1-İşçi Sınıfı Konumu ve rolü
İnsan tarihin öznesidir, değişir ve değiştirir. Öznesi insan olmayan bir tarihsel süreçten söz edilememeyeceği için, tarihsel eylemin en üst biçimi olan komünizmin zorunluluğu ve kaçınılmazlığı insan eyleminin, bu eylemin toplumsal gücü olan işçi sınıfının dışında aranamaz. Sınıf mücadelesi dışında bir tarih anlayışı idealizmdir.
İşçi sınıfı, sermayenin karşıt kutbu olarak, emek – sermaye ilişkisine son verecek toplumsal gücü oluşturur. Ancak işçi sınıfı, kendi nesnel konumunun ona yüklediği bu görevi, kendi nesnelliği içinde kalarak gerçekleştiremez. Bizzat bu durum, işçi sınıfının sınıf olarak bir değişime uğramasını şart koşar. Bu değişimin alanı ise siyasal mücadele arenasıdır.
Siyasal mücadele alanı, işçi sınıfının devrimci değişiminin gerçekleştiği gerçek mücadele alanıdır. Her siyasal mücadele, karakteri gereği, egemen sınıfa yönelik bir iktidar mücadelesidir. Bu mücadelede işçi sınıfı, ekonomik mücadelesiyle doğrudan ulaşamayacağı farklı mücadele bilinç ve örgütlülüğüne, farklı mücadele biçim ve araçlarına ihtiyaç duyar. İşçi sınıfına bu yeni mücadele biçim ve araçlarını bilimsel komünizm sunar. İşçi sınıfının değişimi için zorunlu olan bu araçlar, toplumsal değişim için de bir zorunluluktur.
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde, toplumsal devrimin zorunlu koşulu olan bu sınıfsal değişimi şöyle ifade ederler: “Tarihte dönemsel olarak meydana gelen devrimci sarsıntının mevcut her şeyin temelini devirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şey, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşullarıdır; tam bir alt üst oluşun maddi ögeleri, bir yandan mevcut üretici güçler, öte yandan da devrimi, yalnız geçmiş toplumun özel koşullarına karşı değil, daha önceki “yaşamın üretiminin kendisine karşı, bu üretimin temeli olan “faaliyetlerin tüm toplamına” karşı yapan devrimci bir yığının oluşmasıdır; Eğer bu koşullar yalnızca, pratik gelişme için, bu alt üst oluş ideasının daha önce binlerce kez ifade edilmiş olması, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz.” (Marx-Engels, Alman İdeolojisi., s. 72)
Yine Engels, Anti-Dühring’de işçi sınıfının tarihsel rolü ve bu rolü gerçekleştirme koşullarına değinerek şunları yazar: “Bu dünyayı kurtarma işinin üstesinden gelmek… işte modern proletaryanın tarihsel görevi. Bu işin tarihsel koşullarını ve bu yoldan niteliğini derinliğine irdelemek, bugün ezilen sınıf olan, bu işi görmekle görevli sınıfa, kendi öz işinin koşulları ve niteliği üzerine bilinç vermek… İşte proleter hareketin teorik dışavurumu olan bilimsel sosyalizmin görevi.”( Engels, Anti-Dühring, Sol Yay. s.450)
Lenin, Marx ve Engels’in yukarıda açıkladığımız görüşlerini “ Ne Yapmalı” da “bilimsel komünizm ile işçi hareketinin birliği” olarak kısa ve özlü bir biçimde ifade eder. ( Lenin, Seçme Eserler, cilt II, İnter Yay. s. 23)
Bu alıntılardan da anlaşılacağı gibi, ne Marx ve Engels, ne de onların oluşturdukları teorik temel üzerinden devrim ve parti teorisini geliştirip yetkinleştiren Lenin, kapitalizmden komünizme geçişi kendiliğinden bir süreç ve bu sürecin toplumsal gücünü oluşturan işçi sınıfını da kendiliğinden devrimci bir sınıf olarak ele almazlar. İşçi sınıfının tarihsel rolünü ortaya koymada – kapitalizmin yıkılması, sınıfsız toplumun kurulması – bu sınıfın tarihin herhangi bir evresindeki öznel durumundan değil, onun kapitalist üretim ilişkileri karşısındaki nesnel konumundan hareket ettiler. İşçi sınıfının tarihsel görevini yerine getirme kapasitesini (potansiyelini) bu nesnel konumda görerek onu, modern toplumda kapitalizmi yıkabilecek “gerçek devrimci tek sınıf” olarak tanımladılar. ( Komünist Manifesto, Öncü Kitapevi, s.54)
Marx ve Engels’e göre, kapitalizm var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sadece işçi sınıfını yaratmak ve büyütmekle kalmaz; onun eline kapitalizmi yok edecek silahı da verir. Bu silah, ‘bilimsel komünizm’dir. Sermaye üretim sürecinde sermayenin gücü olarak yer alan işçi sınıfı ancak bu silahı etkin bir biçimde kullanarak tarihsel süreçteki özne rolünü oynayabilir.
Marx ve Engels’in, işçi sınıfını “kapitalizmin mezar kazıcısı” olarak nitelemeleri ve aynı anlama gelmek üzere, “işçi sınıfının kurtuluşu yine işçi sınıfının kendi eseri olacaktır” vurgusu ancak bu çerçevede kavranılabilir. Tarihte hiçbir sınıf kendi kurtuluşunun koşullarını kavramadan, bunun gerekli kıldığı araçlara sahip olmadan, kendi devrimci rolünü oynayamaz.
Kapitalist üretim ilişkisi karşısındaki konumundan hareketle işçi sınıfının “kapitalizmin mezar kazıcısı” olduğu ne kadar nesnel bir belirleme ise bu görevin pratikte yerine getirilmesi de o kadar özneldir. Burada işçi sınıfı açısından sorun nesnenin özneleşmesi sorunudur. Tıpkı doğada olduğu gibi, potansiyel enerjinin dış bir itiyle her şeyi alt üst eden kinetik enerjiye dönüşmesi gibi. Toplumsal alanda bu dış iti, işçi sınıfına bilinç ve örgütlülük ögelerini veren bilimsel komünizmdir. Yine aynı şekilde toplumsal kurtuluş bir bilinç ve eylem haline dönüşmeden önce “tarihsel bir olgudur.” “ Belirli bir çağda devrimci fikirlerin varlığı, daha önceden devrimci bir sınıfın varlığını varsayar.”( Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay. s. 81) Devrimci fikirler – bilimsel komünizm – bu sınıfın nesnel varoluş koşullarından “fışkırır.” Ve ancak bu koşullar kavrandığında kavranabilir, bu da kendiliğinden oluşmaz.
Üzerinde en çok tartışma yürütülen bu sorunun çözümü bizi madde ve bilinç arasındaki ilişki sorununa taşır. Bilincin maddi temeli, oluşumu ve işlevi başlı başına ele alınması gereken bir konudur. Biz burada, bu yazının kapsamı içinde konuya kısaca değinmekle yetineceğiz.
