İnsan Denilen Varlık
İnsan soyunun yaratıcı niteliğinin çok önemli bir yönü olan sanat ve estetik yaratıcılıktan söz edebilmek ve bu konuya bir altyapı oluşturmak için öncelikle insan üzerinde birkaç söz söylemek uygun olur:
Kimi bilim insanları, insanı ‘biyo-psiko-sosyolojik bir varlık’ olarak niteliyor.
Biyolojik bir varlık olarak insanın diğer primatlardan (üst memelilerden) önemli bir farkı yoktur. Hücreler, dokular, organlar, organ sistemlerinin uyum içinde çalışma bütünlüğü ve tüm canlılarda olduğu üzere doğayı özümlemeleri.
Oysa sosyal bir varlık olarak diğer tüm hayvanlardan çok farklıyız. Sürüler halinde değil, kurduğumuz toplumsal ilişkiler, işbölümü ve kurumlar ortamında yaşıyoruz. Yalnızca doğal ve toplumsal ortama uyum sağalmakla yetinmiyor; aynı zamanda bu koşulların bize uyum göstermesi için onlar üzerinde köklü ve bilinçli değişimleri gerçekleştiriyoruz.
Bilindiği gibi türümüz, kendini savunma organlarındaki yetersizliklerini-güçsüzlüğünü ve olgunlaşmasındaki gecikmeyi ancak aletler yaparak ve doğaya uyum sağlamakla yetinmeyip onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirip kullanmayı başararak aşmıştır. Eli beynini, beyni elini geliştirmiş ve buluşlarından en büyüğü olan aletlerin aleti ‘DİL’i yaratmış, deneylerinden süzülen bilgilere somutluk kazandırmış, böylece bunları başkalarına ve gelecek kuşaklara aktarmıştır. Özellikle yazıyı icat ettikten sonra… Böylece insan soyu güçsüzlüğünü güce dönüştürmüş, gelişmesinin belli bir evresinde de sürü olmaktan tamamen kurtularak topluma dönüşmüştür. Bu noktada emek süreci, ortaklaşa çalışma ve iletişim zorunluluğu ve özellikle DİL sayesinde, toplumsal kurumlar ortaya çıktı ve toplum organik bir işleyişe kavuştu.
İnsanın psikolojik bir varlık düzeyine yükselmesi ise, belki de sosyal bir varlık olmasının temelini oluşturur. Çünkü çok gelişmiş bir sinir sistemi ve gelişmiş bir beyin; insanı, dil sayesinde ve dilin kavramları aracılığıyla düşünebilen, buluşlar ve icatlar gerçekleştiren; duygusal olarak etkilenip derinden hissedebilen ve zengin hayaller kurabilen ve kimi zaman bu yaratıcı hayallerini estetik bir obje olarak, -yani bir sanat eseri olarak- başka bireyler ve toplumla paylaşan bir varlığa dönüştürmüştür.
Varlık ve Düşünce İlişkisi
Varlık ile düşünce arasındaki ilişkiye dair temel bir yasadan söz ederek söze başlayalım: Marks’ın ifadesiyle: “İnsanların düşüncelerini varlıkları belirler; varlıklarını düşünceleri değil”. Elbet bu çok basit gibi görünen temel ilişki, somut görünümleri içinde, çok farklı biçimlerde de ifade edilebilir. Örneğin toplumun üstyapısını (tüm manevi toplumsal ilişkilerini, hukuk, ahlak, estetik, sanat, eğitim vs.) ve altyapısı (yaşamını sağlayan ürünleri nasıl, hangi araçlarla ve ne tür mülkiyet ilişkileri ortamında ürettiği) belirler. Yani insanlar Avcı ve Toplayıcıyken başka türlü toplumsal ilişkiler kurar; köle ile efendisi, toprak kölesiyle senyör arasında, modern sanayi toplumunda proletarya ile burjuvazi arasında başka ilişkiler ağı içinde hareket eder. Üretim ilişkilerindeki köklü değişimeler ve emek üretkenliğinin artışının belli bir noktasında toplumsal sınıflar ortaya çıkmıştır. Bu şöyle de ifade edilebilir: sınıfların eğilimlerini ve çıkarlarını iktisadi ilişkiler içindeki konumları belirler. Bu aynı yasa, sınıflar alanında manevi planda şöyle yansır: “İnsan sarayda başka düşünür, kulübede başka.” Ne var ki maddi zenginlikleri, dolayısıyla ve devleti elinde bulunduran egemenlerin düşünceleri, toplumda da egemen olan düşüncelerdir.
