD arasındaki F-35 sorunuyla ilgili olarak yaşanan gerginlik (ABD’nin, BAE’ye vermesi gereken F-35’leri vermeyi geciktirmesi) BAE’nin ABD’den uzaklaştığını göstermiyor. Gerginliğin nedeni ABD iç politikasındaki cumhuriyetçi –demokrat çatışması ve bu çatışmanın ABD dış politikasına yansımasıdır. Suudi Arabistan da ABD’yle Yemen sorunu ve Kaşıkçının öldürülmesi nedeniyle benzer bir sorun yaşıyor.
İsrail başbakanının Türkiye ziyareti bölgede İsrail eksenli ittifakın genişletilmesi, Türkiye’nin bu ittifak içindeki konumunun netleştirilmesiyle bağlantılıdır. İsrail başbakanı Türkiye’ye gelmeden önce 22 Mart 2022’de Mısır ve BAE ile üçlü bir görüşme yaptı. İsrail başbakanının bu üçlü görüşmenin ardından Türkiye’ye gelmesi, görüşmenin İran ve Irak’la ilgili olduğunu teyit etmektedir. Türkiye ve İran Irak’ta rekabet halinde. İran Şii partiler üzerinde otoritesini kullanarak El Sadr’ın katılacağı Sünni bir hükümet kurulmasını engellemeye çalışırken Türkiye de KDP’yi kullanarak sonuç almak için uğraşıyor. Kürdistan Özerk bölgesi MİT, MOSSAD ve CIA’nın merkezi üssü haline gelmiş durumda. MOSSAD’ın Erbil’deki Merkezini kullanarak İsrail Mart 2022’de İran’ın Drone üssünü vurdu, İran buna karşılık MOSSAD’ın Erbil’deki üssünü bombaladı.
Türkiye’nin de bölgede bir çok üssü var. Ayrıca Türkiye geçen aylarda Barzani hükümetiyle yeni bir doğalgaz boru anlaşması imzaladı. Bu hattın finansmanı için Mesut Barzani Katar’la görüştü. İşler yolunda giderken engel Bağdat’tan geldi. Irak Federal Mahkemesi Barzani’nin Türkiye’yle imzaladığı anlaşmayı anayasaya aykırı bularak iptal etti. Türkiye’nin Irakta kurulacak hükümet sorununa bu kadar angaje olmasının bir nedeni Iraktaki operasyonları, ve üslerinin geleceği ise, bir diğer nedeni de Kürt petrolünü Avrupa’ya pazarlayacak bu boru hattının yapımıdır.
Türkiye’nin BAE’den sonra Mısır’la ilişkilerini geliştirmeye çalışmasının nedenlerinden biri de Rusya’nın Ukrayna’ya girmesinden sonra önemi artan İsrail gazının Yunanistan değil, Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılmasıdır. Bütün bunlar bölgede Türkiye’nin de içinde yer aldığı İsrail eksenli bir ittifakın oluşturulmasına yönelik hamlelerdir. Biden yönetiminin Suriye’de askeri gücünü takviye etmesi önümüzdeki dönemde bölgenin yeni gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor.