Marx ve Engels bilincin maddi temeli, oluşumu ve işlevi konusunu Alman İdeolojisi’nde ayrıntılı bir biçimde incelediler. “ ..bireylerin zihinlerindeki tasarımlar, gerek onların doğa ile olan ilişkileri hakkındaki, gerek kendi aralarındaki ilişkileri hakkındaki, gerekse kendi öz doğaları hakkındaki fikirleridir. Şurası besbellidir ki, bütün bu durumların hepsinde, bu tasarımlar, onların ilişkilerinin, gerçek eylemlerinin, üretimlerinin, alışverişlerinin, siyasal ve toplumsal (organizasyonlarının ) davranışlarının – gerçek ya da hayali – bilinçli ifadeleridir. Bunun tersi bir varsayım ileri sürmek, ancak maddi olarak koşullandırılmış gerçek bireylerin tini dışında daha başka bir tini, özel bir tini varsaymakla mümkündür. Eğer bu bireylerin gerçek yaşam koşullarının bilinçli ifadesi bir hayal ürünü ise, eğer onlar tasarımlarında gerçeği başaşağı ediyorlarsa, bu olayda gene onların sınırlı eylem biçimlerinin ve bundan doğan daracık toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur.”( Alman İdeolojisi, Sol Yay. s.44- dipnot 14)
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı önsözde, Alman İdeolojisi’nde ortaya koydukları görüşleri özlü bir biçimde özetledi: “Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar aralarında, belirli, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü toplumun iktisadi yapısına, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli teşkil eder. (altyapı y.) Maddi hayatın üretim tarzı; toplumsal, siyasi ve genel olarak entelektüel hayat sürecini şartlandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir, tam tersine onların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay. s.23)
Marx ve Engels’e göre, madde ile bilinç, toplumsal varlık ile toplumsal bilinç arasındaki ilişki, ilk olarak, bir belirleyen ve belirlenen ilişkisidir. Bilincin maddeden bağımsız bir var oluş koşulu var olmadığı gibi, bir tarihi de yoktur. Bu anlamda madde belirleyicidir. Bunun tersini savunmak felsefi olarak idealizme, siyasal olarak da burjuva ideolojisinin kabulüne yol açar. İkinci olarak madde ile bilinç arasındaki ilişki edilgen bir ilişki, yani, tek taraflı bir belirleyen belirlenen ilişkisi değil, etken bir ilişkidir. ‘Düşüncenin kökenini göstermek onun etkisini ortadan kaldırmaz, sadece her çağın düşüncelerinin o çağın üretim tarzından doğduğunu gösterir.’ Bilinç de madde üzerinde çok yönlü bir etkide bulunur. Hatta bazan bu etki, bilincin maddeyi belirlediği gibi yanılsamalı bir duruma bile yol açabilir.
Marksist bilgi teorisi, toplumsal bilincin oluşumu, varlık bilinç ilişkisi (altyapı – üstyapı ilişkileri vb.) dün olduğu gibi, bugün de Marksizm’e saldırının önemli alanlarından biri olmuştur. Kapitalizmden komünizme geçişte işçi sınıfının, devrimci mücadelenin temel toplumsal gücü olamadığını, bu süreçte sınıf olarak devrimci bir rol oynayamayacağını ileri sürenler de tam tersine, işçi sınıfının devrimci bir değişime uğramadan bu görevi kendiliğinden yerine getirebileceğini öne sürenler de dönüp dolaşıp hep Marksist teoride bir açık kapı bulmaya, Marx, Engels ve Lenin’in bu konudaki düşüncelerini cımbızlayarak birbirinin karşısına koymaya çalışmışlardır. Marksizm’e, “Marksizm’in içinden” yöneltilen bu saldırıların en yaygın olanı, Marx ve Engels’in varlığı etken, bilinci edilgen (altyapıyı etken, üstyapıyı edilgen) olarak belirledikleri iddiasıdır. Marksizm’e karşı tümüyle idealist bir çerçeveden yöneltilen bu saldırılara en etkili cevabı Marx’ın ölümünden sonra Engels ve Lenin verdiler.
Engels, C. Schmidt’e yazdığı 27 Ekim 1890 tarihli mektupta üstyapının ( devlet, hukuk, felsefe, din, ideoloji vb.) altyapı ile ilişkisi ve altyapı üzerindeki etkisini ayrıntılı bir biçimde ele aldı. Yine Engels’in F. Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 tarihli mektup ise hem bir özeleştiri, hem de saldırılara bir cevap niteliğindedir: “… Doğrusunu söylemek gerekirse Marx ile benim yazılarımızda her zaman yeterince vurgulamayı başaramadığımız ve bu yüzden eşit olarak suçlu olduğumuz bir şey var. Şöyle ki her şeyden önce biz, politik, hukuksal ve diğer ideolojik kavramları ve bu kavramlar aracılığıyla doğan eylemleri, temel ekonomik olgulardan çıkarmaya asıl önem verdik. Ancak, bunu yaparken, biçimsel yanı – bu kavramların vb. oluşma tarzını – içerik uğruna ihmal ettik. Bu durumda, bize karşı olanlara – Paul Bart bunun çarpıcı bir örneğidir – yanlış yorumlar ve çarpıtmalar için elverişli bir fırsat yarattık… Güya biz, tarihte rol oynayan çeşitli ideolojik alanların bağımsız tarihsel bir gelişimi olduğunu inkâr etmekle bunların, tarih üzerine bir etkisi bulunduğunu da inkâr ediyormuşuz. Bunun kaynağı neden ile sonucu kaskatı zıt kutuplar olarak gören ve karşılıklı etkileşimi hiç hesaba katmayan yaygın diyalektik karşıtı görüştür. Tarihsel bir ögenin, en sonunda başka ekonomik nedenler tarafından meydana getirilir getirilmez, kendisinin de tepki gösterdiğini, çevresi ve hatta kendisini doğuran nedenler üzerinde etkili olabildiğini bu beyler çoğu kez kasten unutuyorlar.” ( Marx – Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yay.s. 111 – 113)
Engels’ten sonra Lenin de Marksizm’e yöneltilen bu aynı saldırıya ‘Materyalizm ve Ampiryokritisizm’ de şöyle cevap verir:
“ Genel olarak varlık ile genel olarak bilinç nasıl özdeş değilse, toplumsal varlık ile toplumsal bilinç de özdeş değildir. İnsanların birbirleriyle olan ilişkilerinde bilinçli varlıklar olarak davrandıkları olgusundan hareketle toplumsal bilincin toplumsal varlıkla özdeş olduğu sonucu çıkartılamaz. Ancak karmaşık bütün toplumsal biçimlerde, özellikle kapitalist toplumsal biçimlemede, insanlar, birbirleriyle ilişki kurduklarında, aralarında kurulan toplumsal ilişkilerin ve ilişkilerin gelişmesine hükmeden yasaların vb. ne türden olduklarının bilincinde değildirler. Örneğin tahılını satan köylü, dünya pazarında dünyanın bütün tahıl üreticileriyle “ilişki” içine girmiş olur ama o, ne bunun bilincindedir ne de bu alışverişin temelini oluşturan toplumsal ilişkilerin türünün bilincindedir. Toplumsal bilinç toplumsal varlığı yansıtır, Marx’ın öğretisi budur.” ( Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Sol Yay.s.361)
Marx, Engels ve Lenin’den yaptığımız bu alıntıların özeti, “ Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan veya dolaylı bir biçimde insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkilerine bağlı” olduğu, bunun “gerçek yaşamın dili” olduğu (Alman İdeolojisi, Sol Yay.s.44), “ortam ve koşulların”“insanları yarattığı kadar”, “insanların da ortam ve koşulları yarattığı”dır. ( a.g.e, s.72) Eğer toplumsal bilinç toplumsal varlıktan bağımsız bir var oluşa sahip değilse toplumsal bilinç toplumsal varlığın bir ürünü, bir yansıması ise ve “insanlar mevcut oldukları sürece böyle” kalacaksa, (a.g.e,56) buradan çıkan sonuç, komünizm bilincinin, bu bilinci doğuran toplumsal koşullardan ve bu koşulların bir ürünü olan işçi sınıfından bağımsız olarak ele alınamayacağıdır. “Değişim düşüncesi toplumun maddesel hayatının evriminde köksalar, onları kavrayan bilinç onları değiştirmenin aracı haline gelir. Köklü bir devrim bilinci bu bilince rehberlik eden üretim ilişkisindeki çatışmadan doğar, bu çatışma olmadan böyle bir bilincin ortaya çıkması olanaksızdır.”Toplumsal bilinç çelişkili karakterini de bu temelden alır. Bu temel aynı zamanda bilincin neden bu temelden kendiliğinden doğmadığını da açıklar.
İşçi sınıfının toplumsal varlığıyla doğrudan ilişkili olmasına rağmen, komünist bilincin bu sınıf içinde neden kendiliğinden oluşamayacağı sorunu, ilkin bilincin oluşum süreciyle, ikinci olarak da emek – sermaye ilişkisinin örtülü niteliğiyle bağlantılıdır.
Lenin’in dediği gibi “Genel olarak varlık ile genel olarak bilinç nasıl özdeş değilse, toplumsal varlık ile toplumsal bilinç de özdeş değildir.” Bundan çıkan sonuç işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki varlığı ile bu sınıfın tarihsel konumunu yansıtan komünizm teorisinin de özdeş olmadığıdır. Başka bir deyişle, komünizm bilincinin işçi sınıfının toplumsal varlığıyla arasında bir bağ vardır. Marx’in da dediği gibi bu bilim oradan “fışkırır.” Bu bağ işçi sınıfının komünizm teorisine yatkınlığını anlatsa da komünist bilinç bu ilişkiden otomatik olarak, kendiliğinden doğmaz.