Yasayı daha da yalınlaştırıp anlaşılır kılalım: İnsanlar nasıl yaşıyorlarsa öyle düşünürler, öyle hissederler, ona uygun yaratıcı hayaller kurarlar ve o yaşamdan beslenerek sanat üretirler ve bir sanat eserini içselleştirip yaşayarak onun derin etkisinde kalırlar. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, hiç kuskusuz bir sarayda, bir kulübedekinden farklı düşünülür. Toplumsal varlığımız ( toplumla ve doğayla girdiğimiz sayısız ilişkiler, -başta üretim ve paylaşım sırasında zorunlu olarak kurduğumuz ilişkiler olmak üzere- içinde yaşadığımız toplumla kurduğumuz sayısız bağlantılar) bizim nasıl düşüneceğimizin, nasıl hissedeceğimizin, nasıl üretip yaratacağımızın, nasıl düşler kuracağımızın ve yaratacağımızın temelini oluşturur. Bu nesnel ve zorunlu ilişkiyi görmezlikten geldiğimizde ve kopardığımızda düşünce, duygu, sanat, estetik, güzellik gibi kavramlar soyut, gizemli, açıklanması zor kavramlar, kategoriler haline gelir. Düşünce, duygu ve hayaller; insan beynindeki süreçlerde somutlaşan maddenin ihtilalidir. Sanatçı, bilim insanı ve sanatçı ve emekçilerin elleri ise bir anlamda dış dünyaya uzanan beynimizdir.
Bütün duygu, düşünce ve hayallerimizin temelinde ise, içinde yaşadığımız doğa ve toplumla kurduğumuz sayısız ilişkiler, hayatı üretirken ve yeniden üretirken içine girdiğimiz sayısız sınırsız bağlar vardır.
Bu konuda da son noktayı en özlü biçimde Marksist toplum bilimi koymuştur: İnsan, ilişkilerinin toplamıdır. Onu özgürleştiren ise doğru bilinçtir, yani ona devrimci müdahalede bulunabilmek için zorunlu olanın bilincine varmasıdır.
Komünist Kimdir?
Gerçekliğin gözlerinin içine dimdik bakabilmek:
“Devrimciyim, enternasyonalistim, Marksistim, komünistim…” demek kolay; zor olan, gerçekten ‘olmak, olabilmek’tir. Niyet ve içtenlik, küçük hesaplardan uzak olmak, devrimci alçakgönüllülük elbet de çok değerli, vazgeçilmez nitelikler, bir devrimcinin devrimci olabilmesi için. Ama yeterli değil, kesinlikle. Çünkü gerçekliğin (var olanın), olması gereken yönde devrimci dönüşümünü sağlamak için, o gerçekliğin doğru bilgisi gerekiyor. Bunun için ise gerçekliği (var olan durumu kendi bağlantıları, hareketi, ilişki ve çelişkileri içinde) doğru anlamak, doğru çözümlemek, doğru yorumlamak için soğukkanlı, bilimsel, titiz ve kolektif bir çalışma gerekiyor. Marks’ın işaret ettiği gibi “Eğer gerçek apaçık meydanda olsaydı, bilime gerek kalmazdı.”
Şu söz, bir devrimciyi ne güzel anlatır: Komünist, o kişidir ki; gerçekliğin gözlenin içine dimdik bakmayı başarır; yani –gerçeklik kendi canını acıtsa da– olanı, -görmek istediği gibi, gönlünün istediği gibi değil- olduğu gibi (nasılsa öyle, yani kendi bağlantıları, hareketi, ilişki ve çelişkileri içinde) görür; ne var ki olana razı olmaz; olanı olması gereken yönde değiştirmek üzere ona örgütlü biçimde büyük bir devrimci kararlılıkla taarruz eder.”