İflasın Eşiğindeki Ülke
Dünya kapitalist ekonomik krizinin ikinci dalgasının Türkiye ekonomisindeki etkisi çok daha ağır oldu. Türk ekonomisi 2003-2016 yılları arasında düşük kur yüksek faiz politikası ile büyümesini sürdürdü. Bu yıllarda TL- dolar kuru 1,34 ile 3,02 (ortalama 1,7) arasında, faiz oranları ise 2008-2010 yıllarındaki görece düşüş bir yana bırakılırsa % 17 – 21 arasında seyretti. Bu düşük kur yüksek faiz politikası ekonomiye sıcak dövizin girişini sağladı ve Türk ekonomisi 2008 dünya kapitalist krizinden nispeten az etkilendi. 2008 krizinden sonra emperyalist devlet Merkez bankalarının krizin yıkıcı etkilerini önlemek ve batıkların önüne geçmek için varlık alımlarını artırmalarıyla piyasadaki para miktarı olağanüstü bir büyüklüğe ulaştı Türkiye kuru sabit tutup ödediği yüksek faizle bu dolar bolluğundan önemli ölçüde yararlandı. Bu süreç 2016’ye kadar devam etti. 2016-2018 arasında kurlarda hafif bir yükselme ( ortalama kur artışı 1,7’den 4,2’ye çıktı.) olmasına rağmen faiz oranlarındaki yükseklik ekonomiye giren döviz miktarında bariz bir düşüşe yol açmadı. Ancak enflasyon oranlarındaki artış ekonominin kötüye gidişinin ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. 2018’de başta ABD Merkez bankası olmak üzere İngiltere, Japonya ve AB Merkez bankalarının varlık alımlarını sonlandırma kararı almaları, bilanço daraltmasına gitmeleri (tek başına FED bu süre içinde piyasadan bir milyar dolar çekti) Türkiye de içinde, “gelişmekte olan ülke” ekonomilerinin döviz darboğazına gireceğinin güçlü belirtisiydi.
2020’de pandemi ile birlikte sözü edilen merkez bankalarının yeniden piyasaya – bu kez öncekinden birkaç kat daha fazla- para sürmeleri, faizleri negatife çekmeleri, gelişmekte olan ülke ekonomileri için bir olumluluğa işaret etmedi. Çünkü emperyalist devlet merkez bankalarının varlık alımlarını artırıp, faizleri negatife çekmeleri sadece kendi ekonomilerini canlandırmakla ilgiliydi. Piyasaya sürülen bu yüksek para arzının büyük kısmıyla sanayi ve finans tekelleri beslendi. Faizsiz kredi ve hibelerle halkın satın alma gücü desteklendi. Gelişmekte olan ülkeler ise ihtiyaç duydukları dövize (borç ödeme, ithalat, yatırım vb.) erişebilmek için ellerindeki tek seçenek olan faiz artırımlarına gitmek, yani döviz ihtiyaçlarını emperyalist devletlere daha fazla faiz vererek karşılamak zorunda kaldılar.
Aynı dönemde Türk devleti ve devleti yönetenlerin önemli gelir kaynaklarından biri olan kara para ticareti gerilemeye başladı. Kara para ticareti ve terörizmin finansmanını önlemek için OECD bünyesinde kurulan Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF) Türkiye’deki operasyonları MASAK tarafından yürütülüyordu. 2019’da bu görev MASAK’tan alınarak doğrudan Erdoğan’a verildi. Türkiye’de bu süre içinde birçok kez varlık barışı adı altında kara paranın devletçe aklanması kararları alındı. Sedat Peker’in Nisan 2020’deki ifşaatlarından sonra Türk devletinin kontrolündeki kara para ticaretinde bir gerileme yaşandı ve Türk ekonomisi tümden olmasa da önemli bir döviz kaynağını kaybetti. (Türkiye Ekim 2021’de FATF’nin gri listesine alındı. ) Bir yandan gelişmiş ülkelerden akan dövizin kesilmesi, diğer yandan kara para ticaretindeki kesinti ekonominin çarklarını zorlamaya başladı.
2018 sonunda yüksek faiz, yüksek enflasyon ve yüksek döviz kuruyla dermanı kesilen ekonomiye can suyu Erdoğan’dan geldi. Erdoğan burjuva iktisat teorilerini altüst eden bir teori ortaya attı. Bu teoriye göre faiz neden enflasyon sonuçtu. Enflasyonu düşürmek için faizin düşürülmesi gerekiyordu. Teori Temmuz 2018’de hazine bakanlığına atanan damat Albayrak tarafından pratiğe aktarıldı. Damat Albayrak bakan olduğunda dolar kuru 4,55, MB politika faizi % 24’tü. Faiz iki yılda % 15,75 baz puan indirilerek % 8,25’e bağlandı. Kur 8,59’a fırladı.