Engels bilincin oluşumunda ortaya çıkan bu durumu şöyle açıklar: “ Ekonomi politik ve diğer yansımalar tıpkı insan gözündeki yansımalar gibidir; yoğunlaştırıcı bir mercekten geçerler ve bu nedenle de ters, baş aşağı görünürler; yalnız imgeyi ayakları üstüne oturtacak bir sinir sistemi burada yoktur. Para piyasasındaki insan, sanayideki ve dünya piyasasındaki hareketi ancak paranın ve borsanın tersyüz olmuş yansıması olarak algılar ve böyle olunca sonuç, ona göre neden halini alır.” ( Marx – Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yay.s. 104)
Bu yanılsamalı durum, emek sermaye ilişkisi için geçerlidir. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, bir sonraki toplumun üretim ilişkileri, mevcut toplumun bağrında oluşmaya ve gelişmeye başlar. Örneğin kapitalist üretim ilişkisi feodal toplumun içinde oluşur. Bu durum yükselmekte olan sınıfa, kendine ait üretim ilişkilerine dayalı belirli bir bilinç ve örgütlülük ögesi kazandırır. İşçi sınıfı kapitalist toplum içinde böyle bir üretim ilişkisine sahip olmadığı gibi, mevcut üretim ilişkisi de işçinin ondan doğrudan bir bilinç elde etmesini de perdeler. Marx, kapitalist ücret sistemine dayandırdığı ve sermayenin mistifikasyonu olarak adlandırdığı bu durumu şöyle açıklar : “… işçi ücretini çalıştıktan sonra aldığından ve ayrıca kapitaliste verdiği şeyin kendi emeği olduğunu bildiğinden, işgücünün değeri ya da fiyatı, ona, zorunlu olarak, bizzat emeğinin fiyatı ya da değeri gibi görünür… İşte bu yanlış görünümdür ki ücretli emeği emeğin öteki tarihsel biçimlerinden ayırt eder. Ücretlilik sistemi temeli üzerinde, ödenmemiş emek bile ödenmiş emek gibi görünür.” ( Marx- Engels, Seçme Yapıtlar, cilt II, Sol Yay. s.71 – 72) 1800’lü yılların başında işçilerin durumlarının kötüleşmesinden makinaları sorumlu tutup öfkelerini makinalara yöneltmeleri bu yanılsamanın sonucudur.
Bu gizem kapitalist ilişkiyi tersyüz ederek, sanki emekle sermaye eşit koşullar ve haklar altında ortaklaşa üretim sürecine katılıyor, ortak bir meta üreterek, üretim sürecine yaptıkları katkıyı eşit olarak bölüşüyormuş gibi bir görüntü yaratır. Bu yanılsama içinde işçinin gerçekte kendi nesneleşmiş emeği ile ( üretim araçları) girdiği ilişki ona, sermaye ile ilişkisi olarak görünür.
Bu yanılsama içinde, işçinin kendi koşulları içinde kalarak elde ettiği şey, iş koşullarının olumsuzluğu ve ücretlerle ihtiyaçlar arasındaki oransızlık ve buna karşı mücadele ( ekonomik mücadele) zorunluluğudur. Kapitalist ücret sisteminden doğan bu yanılsama, ulus mistifikasyonu (ulusun sınıfları birbirine bağlayan bir bağ olarak sunulması) ile burjuva ideolojisinin egemen konumuyla desteklenir ve kemikleştirilir.
İşçi sınıfının bu yanılsamadan kurtuluşu, kendi kurtuluşunun koşullarını kavramak ve buna uygun araçları yaratmakla olanaklıdır. Bunu ona sunan da bilimsel komünizmdir.
İşçi sınıfının devrimciliği onun kapitalist toplumdaki var oluş ve kurtuluş koşullarının niteliğini kavramasıyla gerçeklik kazanır. Ama işçi buna mevcut ilişki biçimi içinde kendiliğinden ulaşamaz; işçi bu koşulların ona yüklediği görevleri ancak onları inceleyerek kavrayabilir. Bilimsel komünizm ona bu yöntemi ve olanağı sunar. Ancak işçi sınıfı sürekli olarak karşıt gücün ideolojik ve fiziki baskısı altında kaldığından, kendi var oluş koşullarının bilincine varması onun otomatik olarak, kendiliğinden harekete geçmesine yol açmaz. Edindiği bilinci örgütle birleştirdiğinde ona hareket olanağı sağlar.
Bundan hareketle, Marx’ın “İşçi sınıfı ya devrimcidir, ya da hiçtir.” vurgusu onun nesnel varoluşuna değil de öznel durumuna ilişkindir. Lenin, bunu , bilimsel komünizmle işçi hareketinin birliği olarak tanımlamıştır.
2- Marx, Engels ve Lenin’de Ekonomik
Mücadelenin Önemi ve Siyasal Mücadeleyle İlişkisi
İşçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü mücadele teorik, politik, pratik-ekonomik olmak üzere üç biçimde sürer. Bu her üç mücadele biçimi de işçi sınıfının sermaye ile ilişkisinden doğar. İşçi sınıfı, sermayenin oluşum ve birikim sürecinde hem sermayenin bir bileşeni hem de karşıt kutbu olarak yer alır. Sermayenin bir bileşeni olarak sermaye hareketinin devamında, sermayenin üretimi ve yeniden üretiminde belirleyici bir rol üstlenirken, sermayenin karşıt kutbu olarak sermayenin ortadan kaldırılmasının toplumsal gücünü oluşturur. İşçi sınıfının sermaye ile olan bu ilişkisi, onun mücadelesinin birbirinden farklı bilinç ve örgütlülük düzeyleriyle ayrılan farklı biçimlerini belirler.
Ekonomik mücadelesinde işçi sınıfı, sermayenin bir bileşeni olarak hareket eder. Sermayenin genel eğilimi olan ücretlerin en aşağıya, asgari sınıra düşürülmesine karşı, ücretlerin ve iş koşullarının korunması ve iyileştirilmesi için mücadele eder. Bu mücadele, emeğin sermaye ile yan yana gelişiyle başladı, çeşitli biçimlerden geçerek bugünkü biçimine – sendikalara – ulaştı. İşçi sınıfının kendi yaşam koşullarını koruma refleksinden doğan bu mücadele, birincisi kendiliğindendir; işçinin mevcut konumunu koruma ve iyileştirme bilinci dışında dışarıdan -ekonomik mücadelenin dışından- herhangi bir teorik ve siyasal itkiye ihtiyaç duymaz. İkincisi, bu mücadele mevcut ücretlilik sistemine dokunmadığı ölçüde bir kısırdöngü yaratır. Sermayenin var oluş koşullarına dokunmadığı için, ne ölçüde başarılı olursa olsun, işçinin sermayeye bağımlılığını perçinler. Ancak işçi sınıfı, bir sınıf olarak davranmayı, sınıfsal dayanışmayı, kendisini bölen rekabet karşısında birleşmeyi, güçle kazanma arasında bağ kurmayı ve en önemlisi de bu kısırdöngüyü kırma zorunluluğunu bu mücadeleler sırasında kavrar.
Sınıfın bu ekonomik mücadelesi ve örgütlenmesi sınıf mücadelesi tarihi boyunca kapitalist gelişmeye paralel olarak gelişti. Bu süreçte yardımlaşma sandıkları, kooperatifler vb. modern sendikal hareketin ilk nüvelerini oluşturdular. Bu birliklerde bir araya gelen işçiler kendi iç dayanışmalarını kurdular. Dayanışma işçiler arasında rekabeti sınırlayarak, birliğin sınıfsal bir form kazanması ve daha etkin bir mücadelenin mayalanmasının zeminini oluşturdu. Sendikalar – ekonomik mücadele araçları – bu zemin üzerinde ücretlerin korunması ve iş koşullarının iyileştirilmesi mücadelesini üstlenerek, işçilerin daha kapsamlı ve büyük mücadelelere girişmelerinin hazırlık okulları oldular.
Marx, “Felsefenin Sefaleti”nde işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin gelişimini ele alarak sendikal mücadele ve bu mücadelenin siyasal mücadeleyle olan ilişkisi konusunda temel belirlemeleri ortaya koydu.