Sınıfların Doğuşu ve Düşüncelerdeki Farklılaşma
İnsan türü, yaşamını sürdürebilmek için yemek, içmek, giyinmek ve barınmak zorundadır. Dolaysıyla insanların hayatı üretmek ve onu her gün yeniden üretmek için çalışmaları, işbölümüne başvurarak sürekli üretimde bulunmaları ve bu arada –kendi iradelerinden bağımsız olarak- aralarında zorunlu sayısız ilişkiler kurmalarını gerektirir.
Üretici güçler ile üretim araçlarının belli bir gelişme evresinde üretimde verimlilik ve artı-ürün (zorunlu ihtiyaçların üstünde) ortaya çıktı.
Ve elbette toplumda bir grup insanın bu artı ürüne el koyarak çalışmadan yaşamaları mümkün oldu. Bu ayrıcalıklı azınlığın bu çıkarlarını koruyup sürekli kılabilmek için bir zor aygıtına ve kurallara, yasaklara ve ihlal edenleri cezalandırma sistemine duyulan ihtiyaç sınıfları, sömürüyü ve devleti ortaya çıkardı. Ne var ki zor ve şiddet aygıtı tek başına sömürüyü güvence altına almaya ve kalıcı kılmaya yetmez. En az onun kadar etkili bir araç, yalan, gizleme, yanıltma ve emekçileri var olan koşullara razı etme aygıtıdır. Gerçekliği ters yüz eden, sömürüyü gizleyen ve azınlığın iktidarını, devleti haklı gösteren, egemenlerin çıkarlarının ifadesinden başka bir şey olmayan yasalarla meşrulaştıran, hatta kutsallaştıran egemen düşüncelerdir. Zor ve şiddet aygıtı ve ceza sistemi her türlü karşı çıkış ve başkaldırıyı fiziki olarak ezerken, egemen sınıfların toplumda egemen kıldıkları düşünce ve inançlar da emekçilerin beyinlerini felç eder; onları karşı koyamayacak, başkaldıramayacak şekilde kötürümleştirir. Çok daha vahimi; dinci-mezhepçi-ırkçı-şoven ideolojilerle emekçileri egemen sınıfın çıkarları uğruna bölüp parçalayarak birbirlerini kırmaya, ölmeye ve öldürmeye gönderebilme olanağını elde eder.
Bu nedenledir ki ve bir başka deyişle, ezenler ellerinde tutukları devlet dediğimiz devasa sömürü aygıtının yanında sömürünün egemenliğini meşrulaştıran bir kültür, ideoloji, inanç ve muhafazakâr gerici sanat ürettiler. Ve egemenlerin kültürü, toplumun egemen kültürü oldu.
Ne var ki, egemen sınıflar sınıf ayrıcalıklarını ve sömürülerini sürdürebilmek için zor aygıtını ne denli acımasızca, ideolojik yanıltma aygıtını ne kadar utanmazca ve ustalıkla kullanırlarsa kullansınlar; ezilenlerin de tarihin her döneminde zulme ve sömürüye karşı gerçek yaşamlarından fışkıran, demokratik ve sosyalist bir öz taşıyan mücadele, bir dayanışma, bir başkaldırı kültürü zorunlu olarak ortaya çıkar. Ancak ezilenlerin yarattığı kültür filizlerini hoyratça ezmeye çalışırlar, dahası bu kültürün içine egemen kültürün gerici unsurları sızdırmaktan geri kalmazlar.
Yani tarih boyunca ezilenlerin konumundan, mücadelesinden, yaşamından fışkıran direnme, dayanışma, mücadele, isyan ve başkaldırı kültürü, ta başından beri demokrat, ilerici, devrimci biz öz taşıyan bir muhalif kültür hep var olageldi. Üstelik yine egemenlerin bu kültüre nüfuz ederek ehlileştirmeye çalışmalarına, baskı altında tutmalarına, yiğit temsilcilerini katletmelerine, zindanlarda tutmalarına, her türlü muhalif filizlenmeleri hoyratça kırıp ezmelerine karşın, bu sömürüyü ve zulmü reddeden kültür tarih boyunca var oldu.