Türkiye’yi bugün iflasın eşiğine taşıyan hikaye bu süreçte biçimlendi. Türkiye 2018-2020 yılları arasında dolardaki yükselişi durdurabilmek için eldeki Merkez Bankası rezervlerini harcadı (128 milyar dolar olayı) Merkez Bankası rezervlerinin harcanması sadece doları baskı altında tutmakla sınırlı bir işlem değildi. Önemli nedenlerinden bir diğeri de sanayi ve finans şirketlerinin döviz açıklarının düşük kurla kapatılmasıydı. Yani döviz yok olmadı, el değiştirdi. Merkez Bankasından şirket ve finans kurumlarına geçti, ancak ekonomideki kırılganlık artarak sürdü. Faizler Eylül 2020’den başlayarak Mart 2021’e kadar % 8,25’ten, % 19’a çıkarıldı. Dolar kuru 8 – 9 aralığında işlem gördü, enflasyon TUİK verilerine göre %16,19 olarak gerçekleşti. Kısaca faizler yükseltilince TL’nin değerindeki oynaklık azaldı, enflasyonda hızlı bir yükselme olmadı. Faizleri yükselterek enflasyondaki hızlı artışı yavaşlatan MB başkanı Naci Ağbal, Erdoğan’ın teorisine karşı durmanın bedelini affını isteyerek ödedi.
Erdoğan’a göre sorunlu olan teori değil, uygulamaydı. Bakanlar, Merkez bankası başkanları değiştirildi. TUİK istatistikleri teoriyle uyumlaştırıldı, Nas’la takviye edildi. Faiz Nas’dı, yani dokunanı yakıyordu.
Faizler Mart 2021’den Aralık 2021’e %19’dan % 14’e indirildi. Bu faiz indiriminin dövizde bir yükselmeye yol açacağı bilinmeyen bir şey değildi. 20 Aralıkta Dolar bir anda 18 TL’ye yükseldi. Bu operasyon yapılmadan iki gün önce Merkez Bankası başkanı, Hazine bakanı ve kamu bankaları yöneticilerinin katıldığı bir toplantı yapıldı, bunu özel banka yöneticileriyle yapılan toplantı izledi. Uluslararası ve ulusal piyasalar kapalıyken karar verilen operasyon başlatıldı. Piyasaya 19 milyar dolar sürüldü, dolar bir anda dramatik bir düşüşle 10,83 TL’ye kadar düşürüldü. Doları 18’den satanlar 10-11 aralığından geri aldı. Eğer bu operasyon yapılmasaydı birçok şirket yılsonu bilançolarını 1 dolar = 18 TL üzerinden hesaplayacakları için batma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. Ayrıca bu operasyonla 2021 GSMH’nin düşmesi önlenerek Türkiye G20’nin içinde kalması sağlandı.
Operasyon kur korumalı TL mevduatı programıyla tamamlandı. Buna göre bankalardaki döviz (Dolar, Euro, Sterlin) mevduatını TL’ye çevirip üç ay vadeyle bankalara yatıran gerçek kişilerin yatırdıkları paraya, hem üç ay sonunda bankalardan alacakları % 17 faize dövizdeki artış farkı eklenecek, hem de bozdurdukları döviz miktarını kur farkı ödemeden geri alacaklar. Bu önlem yeterince rağbet görmeyince buna aynı koşullarda tüzel kişiler de (iş yeri ve şirketler) eklendi. TL mevduata geçişi özendirecek ek tedbirler, tüzel kişilerin 2021 yılı son çeyreğinde ödemek zorunda oldukları kurumlar vergisi ve kar stopajından muaf tutulması eklendi.