“Büyük sanayi birbirini tanımayan büyük insan kalabalıklarını bir yerde yoğunlaştırır. Rekabet bunların çıkarlarını böler. Ama ücretlerin korunması, patronlara karşı sahip oldukları bu ortak çıkar, onları ortak bir direnme düşüncesinde birleştirir – dayanışma. Demek ki dayanışmanın her zaman ikili bir amacı vardır, işçiler arasında rekabeti durdurmak, ki, böylelikle kapitalistlerle olan genel rekabetlerini sürdürebilsinler.
Direnmenin ilk amacı, yalnızca ücretleri korumaktan ibaretse de, ilk önceleri birbirinden kopuk olan dayanışmalar, kapitalistler de kendi paylarına bunları bastırma amacıyla birleştikçe, kendilerini gruplar biçiminde oluştururlar ve her zaman birlik olan sermaye karşısında birliğin korunması, ücretlerin korunmasından daha gerekli hale gelir… Bu mücadelede, gerçek bir – iç savaş – yaklaşmakta olan bir savaş için bütün ögeler birleşir ve gelişirler. Mücadele bir kez bunu noktaya ulaştı mı, birlik, politik bir nitelik alır.”( Marks, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay. s.180 – 181)
Ancak bu mücadele burjuvazinin ideolojik, politik ve örgütsel etkisi altında sürdüğünden, hiçbir zaman doğrusal bir çizgi izlemez. Burjuva etki başka bir etkiyle – devrimci etki – etkisiz hale getirilmediği sürece sendikal eylem – ekonomik mücadele – işçi sınıfının esaret zincirini perçinlemekten başka bir sonuç vermez.
Bu yüzden sendikal mücadelenin önemi kadar siyasal mücadeleyle ilişkisi sorunu dün olduğu gibi bugün de komünist harekette ciddi ayrılık ve bölünmelerin nedeni olmuştur. Ayrılık ve bölünmelere yol açan şey, her şeyden önce mücadelenin içeriğiyle ilgilidir.
Sendikalar, işçilerin ücret ve iş koşullarını iyileştirmek için yürüttükleri mücadelede mevcut ücretlilik sisteminin temeline dokunmazken, hatta ortaya çıkış nedenleri tamamen bu ücretlilik sistemi iken, öte yandan işçi sınıfının rekabet içinde bölünmüş güçlerini bir araya toplayarak onların, amacı ücretlilik sisteminin ortadan kaldırılması olan siyasal mücadeleye hazırlanmasında bir kaldıraç görevi görürler. Ekonomik mücadelenin bu özelliği, bu mücadeleyi burjuva etkilere olduğu kadar, komünist etkiye de açık hale getirir. Sendikaların kapitalist toplumdaki yerleri tümüyle dıştan ( siyaset alanından) gelen bu iki karşıt siyasal etkinin çatışması altında belirlenir.
Burjuva siyasal etki en kötü durumda, sendikal mücadeleyi günlük “ acil talepler” mücadelesiyle sınırlandırmayı amaçlarken, komünist siyasal etki bu mücadelenin siyasal mücadeleyle bağlanması ve onunla uyum içerisinde yürütülmesini amaçlar. Bu mücadele pratikte karşımıza her zaman çok net olmasa bile, iki karşıt sınıfın iki farklı taktiği ve siyaseti olarak çıkar.
Sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolünü belirleyen temel kriter, ücretlerin artırılması ve iş koşullarının iyileştirilmesinde elde ettikleri başarılar değil, ücretlilik sistemini, kapitalizmi yıkmak için yürüyen devrimci mücadele karşısındaki konumlarıdır.
Sınıf savaşımı tarihinin de kanıtladığı gibi sendikalar, amacı sınıfsız toplumun kurulması olan kapitalizmi yıkma savaşından koptuklarında, bırakalım ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini, mevcut kazanımlarını bile koruyamıyorlar. Bugün dünya çapında sendikal hareketin içinde bulunduğu durum tam da budur. Bu duruma yol açan işçilerin siyasetten uzaklaşarak, siyasal olarak burjuvazinin eklentisi haline gelmeleridir. Buna son verecek olan da işçi sınıfının yeniden siyaset sahnesindeki devrimci yerini almasıdır.
Marx, Engels ve Lenin, ekonomik mücadelenin siyasal mücadelede de bir kaldıraç işlevi görme özelliğini dikkate alarak, işçi sınıfının ekonomik mücadelesini yürütmek üzere oluşturduğu sendikal birliklere büyük bir önem atfettiler.
Marx, Türkçeye “Ücretli Emek ve Sermaye” Ücret, Fiyat ve Kâr” olarak çevrilen eserinde hem ekonomik mücadelenin sınırlı karakterini, hem de sınıf mücadelesi açısından önemini şu sözlerle vurgular: “ Bu birkaç bilgi, modern sanayinin gelişmesinin bile, zorunlu olarak, dengeyi her gün biraz daha fazla işçinin aleyhine, kapitalistin lehine eğdirmek zorunda olduğunu ve bundan dolayı kapitalist üretimin genel eğiliminin, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltmek değil, ama indirmek, yani aşağı yukarı emek değerini en aşağı sınıra indirgemek yolunda olduğunu göstermeye yetecektir. Ama bu düzende, şeylerin eğilimi böyledir diye işçi sınıfı sermayenin gasplarına karşı direnişten vazgeçmeli ve ortaya çıkan fırsatlarda, durumunda herhangi bir iyileşme meydana getirebilecek her şeyi koparıp almak uğruna çabalarını bırakmalı mıdır ? Eğer işçi sınıfı böyle yapsaydı, biçimsiz, ezilmiş, artık hiçbir umudu kalmamış, ömür boyu açlık çeken yaratıklar yığınından başka bir şey olmamak durumuna düşerdi… Eğer işçi sınıfı, sermaye ile günlük dövüşünde tabanları yağlasaydı, daha büyük çapta şu ya da bu harekete girişme olanağından kendi kendisini yoksun bırakmış olurdu elbette.” ( Sol Yay., s. 156 -157)
Aynı konuda Engels, Alman Sosyal Demokrat Partisinin (ASDP) Erfurt programını eleştirdiği yazısında; “ proletaryanın sermaye ile günlük savaşımlarını yürüttüğü, kendi kendini eğittiği ve günümüzde görülen en kötü gericilik ( şimdi Paris’te olduğu gibi) karşısında bile tümüyle bir daha yok edilemeyecek gerçek sınıf örgütünün” sendikalar olduğunu belirterek, programda “ işçi sınıfının sınıf olarak örgütlenmesinden söz edilmemesini” çok önemli bir eksiklik olarak belirtir.(Markx, Engels, Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay., s.98)
Ekonomik mücadelenin baş tacı edilerek siyasal mücadelenin karşısına konulduğu, buna dayanılarak Marksizmin en temel ilkelerinin, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü ve devrimci partinin reddedildiği bir dönemde Lenin, ekonomik mücadelenin önemini vurgulamaktan geri durmadı. “ Tek sözcükle, ekonomik ( fabrika ile ilgili) teşhirler, ekonomik mücadelede önemli bir kaldıraçtı ve bugün de öyledir. Ve işçileri kendilerini savunmak zorunda bırakan kapitalizm var oldukça bu teşhirler önemini koruyacaktır. En ileri Avrupa ülkelerinde bugün bile, geri bir sanayi kolunda ya da tamamen unutulmuş bir ev sanayi kolunda olumsuzlukların teşhir edilmesinin, sınıf bilincinin uyanması, sendikal mücadelenin başlaması ve sosyalizmin yaygınlaşması için çıkış noktasını oluşturduğu görülebilir.” ( Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay. cilt II, s.84)
Marx ve Engels bir yandan ekonomik mücadelenin ücretler ve iş koşullarının iyileştirilmesi yanında, işçi sınıfının biçimlenmesi ve siyasallaşmasındaki önemine vurgu yaparken, öte yandan bu mücadelenin abartılmasına ve sınıfın toplumsal kurtuluş mücadelesinden bağımsızlaştırılmasına karşı işçileri uyarmaktan da geri durmadılar.
Ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleden koparılması konusunda Marx’ın uyarıları hiçbir ikileme yol açmayacak biçimde nettir.