Daha sonra bu konuya döneceğiz ama şimdilik şu kadarını söyleyelim: Bu ezilenlerin devrimci demokrat ve isyan kültürü geleneğinin en küçük unsuru bile bizim için çok değerlidir. Biz bu kültürün yaşayan devrimci özsuyunu alacağız, bunu proletaryanın çağdaş devrimci kültürüyle harmanlayarak bugünümüzün ve sürekli zenginleştirip geleceğimizin kültürünü ve sanatını şekillendireceğiz.
Toplumsal tarih, sınıflar mücadelesinden ibarettir. Ebette Marksizm; materyalist tarihi materyalizmin temellerini atan Marks ve yoldaşı Engels’in yazdıklarından ve Lenin’in katkılarından ibaret değildir; o, tarihin ve toplumun işleyiş ve hareket yasalarını en doğru ve en duru biçimde ortaya koyan ve toplumla birlikte sürekli gelişen ve geliştirilen ve gerçekten bilim adını taşımaya layık, tarihin ve toplumun doğru analizini mümkün kılan; bu bilgiye dayanarak toplumsal gerçekliğe örgütlü devrimci müdahaleye ışık tutan bir bilimdir. Bilim olduğu için de gerçeklik değiştikçe, devrimci mücadele ve devrim deneyleri artıkça, bütün bunlara bağlı olarak devrimci bilimsel teorik çalışmalar güç kazandıkça -kesinlikle dogmatik bir kireçlenmeye uğratılamadan- sürekli gelişip zenginleşecektir. İşçi sınıfının bilimsel devrimci teorisi, bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur.
İçinde doğruları bulunsa da gerçekte gerçekliği çarpıdan birer ideoloji olan burjuva sosyal bilimlerinden farkı, gerçeğin devrimci olduğu inancı ve gerçekliği bulma ve apaçık ortaya koyma tutkusudur.
Marks, Amerikalı gazetecinin, “Sizin teorinizin temel ilkesi, tek tümceyle nasıl ifade edebilirsiniz?” sorusuna çevrisi aşağıda verilen Latince bir cümle söyler.
Her şeyi bilimsel kuşkuyla karşılamak, her şeyi sıkı bir bilimsel eleştiriden geçirmek.”
Eğer görünenle gerçeklik üst üste çakışsaydı, yani ‘…gerçek apaçık ortada olsaydı, bilime ne gerek vardı.” anlamındaki düşünce da kendisine aittir.
Hayatın Her Alanında Sınıfa Karşı Sınıf
En temel tarih ve toplum yasalarından biri şudur, bildiğiniz gibi: İlkel komünal toplumun sona erişinden bu yana, bütün tarih, sınıflar savaşımından ibarettir. İster kimi zaman dinsel, mezhepsel, etnik bir örtüye bürünsün, ister milliyetçi, liberal, biçimsel demokrasi ve özgürlük iddialarla yola çıksın, ister doğrudan iki temel sınıf arasında açık bir kavga şeklini alsın; bu böyledir.
Ve sınıfsal savaşı hayatın her anında ve alanındadır; teoriktir, ideolojiktir, örgütseldir, eylemseldir, kitleseldir, açık savaş şekline de büründüğü olur. Her sözün, her demecin, her kuramın, her yasanın, her sanat eserinin… sınıfsal bir anlamı vardır. Ya bir bir şeyleri gizleme telaşındadır, ya bir gerçeği açığa vuruyordur; ya iktidardakilerin yıpranmış yalanına karşı, düzen işi yeni bir yalanı çözüm gibi sunuyordur.
Adı güzel, aklı güzel Marks’ın o sözünü bir daha anımsayalım: Eğer yüzeyde görünenle gerçeklik üst üste çakışsaydı, yani “gerçek apaçık ortada olsaydı, bilime ne gerek vardı.”
İşte bir komünistin, bir komünist eleştirmenin, estetin, sanatçının veya devrimci demokrat sanatçının her şeyden önce, bu görünenin altındaki bu görülmesi gerekeni göstermek, sezdirmek, farkına varılmasını sağlamaktır. Bu çok temel bir devrimci görevdir.