Uygulamaya konan ve orta vadede ekonomik çöküşü daha da büyüteceği açık olan bu programla, Türkiye ekonomisinin ve ihracatın büyüyeceği, istihdamın artacağı, cari açık kapatılarak cari fazla sağlanacağı, döviz kurunun oynaklığının engelleneceği ve enflasyonun düşeceği açıklandı. Aradan çok kısa bir süre geçmesine rağmen iddia edilenin tam tersi gerçekleşti.
Operasyonun ardından enflasyon üç haneli rakamlara doğru yükselişe geçti. Kâğıt üstünde düşen faiz gerçekte farklı kredi kullanımlarına ( 2, 5, 10 yıllık hazine bonoları, ticari, sanayi, tüketici kredileri, kredi kartları vb.) bağlı olarak % 24 ile % 35, hatta 40’a varan oranlarda arttı.
Cari açık üç ayda 18 milyar dolara, dış ticaret açığı 25 milyar dolara ulaştı. Bu açıkların her ay daha da büyüyerek yılsonunda cari açığın 35-40 milyar dolara, dış ticaret açığının da 80-90 milyar dolara ulaşacağı hesaplanıyor. Türk ekonomisinin büyümesi bir yana Ocak, Şubat; Mart’ta imalat sanayi % 2,5 küçüldü. TUİK rakamlarına göre 2021 yılsonunda % 36,08 olan enflasyon, Ocak’ta % 48,69’a Şubat’ta % 54,44’e yükseldi. Aynı aylara ait ÜFE artışları % 93,53 ve % 105,01 olarak gerçekleşti. TÜFE ve ÜFE arasındaki bu fark önümüzdeki dönemde enflasyonun büyüyerek artacağını gösteriyor. Bağımsız kuruluşların açıkladığı enflasyon verileri ise TUİK’in açıkladığı oranların iki katından fazla (TÜFE % 123,8) Bu veriler Türk ekonomisinin stagflasyona girdiğine işaret ediyor.
Kredi kuruluşları birbiri ardından Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. Türkiye’nin uluslararası piyasalarda borçlanma riski pirimi (CDS) 700 civarında. Mart 2015’te Yunanistan’ın iflası gündeme geldiğinde CDS primi Türkiye’nin bugünkü priminden ancak bir miktar fazlaydı. Türkiye yükselen CDS’i ile iflasa doğru gidiyor, Dolar, Euro ve Sterlin cinsinden döviz bulması giderek zorlaşıyor, Türkiye Mart 2020’de Londra finans piyasasına iki milyar dolar tutarında iki yıl vadeli devlet tahvili (Euro Bond) ihraç etti. İki yıl gibi kısa süreli olan bu borçlanmaya % 8,65 gibi yüksek bir faiz vermek zorunda kaldı. Yani Türkiye iki yıllık borçlanmaya yaklaşık bir milyar dolar faiz ödeyecektir. Önümüzdeki dönemde bu yüksek faiz oranı ile bile borç bulma şansı yoktur. Swap piyasalardan (Çin, Güney Kore, Katar ve BAE ile swap anlaşmaları yapıldı) elde etiği borç ise Türkiye’yi iflastan kurtarmaya yetmiyor. Çünkü yerel paralar cinsinden yapılan swaplar, ancak bu ülkelerle yapılacak ticarette kullanılabildiğinden, pratikte MB kasasında görünmenin dışında pek bir işe yaramıyor.
Türk ekonomisinin yapısal sorunları dikkate alındığında dış ticaret ve cari açığın bırakalım kısa vadede, uzun vadede bile ortadan kaldırılması olanaksızdır. Türkiye’nin ithalatının % 17’sini yatırım malları (basit ve karmaşık makineler ), % 74,5’ini hammadde ve aramaları oluşturuyor. Kısıntı yapılabilecek tüketim mallarının ithalattaki oranı ise ancak % 8,5’dir. İhracatının büyük bir kısmını ise tüketim malları (tekstil, sebze, meyve vb.) oluşturmaktadır. İhracatta yüksek teknoloji ürünü malların oranı % 2,5’i geçmiyor. Ayrıca Türk ihracatının KG fiyatı 2021’de 0,68 sente kadar geriledi. Almanya’da ise ihraç malları kg fiyatı 4,5 dolardır.