“Aynı zamanda ve ücretlilik sisteminin içerdiği genel kötüleşmenin tamamıyla dışında olarak, işçiler bu gündelik mücadelelerinin kesin sonucunu fazla abartmamalıdırlar. Unutmamalıdırlar ki, onlar, sonuçlara karşı mücadele etmektedirler, bu sonuçların nedenlerine karşı değil. Unutmamalıdırlar ki aşağı doğru inen hareketi ancak tutabilirler ama onun gidiş doğrultusunu değiştiremezler, ancak geçici çareler uygulayabilirler, ama hastalığı iyi edemeksizin…” “ Adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret” gibi tutucu slogan yerine, bayrakları üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar : “ücretliliğin kaldırılması”. Marx uyarısını şöyle sürdürdü: “ Sendikalar, sermayenin gaspetmesine karşı direniş merkezleri olarak yararlı iş görürler. Güçlerini pek yerinde olmayan bir biçimde, düşünmeden kullandılar mı, kısmen hedeflerini gözden kaçırırlar. Aynı zamanda mevcut düzenin değiştirilmesine ve örgütlü güçlerine, emekçi sınıfın kesin kurtuluşu yani ücretliliğin kesin olarak kaldırılması için bir kaldıraç gibi kullanmaya çalışacakları yerde, düzenin sonuçlarına karşı yer yer küçük çatışmalarla verilen bir mücadeleyle yetindikleri anda da hedeflerini büsbütün yitirirler”.(Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Sol Yay. s. 157 – 158)
Marx ve Engels sınıfın ekonomik mücadelesinin önemsizleştirilmesi ve abartılmasına karşı sadece işçileri uyarmakla yetinmediler. Gerek ekonomik mücadeleyi mevcut burjuva düzeninin tanınması olarak gören Proudhon’cu, Bakunin’ci anarşist görüşlere, gerekse bu mücadeleyi siyasal mücadeleden kopararak, onun karşısına koyan, sınıf mücadelesini sendikalizm derekesine düşüren reformizme ( Lasalcılık vb.) karşı amansız bir mücadele yürüttüler. Bu mücadelede ilk pratik – siyasal başarıyı uluslararası Emekçiler Birliği’nin ( I. Enternasyonal) kurulmasıyla elde ettiler.
Enternasyonalin 1866’da Cenevre’de yapılan 1. Kongresi sendikal mücadelenin önemi ve siyasal mücadeleyle ilişkisine dair Marksist tezleri onayladı. Asıl başarı ise Enternasyonalin 1871 Londra Konferansında elde edildi. Konferans, “ işçi sınıfının mücadele durumunda, ekonomik eylemiyle siyasal eyleminin ayrılmazcasına birbirine bağlı olduğunu” karar altına aldı. Bu aynı zamanda işçi hareketi içinde sendikalar ve siyasal mücadeleye ilişkin o güne kadar sağlanamayan görüş birliğinin de sağlanması anlamına geliyordu.
Komünist hareket içinde ekonomik mücadeleye dair oluşan bu görüş birliği ASDP’nin mücadele pratiğiyle de pratik olarak teyid edildi. ASDP, 1870’li yıllardan başlayarak hem sendikaların güçlenmesinde hem de ekonomik mücadeleyle siyasal mücadelenin uyumlu yürütülmesinde önemli başarılar elde etti. Engels, daha önce de belirtildiği gibi, bu başarıyı büyük bir coşkuyla karşıladı.
Ancak ASDP’nin yakaladığı bu üstünlük fazla uzun sürmedi. Önce 1870’li yılların ortasında Bernstein’ın cılız çıkışı ile bozulmaya başlayan uyum, 1890’ların sonunda ASDP içinde revizyonizmin güçlenmesiyle yerini “uyumsuzluğa” bıraktı. Siyasal hareket sendikal hareketin gölgesine sığınırken, Sosyal Demokrat partiler de, sendika sekreterliği mertebesine düşürüldü.
İşçi hareketinde sınıf mücadelesinden sınıf uzlaşmacılığına geçişi temsil eden bu revizyonist akımın köklerinin, kapitalist gelişmenin emperyalist aşamasında olduğunu ve uluslararası bir nitelik taşıdığını ilk gören Lenin oldu. Yukarıda da açıklandığı gibi Lenin Ne Yapmalı’da bu akıma karşı bayrak açtı. Lenin’in üstlendiği bu mücadele aynı zamanda sınıf mücadelesinin üç biçimi arasında (“teorik, siyasal ve pratik ekonomik” ) bozulan uyumun yeni bir tarzda yeniden kurulmasıydı.
3-Kendiliğindencilik
ve Bilincin “Dışardan Taşınması”
Lenin’in Ne Yapmalı’da Ekonomizme karşı yürüttüğü mücadelenin önemli iki kavramı “kendiliğindencilik” ve sınıf bilincinin “dışarıdan taşınmasıdır”. Bu kavramlar dün olduğu gibi bugün de Marksizmden reformizme geçenlerle Marksistler arasında bir tartışma konusu olagelmiştir.
Sözlük anlamı “dış bir iti olmadan gerçekleşen” olan kendiliğindenliği Lenin Ne Yapmalı’da, işçi sınıfının kendi koşulları içinde kapitalistlere karşı yürüttüğü sendikal, pratik – ekonomik mücadeleyi kastederek kullandı. ( Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay.,cilt II., s.80 – dip not )
Yine Lenin, Ne Yapmalı’da sıkça kullandığı ‘işçi sınıfına siyasal bilincin dışarıdan taşınması’nmasındaki dışarıdan ve taşıma sözcüklerini günlük kullanımından farklı anlamlarda kullandı. Günlük kullanımında bir mekanı ifade eden dışarıdan sözcüğüyle, sınıf mücadelesinin ekonomik mücadele alanı dışındaki, sınıfların iktidar mücadelesini verdikleri siyasal mücadele alanını tanımladı. Taşıma sözcüğünü ise, bir şeyin bir yerden başka bir yere naklinden farklı olarak, işçi sınıfının kendi doğrudan mücadelesi ile – ekonomik mücadele – elde edemediğini edinmesi, başka bir deyişle işçi sınıfının bilimsel komünizmle buluşması olarak kullandı.
Bu kısa notlardan sonra yeniden konuya dönersek;
Tartışma 1900’lerin başında ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin niteliği ve ilişkisi temelinde başladı. Tartışmanın temel noktası, ekonomik mücadelenin gerekli olup olmadığı değil, bu mücadelenin işçi sınıfının kurtuluşu için yeterli olup olmadığıydı.
Tartışan tarafların her ikisi de ( Bernstein’cılar, Ekonomistler – Lenin ve Iskra’cılar) ekonomik mücadelenin önemi konusunda hemfikirdiler. Lenin bu mücadelenin ortaya çıktığı dönemden çok daha sonra, sendikalar üzerine yazdığı bir broşürde bu “ hemfikirliğe” değindi. “Bolşeviklik ile Menşeviklik arasındaki ayrılık, Bolşevikliğin sendikalarda, ya da ya da kooperatiflerde vb. çalışmayı “reddetmesi” değil, aslında ajitasyon propaganda ve işçi sınıfının örgütlenmesi çalışmasında başka bir politika izlenmesidir.” (Marx – Engels – Lenin, Anarşizm ve Anarko -Sendikalizm, Sol Yay., s.263 )
Her iki taraf için hemfikir olunmayan, ekonomik mücadelenin kapsamı ve sınıfın kurtuluşu mücadelesindeki yeriydi. Yani, siyasal mücadeleyle ilişkisiydi.
Ekonomistler ekonomik mücadelenin yeterli olduğunu, politik bilincin bu mücadeleden kendiliğinden türeyeceğini ve politik mücadelenin, bu mücadeleden kendiliğinden oluşacağını ileri sürerken Lenin ve Iskracılar, ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin doğalarının farklı olduğunu, siyasal mücadelenin ekonomik mücadeleyi kendiliğinden izlemeyeceğini, bunun için “dış” bir müdahalenin gerekli olduğunu savunuyorlardı.