Peki komünist kimdir, nasıl bir insandır? Bu sorunun yanıtını da Engels’ten esinlenerek verelim: Komünistin fiziksel olarak diğer insanlardan bir farkı yoktur. Onu farklı kılan bilinç bakımından toplumsal işleyiş ve gelecek hakkında açık görüşlere sahiptir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi “Komünist, o kişidir ki; gerçekliğin gözlenin içine dimdik bakmayı başarır; yani –gerçeklik kendi hatalarını da göstererek canını acıtsa bile –olanı, görmek istediği gibi, gönlünün istediği gibi değil- olduğu gibi (nasılsa öyle, yani kendi bağlantıları, hareketi, ilişki ve çelişkileri içinde) görür; ne var ki olana razı olmaz; olanı olması gereken yönde değiştirmek üzere ona örgütlü biçimde büyük bir devrimci kararlılıkla taarruz eder.”
Devrimcinin yaşamına ve faaliyetlerine yön yeren bir başka temel ilke de; onun işçi sınıfının en temel çıkarlarından başka, özel bir çıkarı olmamasıdır. Proletaryanın tarihsel misyonunu gerçekleştirebilmesi için bütün gücüyle, bütün yetenekleriyle, bütün yaratıcılığı ve üretkenliğiyle kendini adadığı sınıfa yardımcı olmaktır. Yani devrimde öncü savaşçı rolünü oynayabilecek proletaryanın devrimci partisini inşa etmek; bu parti aracılığıyla bilimsel sosyalizm ile işçi hareketini buluşturmak; ve karmaşık, fırtınalı, inişli çıkışlı devrim mücadelesinde işçi sınıfı ve müttefiki emekçi güçlere rehberlik edecek seferin amiral gemisinin devrim seferini başlatmak.
Bu devrim mücadelesi; bir teorik mücadeledir, aynı zamanda, ideolojiktir, örgütseldir, politiktir, etiktir ve aynı zamanda estetik ve sanat alanlarını da kapsar. Özetle hayatın her anında ve her alanında düşman sınıfla dişe diş kararlı bir mücadeleyi kapsar.
Tam da bu noktada önemli olan; düşman sınıf burjuvaziden tam kopuştur; ideolojik, politik ve örgütsel olarak tam kopuş ve burjuvaziye karşı hayatın bütün alanlarında -yani çok yönlü olarak- tam cepheden saldıran bir mücadeleyi ortaya koymaktır.
Sınıfların ve sömürünün, savaşların, baskının ve zulmün yok edildiği, tüm sınırların anlamını yitirdiği, devletin giderek gereksiz hale gelip tükenen bir mum gibi yavaş yavaş sönümlendiği ve tamamen ortadan kalktığı, tüm insanların bütün yeteneklerini son sınırına kadar ve çok yönlü olarak özgürce geliştirebildiği, yani özgür komünist dünya yurttaşlarının her birinin kendini tam olarak gerçekleştirdiği… bir dünyanın kapıları, böylesine çok yönlü bir mücadeleyle aralanacak ve böylece insanlığın içinde yaşadığımız tarih öncesi barbarlık dönemi son bulacaktır.
Ya da -tabii dünyamızın sıradan insanları örgütlenip dünyamızın kaderine bir an önce el koyamazlarsa eğer- kapitalist-emperyalist barbarlığın doymak bilmez kar, güç ve iktidar hırsıyla, emekçi sınıfları en acımasız biçimde sömürüp ezmekle, insanı insanlıktan çıkarmakla yetinmeyip doğayı ve doğal yaşamı –ve tabi kendileri dahil insan türünü de- tümüyle yok etmesi ve/veya fıtratında olan kaçınılmaz bir dünya savaşıyla mavi gezegen nükleer bir mezarlık haline getirecektir.
****
Bu soylu mücadele; hayatın her alanında ve elbette estetik alanda da, sanat ve kültür alanında da verilmelidir. Ülkemizin ve bütün dünyanın tüm devrimci Ne yazık ki epeyce bir zamandır devrimci yaratıcılık ve entelektüel üstünlüğümüz zaafa uğramıştır. Bu bizim için çok olumsuz bir durumdur ve pek de şaşırtıcı değildir. Destanlar yazılabilmesi ve destanlar yazılması ve destenler yazacak dev sanatçılar ortaya çıkabilmesi için işçi sınıfının ve tüm devrimcilerin sınıflarıyla birlikte destanlar yaratması gerekmektedir.