Türk ekonomisinin son 19 yıldaki toplam dış ticaret açığı 1,15 trilyon dolar, cari açık 600 milyar dolar, 455 milyar dolar olan dış borç için ödenen faiz ise 518 milyar dolardır. Bu miktarlar derinleşen krizle birlikte artmaktadır. Bu tablo değişmediği müddetçe Türkiye’nin dış ticaret açığını kapatıp cari fazla sağlaması, dolayısıyla dövize olan ihtiyacını azaltması ve yaşadığı krizi hafifletmesi mümkün değildir.
Bugüne kadar kur korumalı mevduata (gerçek + tüzel kişiler) toplam 600 milyar dolar civarında bir geçiş gerçekleşti. Toplam 600 ( yaklaşık 41 milyar dolar) milyar TL’nin % 43’ü TL mevduatından % 57’si ise dolar mevduatından kur korumalı mevduata geçti. Böylece bir tasarruf aracı olmaktan çıkartılarak TL’nin dolarizasyonu gerçekleştirildi. 24 Aralık’ta başlayan kur korumalı TL mevduatı hesabı için öngörülen ilk üç ay, 24’Mart 2022’de doluyor. Tüzel kişilere tanınan ayrıcalık ise 19 Nisanda dolacak. Kur korumalı mevduat hesabı açanların (gerçek + tüzel kişi) toplam sayısı 853 bin kişi. Bir kişinin birden fazla mevduat hesabı açtığı düşünülürse bu sayı daha da azdır. Türkiye’nin nüfusunun 85 milyon olduğu hesaba katılırsa devlet, sermayenin ihtiyaç duyduğu dövizi sağlamak için nüfusun % 90’ını % 10’una faiz ödemeye mahkûm etmiştir. Ayrıca bu sayının içinde küçük mevduat sahiplerinin de olduğu dikkate alındığında ( bankalarda bir milyon ve üzeri mevduatı olanların sayısı 325 bin civarındadır) halka ödetilen faizin ana bölümü büyük sermayeye akmaktadır. 24 Martta kur korumalı mevduata hazineden ödenen miktar 14 milyar TL’dir. Bu miktara bir ay sonra daha büyük bir miktar eklenecek. Döviz arttıkça faiz adı altında ödenen miktar da artacak. Yani bir avuç tufeyliyi zengin etmek için sömürüldüğümüz yetmiyor, bizden alınan vergiler (KDV, ÖTV, harçlar vb.) bin bir türlü dalavereyle onlara aktarılıyor.
2021’de dünya kapitalizminin krizi daha etkili yeni bir dalganın içine girdi. Bu dalganın temel parametreleri hızlı enflasyon artışı, özellikle enerji, hammadde ve gıda fiyatlarında aşırı yükselme ve ekonomilerin daralma sürecine girmesi (stagflasyon) yani işsizliğin artmasıdır. Bu dalganın Türkiye gibi ülkelerdeki etkisi daha yıkıcı olacaktır. Hükümet yıllardır ekonomideki kırılganlığı, (TL’nin değer kaybetmesi, enflasyonun artışı) dış güçlerin operasyonlarına bağladı. Şovenizm ve milliyetçiliği köpürterek saltanatını yürüttü. Simdi de özellikle enerji ve gıda fiyatlarındaki artışı kapitalizmin uluslararası krizine bağlayarak açıklamaya çalışıyor. Enerji ve gıda fiyatlarındaki artışın önemli bir kaynağının kapitalizmin dünya krizi olduğundan kuşku yok. Ancak bu durum Türkiye’de yaşanan fahiş fiyat artışlarını açıklamaya yetmez. Türkiye’de yaşanan fahiş fiyat artışının başka bir nedeni de cari açık, bütçe açığı ve borç faizleridir. Bu tablo bize enerji fiyatlarındaki fahiş artışın asıl nedeninin devletin kaynak ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Örneğin 2021’de uluslararası alanda petrol ürünlerinde artış % 62 iken, bu oran Türkiye’de % 390’i aşmaktadır ve fiyatlar her iki günde bir sürekli olarak artırılmaktadır. Başka bir örnek elektrik fiyatlarındaki aşırı artışla ilgilidir. Türkiye Elektrik Dağıtım Şirketi (TEDAŞ) 2004’te özelleştirme kapsamına alındı. 