Aslında sınıf mücadelesinde kendiliğindenciliğin savunulması yeni bir olgu değildi. Marx ve Engels başlangıçtan beri sınıf mücadelesini burjuvazinin kabul edeceği kerteyle sınırlandırmaya çalışan bu akımla mücadele ettiler. Başlangıçta ütopik sosyalistlere karşı yürüttükleri bu mücadeleyi daha sonra burjuva ve küçük burjuva sosyalistlerine karşı sürdürdüler. Marx, Paul Lafargue’e yazdığı 19 Nisan 1870 tarihli mektupta işçi sınıfını siyasal mücadeleden uzak tutmaya çalışan anarşist görüşleri eleştirdi; “işçi sınıfı siyasetle uğraşmamalıdır. Onun işi sendikalarda örgütlenmekten ibarettir. Günün birinde sendikalar enternasyonalin yardımıyla, mevcut bütün devletlerin yerini alacaklardır. Görüyorsunuz benim öğretim nasıl da bir karikatür haline getirilmiş!” (Marx – Engels – Lenin, Anarşizm ve Anarko -Sendikalizm, Sol Yay., s.54)
Lenin’le Ekonomistler arasında süren mücadelenin bir yönü ekonomik mücadelenin kapsamıyla ilgiliydi. Yukarıda ayrıntılı bir biçimde ele alındığı gibi, ekonomik mücadele, işçilerin kapitaliste karşı yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek için yürüttükleri mücadeledir, ki işçi sınıfı, bu mücadele sırasında bir sınıf olarak hareket etmeyi ve dayanışmayı öğrenir. Siyasal mücadele ise işçi sınıfının sermaye sınıfına, burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadeledir. Bu mücadelenin hedefi ise, her sınıf mücadelesinin hedefi olan, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir.
Doğal olarak hedefleri farklı olan bu iki mücadele de, farklı bilinç ve örgütlülük düzeylerini ifade ederler. Ekonomik mücadele bilinci işçilerin kapitaliste karşı güncel çıkarlarını koruma bilincidir. Bu bilincin büründüğü örgüt ise en gelişmiş haliyle sendikadır. İşçiler bu mücadeleyi yürütecek bilinç ve örgütlülüğü yine bu mücadele içinde edinirler ve geliştirerek sınıfın yeni nesillerine aktarırlar.
İşçi sınıfının kendi yaşam ve mücadele koşulları içinde kendiliğinden ulaştığı bu bilinç, her ne kadar siyasal – komünist – bir bilinç değilse de, siyasal bilinci tümüyle dışlamaz. “Gerçek yaşam uygulaması, var olan hükümetlerin işçilere yaptığı siyasal baskı – ister siyasal, ister toplumsal amaçlar için olsun – isteseler de, istemeseler de, işçileri politikaya girmeye zorluyor.” (Marx – Engels – Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay., s.80 )
Engels’den yaptığımız bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, işçilerin ekonomik mücadelelerinde edindikleri bilinç egemen sınıfın siyasetinden bağımsız olarak ele alınamazsa da, bu bilinç, Lenin’in de belirttiği gibi “bilinçliliğin henüz tohum halidir.” ( Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay.,cilt II., s.60 Bu durum ekonomik mücadelenin en alt biçiminde de ( işverene karşı grev), en üst biçiminde de ( isyan vb.) böyledir.
Burjuva sınıfın iktidarına son vererek kendi siyasal iktidarını kurmayı ( bu aynı zamanda işçi sınıfının sonal amacı olan komünist topluma ulaşmak için de bir zorunluluktur) hedefleyen siyasal mücadelesi ise, ekonomik mücadeleden nicelik ve nitelik olarak farklı bir bilinç ve örgütlülüğe ihtiyaç duyar.
Bu durumda işçi sınıfının ekonomik mücadelesi – kendiliğinden hareketi – ile siyasal mücadelesi arasındaki temel fark, kendini bir bilinç ve örgütlülük farkı olarak ortaya koyar. İşçi sınıfı bu bilinç ve örgütlülüğe kendiliğinden – ekonomik mücadele koşulları içinde kalarak – ulaşamaz. Çünkü ekonomik mücadeleyi yürütmek için yeterli olan – işçi sınıfının sömürüldüğünü ve buna karşı ne yapması gerektiğini bilmesi – bilinç ve örgütlülük düzeyi, iktidar mücadelesini – kendi sınıf iktidarını kuracak ideolojiye ve bu ideolojiyi pratiğe aktaracak bir strateji ve taktiği – yürütmek için yeterli olmaz. O ancak bu teoriyi kendi koşulları dışına çıkarak, siyasal mücadele arenasına girerek edinebilir. Lenin’in belirttiği gibi; “Sosyal demokrasi (komünizm-y), işçi sınıfının sadece işgücünü daha uygun koşullarda satma mücadelesi değil, aynı zamanda mülksüzleri, kendilerini zenginlere satmak zorunda bırakan toplumsal düzenin ortadan kaldırılması için mücadeleyi de yönetir. Sosyal demokrasi işçi sınıfını sadece belirli işverenler grubuyla ilişkisinde değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla, örgütlü politik iktidar olarak devletle ilişkilerinde temsil eder.” (age, s. 85)
Sınıfın siyasal mücadelesini yürütecek örgüt, onun ekonomik mücadelesini yürütecek örgütten de farklı olmak durumundadır. “İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri, sendikal örgütler olmak zorundadır. Her sosyal – demokrat işçi, olanakları ölçüsünde bu örgütleri desteklemeli ve onlar içinde aktif olarak çalışmalıdır… İşverenlere ve hükümete karşı mücadele için birleşmenin gereğini kavramış olan bütün işçiler sendikalara girebilmelidir. Bu sendikalar çok geniş örgütler olmazsa, sendikaların kendi hedefine hiç ulaşılmaz. Ve bu örgütler ne kadar geniş olursa, bunlar üzerinde etkimiz sadece ekonomik mücadelenin “kendiliğinden gelişiminin yaptığı etki değil, aynı zamanda birliğin sosyalist üyelerinin meslektaşları üzerindeki doğrudan bilinçli çabalarının etkisi – o kadar büyük olacaktır.” (age, s.134).
“Buna karşılık devrimcilerin örgütü, her şeyden önce ve esas olarak, mesleği devrimci faaliyet olan ( devrimciler örgütünden de zaten bu nedenle söz ediliyor ve devrimci sosyal-demokratları kastediyorum) kişileri kapsamalıdır. Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında, birinin ya da diğerinin mesleği arasındaki farklar bir yana, işçilerle aydınlar arasındaki her türlü fark tamamen ortadan kalkmalıdır. Bu örgüt pek geniş tutulmamalı ve mümkün olduğunca konspiratif olmalıdır.” ( age, s.132-133)
Ve “kitlelerin kendiliğinden kalkışması ne kadar güçlüyse, hareket o kadar genişleyecek ve sosyal demokrasinin gerek teorik, gerekse politik ve örgütsel çabası o kadar yüksek bir bilinç gerektirecektir.” (age, s.81)
Lenin bir yandan işçi sınıfını siyaset dışına iten kendiliğindenciliğe karşı çıkarken öte yandan da kendiliğinden hareketin devrimci sürecin ayrılmaz bir özelliği olduğunu, “onlar olmadan ..hiç bir devrimin olamayacağını” vurguladı. (Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s.351)
Lenin’in Ekonomizme karşı yürüttüğü mücadelenin diğer bir boyutu da bilincin niteliği ve edinimi ile ilgilidir.
Ekonomistler işçi sınıfının ekonomik mücadele ile ulaşacağı bilincin onun siyasal, yani iktidar mücadelesi için de yeterli olacağını, ileri sürerken, Lenin ekonomik mücadelenin “tohum halinde” bir siyasal bilinci içerdiğini kabul etmekle birlikte, bunun işçi sınıfının iktidar mücadelesi için yeterli olamayacağını, işçi sınıfını toplumsal kurtuluşa taşıyacak bilincin toplumsal yaşamın bütün alanlarını (felsefe, tarih, ekonomi) kapsayan bütünsel bir teoriye dayanması gerektiğini, işçi sınıfının bu teoriyi ancak ekonomik mücadelenin dışına çıkarak, sınıfların nihai çıkarlarıyla karşı karşıya geldikleri siyaset alanına girerek ve bilimsel bir yöntem izleyerek elde edebileceklerini vurguladı.
İşçi sınıfının kendiliğinden – ekonomik mücadelenin kapsamı içinde kalarak- komünist bilince ulaşabileceğini varsaymak, siyasetin usluca ekonomiyi izleyeceğini varsaymaktır. Oysa durum bunun tam tersidir. Siyaset mevcut ekonomik ilişkilerin bir yansıması olsa da, onun üzerinde aktif bir etkide bulunur. Toplumsal bir değişim, her ne kadar mevcut ekonomik ilişki temelinde bir zorunluluk olarak kendini ortaya koysa da, toplumsal öznede –sınıfta- bir değişim olmadan gerçekleşemez. Bu anlamda toplumsal değişim ilk önce kendini bilinç ve örğütlülükte bir değişim olarak ortaya koyar. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünde bir değişim olmadan onun toplumsal durumunda da bir değişim olmaz.