Bunun sağlam bir altyapısını oluşturmak için; Sahip olduğumuz: olağanüstü zenginlikte bir tarihsel, toplumsal bir deney ve çok zengin kuramsal, eleştirel ve sanatsal birikime sıkıca sarılmalı; onun yaşayan devrimci özsuyundan beslenerek günümüzün ve geleceğimizin kültürünü ve sanatını ölümsüz eserlerle zenginleştirmeliyiz.
19. Yüzyılın Balzac’tan, Tolstoy’a, Charles Dickens’e, Dostoyevski’ye kadar tüm eleştirel gerçekçi yazarlarının genç devrimcilerce okunmasını, sosyalist gerçekçi bir anlayışla eleştirilmesini sağlamalıyız.
Sosyalist ve devrimci-demokrat sanatçıların –kavgamızın bu sanat cephesindeki savaşçılarının- verimlerini örgütlü olarak yaygınlaştırmalı, toplumcu gerçekçi bir eleştiriye tabi tutmalı, genç kuşaklara mal etmeliyiz,
Sosyalist estetik bilimi, toplumcu gerçekçi eleştiri konusunda tüm dünyada sosyalist kuramcı ve eleştirmenlerin çalışmalarını güncelleştirmeli ve bu alt yapıya dayanarak bu alandaki devrimci birikimi ileri taşımalıyız. Örneğin;
Plehanov, Terry Eagleton, Georges Lukas, Ernest Ficher, Pospelov, Fethi Naci, Asım Bezirci, Bedrettin Cömert… gibi eleştirmenlerin;
Maksim Gorki, Nazım Hikmet… gibi, sanat eserlerini üretirken aynı zamanda devrimci estetik ve sanat alanında da eserler vermiş büyük sanatçıların sağladığı birikimlerden yararlanmalıyız.
Bu birikime dayanarak burjuvazinin, insanlara, ‘sanat’ adına parlatıp pazarladıkları gericiliği, milliyetçiliği, geleceksizliği, popüler kültür adıyla pornografiyi, yüzeyselliği, bireyciliği, bencilliği, olmak yerine sahip olmayı bilinçlere kazıyan, özgürlüğü sahip olma ve satın alabilme özgürlüğü olarak pazarlayan, umutsuzluğu, yozlaşmayı, çürüme ve çöküşü yaygınlaştıran … eserlerini devrimci -yani sanatsal ve sınıf temelli- bir eleştiriden geçirip bu alanda bir savaş başlatmalıyız.
Yaşadığımız ve üzerimize bir karabasan gibi çöken bu süreci derinliğine işleyen, görünenin ötesine geçip asıl görülmesi gerekeni açığa vuran ve yüksek bir estetik düzeyi tutturan sanat eserleri üretmek, üretenlerin önünü açmak, örgütsel olarak destek olmak önemli bir görevdir.
Ki bu konuda orta halli ve pek de başarılı olmayan yapıtlara, bizim diye hak ettiğinden fazla değer vermek ve abartarak değerlendirmek yanlıştır ve ters teper. Devrimci sanatçı ve estetin yalnızca yetenekli olması yetmez; çok çalışkan, çok birikimli, yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmak gibi bir sorumluluğu vardır.
Bielinski “ Bir şiir, halkın en acil sorunlarına en doğru çözümleri getirmiş olsa bile, eğer şiiriyet (estetik değer, sanat değeri) taşımıyorsa o çok kötü sunulmuş bir iyi niyetten başka bir şey değildir.”