2013’te tamamlanan özelleştirme ile Türkiye 21 bölgeye ayrıldı ve bu bölgelerde elektrik dağıtımı Cengiz, Kolin, Alarko ve Sabancı Holding arasında bölüşüldü. Bu şirketler devletten satın aldıkları elektriği (yıllık 60 milyar kwh ) kurdukları 21 tedarik şirketi vasıtasıyla halka dağıtıyor. Şirketler, elektriğin kwh’ini devletten 32 kuruştan (2,35 sent) alıp kendi tedarik şirketlerine satıyor. Tedarik şirketleri aldıkları elektriğin kwh’ini tüketiciye ortalama 1,50 kuruştan (11,5 sent) satıyor. Böylece devlet şirketlere satın aldıkları elektriği sözleşmede taahhüt ettikleri hiçbir masrafa katlanmadan yılda 5,5 milyar dolar kar transferi yapıyor. Bu kar transferinin büyük kısmı ise işçi ve emekçilere ödetiliyor.
Hükümetin ekonomiyle ilgili rakamlarda yaptığı manipülasyon sadece enflasyon oranları ve elde olmayan döviz satışıyla baskı altında tutulan döviz kurlarıyla ilgili değil. Son verilere göre MB’nin döviz varlıkları ile borç yükümlülükleri arasındaki fark iyice açılmış durumda. MB rezervleri altın dahil eksi 55 milyar dolarda. Hükümet kur mevduatlı hesaplardan elde ettiği dövizi ve bankaların MB’ye yatırmak zorunda olduğu munzam karşılıklarını satarak dövizdeki oynaklığı kontrol altına almaya, bugünü yarının hesabına kurtarmaya çalışıyor. Başka bir manipülasyon büyüme oranlarıyla ilgili yapılıyor. Paraya dayalı (para basma, emlak spekülasyonu, turizm vb.) bir büyüme hesabıyla Türk ekonomisinin 2021’de %10 gibi yüksek bir büyüme oranını yakaladığı açıklandı. Gerçekte ise büyümenin ölçüsü, emek verimliliği ve sanayide kapasite kullanımının artmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Türk ekonomisi 2021’de büyümediği gibi, % 2 oranında küçüldü. Bunu GSMH rakamlarında da görmek mümkün. Türkiye’nin 2020’deki GSMH’si 717 milyar dolar iken 2021’de bu miktar 703 milyar dolara geriledi. Yani Türk ekonomisi 14 milyar dolar küçüldü.
Hükümetin en büyük manipülasyonlarından birisi de işsizlik rakamlarıyla oynanmasıdır. Türkiye’de 15-65 yaş arası çalışabilir nüfus 64 milyondur. Kapitalist ekonomi politiğe göre işgücüne katılma oranı, ortalama çalışabilir nüfusun %74’üdür. Biz bunu % 65 olarak alalım. Bu hesaba göre Türkiye’de iş gücüne katılması gereken işçi sayısı 41 milyonu buluyor. TUİK verilerine göre işgücüne katılan işçi sayısı 33 milyon 632 bin, fiilen çalışan sayısı ise 29 milyon 885 bindir. TUİK bu hesaptan hareketle Türkiye’de işsiz sayısını 3 milyon 777 bin olarak hesaplıyor. Gerçekte ise işsiz sayısı en az 11 milyon civarındadır. Bu da işsizlik oranının TUİK’in açıkladığı gibi % 12 değil, % 30’ları geçtiğini gösteriyor. Gençlerde ise bu oran çok daha yüksektir.