İşçi sınıfının kurtuluş teorisi -bilimsel komünizm- sınıfın kendiliğinden mücadelesi -ekonomik mücadele- aynı toplumsal temele dayansalar da birbirlerinden doğup gelişemezler. İşçi sınıfı bu teoriyi kendi mücadelesi içerisinde, kendiliğinden bir tarzda elde etmiş olsaydı, işçi sınıfı üzerine dışardan olumlu ya da olumsuz anlamda bir ideolojik etkiden söz edilemezdi. Oysa durum bunun tam tersidir. İşçi sınıfı burjuva ideolojisinin hem toplumsal, hem de siyasal etkisi altındadır. Şu basit nedenle: “ Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de.”(Marx Engels Alman İdeolojisi Sol Yay. s. 79)
İşçi sınıfı üzerindeki bu yoğun burjuva ideolojik etki ancak devrimci teorinin -bilimsel komünizm- İşçi sınıfına taşınmasıyla işçi sınıfının kendi koşullarının bilincine varmasıyla ortadan kaldırılabilir, ancak bu durumda işçi sınıfı fiili devrimci bir sınıf düzeyine yükselebilir. Bu anlamda ideolojik mücadele, burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin belirleyici alanlarından biridir.
Tarihsel deneyim “işçi hareketinde kendiliğindenciliğe her türlü tapınmanın, “bilinçli unsur”un, aynı zamanda Sosyal – demokrasinin rolünün her türlü küçümsenmesinin, aynı zamanda – bu rolü küçümseyenin bunu isteyip istemediğinden tamamen bağımsız olarak – işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisinin güçlendirilmesi anlamına geldiğini kanıtlamaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay. cilt. II, s. 68)
Marx ve Engels’in formüle ettiği, Lenin’in de tekrarladığı, “ işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olacaktır.” sözünden hareketle işçi sınıfının kurtuluşunu ekonomik mücadele ve bu mücadeleden edinilecek bilinç ve örgütle gerçekleşeceğini varsaymak bütün bir teoriyi ters yüz etmektir. Marx böyleleri için “bildiğim tek şey Marksist olmadığımdır” demişti. Engels işçi sınıfının kurtuluşuna giden yolu “Bilimsel Sosyalizm ve Ütopik Sosyalizm”de şöyle özetledi: “ Bu dünyayı kurtarma işini yerine getirmek, gerçekleştirmek, modern proletaryanın tarihsel görevidir. Bu görevin tarihsel koşullarının derinliğine inmek ve böylelikle niteliğini anlamak ve bu görev kendisine düşen bugünün ezilen sınıfına kendi eyleminin koşullarının ve niteliğinin bilincini vermek, işte bu da, proletarya hareketinin teorik ifadesi olan bilimsel sosyalizmin işidir.” (Marx – Engels – Lenin, Anarşizm ve Anarko -Sendikalizm, Sol Yay. say. 207)
Ayrıca, kapitalizm koşullarında, kendiliğinden hareket egemen burjuva ideolojisinin etkisi altında kalmadan varolamaz. Bilimsel komünizmin tarih, felsefe ve ekonomik- politiğin bütünselliği olduğunu bir an için unutsak bile, sırf bu durum, yani işçilerin egemen ideolojinin yoğun etkisi altında olmaları, kendiliğinden, sürece, devrimci bir müdahaleyi zorunlu kılar. Mark Kendiliğinden hareketin ancak, sınıfların ortadan kalktığı, örgütlülüğun ve eylemin siyasi karakterini yitirdiği komünizm koşullarında egemen olacağını vurguladı. “...keza öncekitoplumsal yapının iktidarını devirecek olan ….bir devrimle, ensonu, ayrıca, proletaryanın, daha önceki toplumsal durumundan bütün kalıntıların hepsinden soyunup silkineceği bir devrimle yerine getirebilir.
İşte yalnız bu evrededir ki, kendiliğinden faaliyeti maddi yaşamla birbirine denk gelir, bu da bireylerin eksiksiz bireyler haline dönüşmelerine ve başlangıçta doğanın yarattığı niteliğin tümünden sıyrılmasına tekabül eder: işin, kendinden faaliyeti haline dönüşmesi ve o zamana kadar koşullandırılmış olan ilişkilerin birey olarak bireylerin ilişkileri halinde başkalaşması bu devreye tekabül eder.Üretici güçlerin bütününün birleşmiş bireyler tarafından mal edilmesi ile, özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olur.”(Marks- Engels- Alman İdeolojisi Sol Yay. s. 122)
Buraya kadar yazılanları şöyle özetleyebiliriz: 1- İşçi hareketiyle bilimsel komünizm teorisi aynı toplumsal temellere sahip olsalar da birbirlerinden doğup gelişmezler. 2- Bilimsel komünizm teorisi işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaz. 3- Sınıfın ekonomik mücadelesinin dışında oluşan bir teori işçi sınıfına dışarıdan, ekonomik mücadelenin dışından, sınıfların karşı karşıya geldikleri siyaset alanından taşınır. 4- Ancak işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin yıkıcılığı ile bilimsel komünizmin yıkıcılığı birleştiğinde ‘işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri’ olarak gerçekleşebilir.
Sınıf bilincinin işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin dışında- ekonomik mücadelenin dışında- oluşması, bu bilincin işçi sınıfı tarafından nasıl edinileceği sorusunu da beraberinde getirmiştir. Bilincin “taşınması” sorunu tıpkı oluşumu ve niteliği gibi işçi hareketinde dün ve bugün de tartışma konularından biri olagelmiştir. Bilincin taşınması ile ilgili bu tartışmayı Lenin “Ne Yapmalı”da şöyle yanıtladı: “İşçiler sosyal – demokrat bir bilince henüz sahip olamazlardı dedik. Bu onlara ancak dışarıdan götürebilirdi. Bütün ülkelerin tarihi işçi sınıfının kendi gücüyle ancak ve yalnız trade-unionist bilince, yani sendikalarda birleşme, işverenlere karşı mücadele etme, hükümetten işçiler için gerekli şu ya da bu yasayı çıkartmasını talep etme vs. gerekliliği inancına ulaşabileceğini göstermektedir. Oysa sosyalizm öğretisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından yaratılan felsefi, tarihsel ve ekonomik teorilerden gelişmiştir. Modern bilimsel sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels de toplumsal konumları itibariyle burjuva aydınlarına dahildirler.” (age s.60)
Ayrıca komünizm teorisinin oluşumunda burjuva kökenli aydınların rolünü açıklarken Kautsky’e başvurarak kendi görüşlerini Kautsky’den yaptığı uzun bir alıntıyla destekledi. (bak: age. 68-69). Bununla birlikte teorinin salt aydınca bir işlev değil, komünistçe bir işlev olduğunun altını çizerek, işçilerin bu ideolojinin oluşumunda yer aldığını ve yer alması gerektiğini vurguladı. “Elbette bu, işçilerin ideolojinin yaratılmasına katılmadıkları anlamına gelmez. Fakat işçi olarak değil, sosyalizmin teorisyenleri olarak, Proudhon ve Weitling’ler olarak katılırlar, başka bir değişle, yaşadıkları çağın bilgisini az ya da çok edinmeyi ve bu bilgiyi geliştirmeyi başardıkları takdirde ve ölçüde katılırlar. Ancak işçilerin bunu daha sık başarabilmeleri ve genel olarak işçilerin bilinç seviyesini yükseltmek için her şey yapılmalıdır; işçiler kendilerini yapay olarak daraltılmış “işçi yazını”nın sınırları içine hapsetmemeli, bilakis giderek artan oranda genel yazına hakim olmayı öğrenmelidirler.” (age, s.70)
Alıntılardan da anlaşılacağı gibi, Lenin’in üzerinde durduğu konu bilimsel komünizm teorisinin oluşumu ve bu oluşumda burjuva kökenli aydınların rolüne ilişkindir. Bundan hareketle teorinin geliştirilmesinde işçilerin, birer “teorisyen” olarak yer alamayacağını söylemek ve hele hele Lenin’in işçi sınıfına teorinin aydınlar tarafından taşınacağını söylediğini iddia etmek, bilimsel komünizm teorisinin oluşumuyla, onun işçi sınıfına aktarımı ve geliştirilmesi sorununu birbirine karıştırmak ve en önemlisi de taşıma ve geliştirme işini bir aydın faaliyeti olarak ele almak, Marksizm’i hiç anlayamamaktır.