Devrimci Kültürün Tarihsel Kökleri
Son olarak, devrimci sanatı besleyecek olan ve devrimci bir estetin bigane kalamayacağı gür bir kaynaktan söz etmek istiyorum: Ezilenlerin çetin yaşamlarından fışkıran ve zulme karşı verdikleri kavgadan doğan anonim kültür ve sanat.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi çok iyi bilinen toplumsal bir gerçek de şudur: Sınıflı bir toplumda egemenlerin kültürü, egemen kültürdür. Ne var ki baskı, sömürü ve zulmün egemen olduğu bir toplumda ezilenlerin çetin yaşam koşullarından fışkırıp filizlenen, tarih boyunca verdiği mücadelelerle beslenen ikinci bir karşıt kültür vardır: Ezilenlerin kültürü ve sanatı. ( Örneğin; kimi komünal geleneklerini hâlâ koruyan Dersim halkının dayanışma kültürünü, kırımlardan sonra dağ eteklerine, orman içlerine çekilmiş yoksul alevi köylülerinin kültürü, zulme karşı başkaldıranların ve onların sözcüleri olan halk sanatçılarının ürettiği kültür, işçi sınıfı ve kent yoksullarının ürettiği dayanışma kültürü, farklı inanç ve kimlikleri ezmeye ve zorla asimile etmeye başkaldıran halkların isyan kültürü…)
Ne var ki ilerici, demokratik ve sosyalist bir öz ve unsurlar taşıyan bu kültür, sömürücü sınıf güçlerince etkilenip çürütülmeye çalışılır ve sürekli baskı altında tutulur; yani bu kültürün içine egemen kültürün gerici unsurları da sızar, filizleri her zaman hoyratça kırılıp ezilmek istenir ama tamamen yok edilemez, hep inatla var olmaya devam eder. Yazılmasına fırsat verilmese de destanlarla, söylencelerle, türkülerle varlığını sürdürür. Bu çoğu anonim ve sözlü kültür ve sanat; dayanışmacı ve ortaklaşmacıdır, paylaşımcı ve adildir, adalet duygusunu, isyan ve başkaldırı ruhunu yaşatmaya devam eder.
Komünistler ve özellikle devrimci sanatçılar; bu kültür ve sanatın ilerici-devrimci özünün en doğal mirasçılarıdırlar. Elbette egemen sınıfın gerici kültüründen bu kültüre sızmış olan unsurları ayıklarlar ve geleneksel devrimci kültürün yaşayan devrimci özsuyunu alarak bunu proletaryanın çağdaş devrimci kültür ve sanatıyla yoğurarak bugünün ve geleceğimizin sanatını yaratırlar.
Son sözümüz şunlar olsun: Bütün bu görevler; işçi sınıfımız ve emekçiler arasında kökleşmiş sımsıkı bir örgütlülüğü gerektir. Hep beraber umutlu, coşkulu türküler söyleyebilmek için güzel ve yaşanası bir dünyayı yaratmak için hep beraber savaşmak gerekir. Şairlerimizin destanlar yazabilmesi için işçi sınıfımızın, emekçi halklarımızın destanlar yaratması gerekir.
Sonuç olarak şunu özellikle belirtmek gerekir ki; yaratıcı üstün yeteneklere sahip bir sanatçının; bilimsel devrimci materyalist teoriyle donanmış olması, bu sayede çözülüp dağılmakta olanla gelmekte olanı apaçık görebilmesi, işçi sınıfının mücadelesine kendini sınırsız adaması ve onun devrimci örgütünde yer alması, emekçilere dışarıdan ve yukarıdan bakmak yerine, onları içlerinden biri olarak tanıyıp sevmesi… o sanatçının ufkunu genişletir, nefesini açar, yaratıcılığını besler, üstün nitelikli evrensel ve kalıcı ürünler ortaya koymasını mümkün kılar.
Nâzım’dan güzel bir örnekle yazımızı noktalayalım:
Biz komünist sanatçılar “Memleketimiz, halkımız, dünyamız ve insanlarımız için en güzel şiirlerimizi, en güzel hikâyelerimizi yazacağız… Rahatlığımızdan, şahsî emniyetimizden yüzümüz kızaracak, dehşetli azap duyacağız; fakat Türk halkına ve dünyamızın insanlarına söyleyebileceklerimizin en güzellerini söyleyeceğiz. ( Sanat ve Edebiyat Üstüne, s. 90 118)
Not: Dergimizin bir önceki sayısında ilk bölümü yayımlanan ve Nâzım Hikmet’in devrimci sanat teorisi ve toplumcu gerçekçi edebiyata ilişkin görüşlerini ele alan yazı dizisinin ikinci bölümü, Söz ve Eylem’in bir sonraki sayısında yayımlanacaktır.