Kapitalist dünya krizinin ikinci dalgasının önemli sonuçlarından bir diğeri de gıda krizidir. Son yıllarda artan enflasyonla birlikte gıda fiyatları da sürekli olarak artıyor. Türkiye tarım sektörü bir yandan büyüyen gıda krizinden etkilenirken diğer yandan, uzun bir süreden beri izlediği tarım politikalarıyla kendi krizini büyüttü. Gıda krizinin derinleşmesine yol açan önemli etkenleri altı başlıkta toplamak mümkün; birincisi tarımsal alanların sistematik biçimde azaltılması. İkincisi tarımsal girdi (gübre, ilaçlama, tohum mazot vb.) fiyatlarındaki artış, üçüncüsü tarımsal üretimde, özellikle sanayi girdisi tarımsal üretimdeki tekelleşme, dördüncüsü bazı tarımsal ürünlerin (özellikle bakliyat) ithalinde gümrük vergilerinin sıfırlanması, beşincisi, çiftçiye verilen desteklerin azalması, altıncısı taban fiyat uygulamasıyla özellikle küçük çiftçilerin ürünlerinin özel işletmeler tarafından ucuza kapatılması. 2001’de Türkiye’de ekilebilir tarımsal alan 26,350 milyon hektar iken bu alan 23,094 milyon hektara düştü. Tarımsal arazilerin önemli bir miktarı ranta açıldı. 2008’de 1milyon 127 bin olan çiftçi sayısı 2019’da % 48 azalmayla 600 bine düştü. Sonuç, tarımsal üretimde tekelleşme, küçük ve orta çiftçilerin iflası ya da daha fazla çalışıp daha çok yoksullaşması ve tarımım ithalata açılması oldu.
Bu sürecin önemli sonuçlarından bir diğeri de Türkiye’deki şirketlerin el değiştirmesidir. Bu süreç 2016’da hızlandı, pandemi ile birlikte büyüyerek sürdü. TL’deki değer kaybı Türkiye’deki firmaların piyasa değerinin önemli ölçüde düşmesine yol açtı, bu da satın almalar için uygun bir fırsat yarattı. Gıda, tekstil, metalürji, hizmetler vb. birçok sektördeki işletmeler, başta Hollanda, Almanya, ABD, İspanya, Katar firmaları tarafından satın alındı.
Bu tablo, Türk ekonomisinin iflasın eşiğine gelmesi, burjuvazinin, sermayenin kaybettiği anlamına gelmiyor, tersine daha fazla sömürüyor, çalıyor, yağmalıyor ve palazlanıyor. Bu dönemde büyük firmaların, bankaların karları katlanarak arttı. Çünkü onlar krizi kara döndürme olanaklarına, bankalara, borsalara, fabrikalara, çiftliklere sahipler. Çünkü devlet onların devleti ve her sıkıştıklarında, vergi istisnaları, kredi destekleri, kamu ihaleleri yoluyla işçiden emekçiden toplanan vergileri onların kasasına akıtıyor.