Ne Marx ve Engels, ne de Lenin “sınıf mücadelesinin yeni yeni şekillenmeye başladığı, işçi hareketi ile sosyalizmin birbirinden bağımsız varlık sürdürdüğü ve ayrı yollarda yürüdüğü” her ülkede aydınların işçi sınıfına eğitim ögelerini taşıdıklarını reddetmediler. Aksine bu durumun işçi hareketinde yol açtığı olumsuz etkilere, kafa karışıklığına ve amatörlere karşı mücadele ettiler.
Marx ve Engels “Üç Zürihli’nin Bildirisi üzerine” Agust Bebel’e yazdıkları 17-18 Eylül 1879 tarihli mektupta aydınların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolü konusunda önemli uyarılarda bulundular. “Şimdiye kadar egemen olan sınıftan insanların da savaşım yapan proletaryaya katılmaları, ona eğitim ögeleri getirmeleri gelişmenin akışında yeri olan kaçınılmaz bir olaydır. Bunu Manifesto’da açıkca söyledik. Ancak bu konuda iki şeyi belirtmek gerekir :
“Birincisi, bu kişiler proleter harekette yararlı olmak için gerçek eğitim ögelerini de birlikte getirmek zorundadırlar….. Yeni bilimi önce bizzat ve derinliğine inceleyecek yerde, bu kişilerin her biri onu kendi görüşüne uydurma yolunu tutmuş, işin kolayından kendine özgü bir özel bilim meydana getirmiş ve bunu öğretmek istiyormuş tavrı ile hemen ortaya çıkmıştır. Bu yüzden bu baylar arasında neredeyse adam sayısı kadar çok görüş vardır; Herhangi bir şeye açıklık getirecek yerde, yalnızca büyük bir karışıklık ortaya koymuşlardır; sevinilecek yanı, bunun yalnız onların kendi aralarında kalmasıdır. Birinci ilkesi, kendilerinin öğrendiği şeyi öğretmek olan böylesi eğitim ögelerinden parti vazgeçebilir.
İkincisi, başka sınıflardan böylesi kişiler proleter harekete katılırsa, ileri sürülecek ilk istem, bunların burjuva, küçük burjuva vb. önyargıların kalıntılarını birlikte getirmemeleri, proleter görüş biçimini olduğu gibi benimsemeleridir. … Eğer bu baylar sosyal- demokrat küçük- burjuva partisini meydana getiriyorlarsa, tamamıyla haklıdırlar; o zaman kendileri ile pazarlığa girişilebilir, hatta duruma göre bir birlik bile kurulabilir vb. Ama bir işçi partisinde bunlar aldatıcı bir ögedir. Geçici olarak bunlara katlanmak için ortada nedenler varsa, o zaman onlara ancak katlanmak, parti yönetimi üzerinde etkili olmalarına izin vermemek, onlarla olacak bir kopmanın yalnız bir zaman sorunu olduğu bilincinden ayrılmamak yükümlülüğü de vardır. Söz konusu zamanın da geldiği anlaşılıyor. Partinin bu makalenin yazarlarının kendi arasında bulunmasına daha fazla katlanabilmesi bizim için anlaşılmayan bir şey. Ama eğer böylesi kişiler eline parti yönetimi de az çok geçerse, parti basbayağı gücünü yitirir, ve proleter yiğitliği de son bulmuş demektir.” (Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine,Sol Yay. s.129-130)
Lenin işçi hareketini öğrenci ve aydın amatörlüğünden kurtarmak, sınıfa bilinç ve örgüt taşıyacak devrimci partinin inşası için Ne Yapmalı’da başlattığı mücadeleyi, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) İkinci Kongresinden sonra parti içindeki aydın bozgunculuğuna karşı yürüttüğü mücadele ile birleştirerek sürdürdü. 1903 Kongresi’nin sonuçlarını değerlendirdiği “Bir Adım İleri İki Adım Geri” kitabında aydınlarla proletarya arasındaki uzlaşmazlığın belirlediği iki farklı aydın tipini Kautsky’den yaptığı alıntıyla betimledi.
“Birey olarak aydın, kapitalist birey gibi, kendini sınıf savaşımında proletarya ile özelleştirebilir. Böyle yaptığı zaman, o kişi karakterini de değiştirmiş olur. Aşağıda üzerinde duracağımız aydın tipi, henüz kendi sınıfında bir istisna olan bu tür aydın değildir.”
Kautsky, proletarya ile aydın arasındaki uzlaşmazlığın emek sermaye uzlaşmazlığından farklı olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: “Proleter tek başına bir birey olarak hiçbir şey değildir. Onun bütün gücü, bütün gelişmesi, bütün umutları ve bekleyişleri, örgütten, arkadaşlarıyla birlikte yürüttüğü sistemli eylemden gelir. O kendini büyük ve güçlü bir organizmanın parçası olduğu zaman büyük ve güçlü hisseder. Bu organizma onun için temeldir; bu organizmaya oranla birey pek az bir şey ifade eder. Proleter adsız kitlenin bir parçası olarak, herhangi bir kişisel çıkar ya da ün sağlamayı düşünmeksizin nerede görevlendirilirse orada ve bütün benliğini ve düşüncesini saran gönüllü bir disiplinle, tam bir bağımlılıkla savaşır.
“ Aydın’a gelince, durum oldukça değişiktir. O bileğinin gücüyle değil, kafasıyla savaşır. Onun silahları, kişisel bilgisi, kişisel yetenekleri, Kişisel inançlarıdır. Herhangi bir yere, ancak kendi kişisel nitelikleri ile erişebilir. Bu yüzden bireyselliğini en özgür biçimde kullanılabilmesi, ona, başarılı çalışmanın temel koşulu olarak görünür. Bir bütüne bağlı bir parça olmaya güçlükle razı olur, o zaman da bu eğilimden ötürü değil, zorunluktan ötürüdür. Disiplin gereğini seçkin kafalar için değil, yalnız yığınlar için kabul eder ve kuşkusuz kendisini birinciler arasında sayar.” (Lenin Bir Adım İleri, İki Adım Geri,Sol Yay.s.156)
Lenin bilincin taşınması sorununu, partinin zorunluluğu ve eyleminin vazgeçilmez bir özelliği olarak ele aldı; “Rus sosyal-demokrasisinin gerçekleştirmeye yetkili olduğu görev, sosyalist düşünceleri ve siyasal bilinci proleter yığınlarına götürmek ve kendiliğinden işçi hareketiyle çözülmez biçimde bağlantılı bir devrimci partiyi örgütlemektir.” (Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine,Sol Yay. s. 173)
Yine Lenin, “V. Zasuliç, Tasfiyeci Akımı Nasıl Yıktı” adlı makalesinde aynı konuda şunları yazdı: “Belirli bir sınıfın kitlesinin kendi öz çıkarlarını ve kendi durumunu anlamayı öğrenebilmesi için, kendi öz politikasını öğrenebilmesi için, salt bunun için, derhal ve her ne pahasına olursa olsun bu sınıfın öncü unsurlarından oluşmuş bir örgüt gereklidir, hatta başlangıçta bu unsurlar sınıfın çok küçük bir parçasını oluştursalar bile. … Bu yolla, yalnız bu yolla, öncü müfreze, kitlenin çıkarlarını dile getirerek, ona örgütlenmeyi öğreterek , kitlenin tüm eylemini bilinçli bir sınıf politikası yoluna yönelterek kitleyi eğitir ve aydınlatır,” (Marx – Engels – Lenin, Anarşizm ve Anarko -Sendikalizm, Sol Yay. s.309)
Bütün bu alıntılara rağmen Lenin’in Ne Yapmalı’da, formüle ettiği bilincin “dışarıdan taşınmasını” bir “aydın faaliyeti” olarak ileri sürdüğünü söylemek bilinçsizlik değilse, bilinçli bir çarpıtmadır.