Bu vurgun ve soygunun öteki yüzünde işçi ve emekçilerin daha fazla çalışıp, daha fazla sömürülüp, daha fazla yoksullaşması vardır. Fiyat artışları, işsizlik, vergiler yoluyla işçi ve emekçiden alınan sermayeye aktarılıyor. % 100’leri geçen enflasyonla halkın cebinde kalan son kuruşunu da çalıyorlar. Bunlar yetmezmiş gibi Erdoğan, pişkinlikle dönüp işçiye emekçiye külfeti paylaşalım çağrısı yapıyor. Bu pişkinlik neden? Çünkü çeşitli yöntemlerle, milliyetçilik, şovenizm, dini söylem, kırıntı yardımlar vb. böldükleri işçi ve emekçilerden ciddi bir tepki gelmeyeceğini hesap ediyorlar. Doğrudur, onların paraları, orduları polisleri hapishaneleri, yalanları allayıp sunan medya orduları var, bunlar yetmediğinde sahte kurtuluş reçeteleri devreye sokuluyor. İşçi ve emekçiler seçim tartışmalarıyla oyalanıyor. Seçime üç yıl kala başlatılan zamanında, erken, ya da baskın seçim söylemiyle kitlelerin öfkesi ve enerjisi kontrol altına alındı. Her gün birbirlerine küfreden burjuva hükümet ve muhalefet seçim tartışmalarıyla işçi ve emekçileri hak aramaktan ve eylemden uzak tutmakta birleşti. Hükümet sokağa çıkanları polis copu ve hapishaneyle, muhalefet provokasyona gelmekle tehdit ediyor.
Hapishanenin, polis copunun, provokasyon tehdidinin yetmediği yerde devreye dış tehdit, ekonomik kurtuluş savaşı söylemiyle olağanüstü hal tehdidi sokuluyor. Bunlar yetmiyorsa din devreye giriyor. İşçi ve emekçilerden, iyi bir Müslümanın midesinin yarısı boş olmalı söylemiyle yoksulluğa katlanmaları, sabretmeleri, sabrederlerse mükâfatını öteki dünyada alacakları fetvaları giriyor.
Bütün bunlara rağmen güçlü olan sermaye ve onun devleti değil, güçsüz olan işçi ve emekçilerdir. Vaatler, baskı ve terörle kendi çıkarlarına yabancılaştırılan, işçi ve emekçilerdir. İşçi ve emekçilerin geriliği ve bölünmüşlüğüne dayalı bu güçsüzlüğü, karşı tarafı yani sermaye ve onun devletini ayakta tutuyor.
Ama kriz ve yoksulluk sermayenin lehine kurulu bu dengeyi bozuyor. Sermaye ve devletin işçi sınıfı ve emekçiler üzerine kurduğu ideolojik ve fiziki şiddete dayalı korku yavaşta olsa dağılıyor. Son dönemde artan protestolar, işçi direnişleri, doğal yaşamı korumaya yönelik direnişler, kadınların taciz ve katliamlara yönelik eylemleri, eşitlik mücadeleleri, gençlerin özerk bilimsel üniversite ve barınma hakkı mücadeleleri, köylülerin doğanın yıkımına karşı yürüttükleri yaşam hakkı mücadeleleri, yoksul ve küçük köylülerin emeklerinin hakkını koruma mücadeleleri, işsizliğe ve hayat pahalılığına karşı gittikçe büyüyen öfke, bütün bunlar düzenin altında patlayıcı yığınının, patlamaya hazır bir enerjinin büyüdüğünü gösteriyor.
Ancak tekil ya da grupsal eylemler, biriken bu enerjiyi büyütmüyor, tersine çoğu durumda bu tür eylemler, güç ve enerji kaybına yol açıyor. Nesnel olarak büyüme eğilimindeki bu öfke ve enerjinin tekil ve grupsal eylemlerin tıpkı, küçük derelerin birleşerek coşkun bir nehir haline gelmesi gibi, ülke çapında etkili ve yığınsal eylemlere dönüştürülmesi gerekiyor. Bu konuda asıl sorumluluk devrimci ve komünist hareketlere düşüyor. Ama bunun için devrimci ve komünist hareketlerin bu sorumluluğu üstlenecek bir bakış açısına sahip olmaları, ilk başta kendilerini birleşik bir güç olarak örgütlemeleri gerekiyor. Yani örneğimizden hareket edersek, önce daha bilinçli ve örgütlü güçlerin küçük nehrini oluşturmak gerekiyor. Ancak böyle davranarak ülke çapında birleşik eylem sonuç alıcı bir güce dönüştürülebilir.