Kapitalist sistemi tepeden tırnağa sarsan, incir yapraklarını düşüren kriz, yalnızca zamanı hızlandırmakla kalmadı!
Ayrıca, ellerinde hangi bayrak olursa olsun, kendi yazgılarına doğrudan müdahale edebilmek amacıyla eylem alanlarına akan emekçi yığınlara ve meşruiyeti sorgulanan burjuvaziye, zamanlarının yanında mekânlarının da ne kadar daraldığını gösterdi.
Şimdi, ne işçi sınıfının daha fazla gerileyebileceği bir alan, ne de burjuvazinin, ömrünü bir süreliğine de olsun uzatmak adına daha fazla manevra olanağı var!
Emeğin üretkenliğini, yoğunluğunu artıran burjuvazinin, hem kendi arasında boğazlanırken, hem de işçi sınıfına saldırırken kullandığı silah; o muhteşem üretici güç, insanlığın tarihin başından bu yana biriktirdiği genel toplumsal bilgi, emeğin toplumsallaşmasına paralel, artık gen tepiyor!
Burjuvazinin ve çivisi çıkmış uygarlığının altı oyuluyor! Barındırdığı olanakların tersine, üretici güçlerdeki her gelişme, sermayeye daha fazla kâr, geniş yığınlara ise işsizlik, açlık ve modem giysiler içinde hüküm süren bir kölelik olarak dönüyor!
Dünyanın dört bir yanında milyonlarca emekçi, “Ekmek! Özgürlük! Onur!” belgileriyle ölümü göze alarak bu nedenle alanlara çıkıyor! Gençlik yığınları kendilerini bekleyen işsizliğe ve sermayenin geleceklerini ipotek altına alma çabalarına bu nedenle direniyor!
Ömrünü bir parça daha uzatabilmek adına yürürlüğe soktuğu hiçbir önlem burjuvazinin derdine çare olmuyor! Aksine, yaşayan bir ölü olarak yeryüzünde geçirdiği fazladan her gün, onun mezar kazıcısına daha fazla meşruiyet kazandırıyor!
“Onun varoluşu toplumla artık bağdaşmıyor!”
Çünkü bütün toplum, tam da burjuva uygarlığa yaraşır bir hakkaniyetle, kimine az, kimine çok, sermaye egemenliğinin ölümcül sonuçlarından payını alıyor!
Kâr oranlarındaki gerilemeyle, maddi üretimden büyük oranda yüz çeviren, kendisini kumara veren asalak, doyumsuz burjuvaziyi, aralarındaki kumar kesmiyor! Gasp ettiği insanlık birikiminin tamamıyla doğaya rest çekiyor!
Sermayenin sonsuz birikim arzusunun tatmin aracına dönüşen, kendisine yabancılaşırken doğaya da yabancılaşan
o en büyük ve mükemmel üretici güç, insan, bir elinde üzerinde “üretim için üretim” yazan bayrak, bir elinde burjuvaziye teslim olmuş bilimin su verdiği teknoloji kılıcı, doğayla savaşa zorlanıyor.
Japonya’da yaşanan nükleer cinayet, yorum gerektirmeyen en sıcak örnek! Kuşandığı kılıçla insan, gerçekte doğayla değil, kendisi ile savaşıyor! Hayat damarlarım kesiyor!
Burjuvazi, insanları yalnızca doğaya açtığı savaşta kullanmıyor; ellerine renkli ulusal bayraklar tutuşturup, yurtseverce okunan marşlar eşliğinde, ülke çıkan adını verdiği kendi çıkarları adına, onları birbirlerine karşı savaşa sürüyor. Kendilerine uluslararası toplum adını veren haydutlar çetesinin Libya halkına açtığı savaş, bu ikiyüzlülüğün son örneğidir!
Söz ve Eylem işte böyle bir dünya gerçekliğine gözlerini açıyor!
Bu sayıda tamamını yayınladığımız “Komünistlerin İvedi Görevi”nde: “Kapitalist sistem için kaotik bir dönemin kapısının aralandığı, emperyalist yeniden paylaşımı tetikleyecek devrimci durumlara gebe ve dolayısıyla devrimci dalganın yeniden yükseleceği” bir evreden geçtiğimizi saptamış;
“Bu koşullarda, komünistlerin öncelikli görevi”ni, “kapitalizmin sunduğu fırsatları devrimci bir seçeneğin olanaklarına dönüştürecek enternasyonalist bir partiyi ve onun devrimci programını, solun hapsolduğu zırhı inceldiği yerden yıkıp parçalayacak eylemli bir yürüyüşle yaratmak” olarak tanımlamıştık.
Söz ve Eylem, bu yürüyüşün sesidir! Böylesi dönemlerin, kendi yazgılarına müdahil olmak isteyen geniş yığınların hareketlendiği, bu nedenle tarihin akışında sözün ve eylemin öncesine kıyasla etkinlik kazandığı uğraklar olduğunu biliyoruz.
Hangi söz? Nasıl bir eylem? İnsanın tükenmişliği ve yabancılaşma sürecinde sermayenin aldığı yol ortada iken, elbette söz dolaysız olmalı, duru bir bilinci hedeflemelidir. Ama daha önemlisi, söylenen sözü yığınlar indinde geçerli kılacak, ona güç verecek doğrudan eylemdir!
Söz ve Eylem, doğrudan eylemin dolaysız sözüdür!
Aynı dönemlere özgü, adı konmamış bir yasanın ve bir başka olgunun da farkındayız! Kendi tarihlerini yapmak için öne atılan yığınlar, hasımlanndan önce, “beyinleri üzerine kâbus gibi çöken” o büyük engele, “bütün ölmüş kuşakların geleneği”ne takılırlar.
Bu engeli aşmanın, işgal edilmiş bütün alanları temizleyip geri almanın ve nihayet buıjuvaziye karşı dur durak bilmeden uzlaşmaz ideolojik savaş yürütmenin aracı, biricik silahı “acımasız eleştiri”dir. Kendimizden başlayarak onu kullanacağız! Ama geçmişle gelecek arasına set çekmeden! Geride kalması gerekenleri ölülere terk ederken, unutulan, unutturulan değerlerimizi günümüze taşıyarak!
Söz ve Eylem, geçmişle gelecek arasında kurduğumuz ideolojik köprüdür! Burjuvazinin lime lime olmuş düzenini halen ayakta tutan gücün asıl kaynağı, işçi sınıfının, komünistlerin verili dağınıklığıdır. Bu dağınıklık ve dost gözlerde okuduğumuz güven eksikliği, ilk sosyalist denemenin yenilgisinden, onun bilinçaltlannda yarattığı travma ve özgüven yitiminden besleniyor. Üstesinden geleceğiz!
Söz ve Eylem, sergileyeceği özgüvenle dosta güven, düşmana korku verecektir!
Yine, deneyimlerimizden biliyoruz ki, hasmımız, onu yere sersek bile, egemen kültürü aracılığıyla hükmetmeye devam edebiliyor, kaybettiği iktidarı yeniden kazanabiliyor. Bu yüzden, en başından devrim için yürütülecek hazırlığı, geleceği bugüne izdüşüren kurucu bir faaliyet, süreklilik kazandığında bizzat kendisi sürekliliğin kaynağı olacak bir kültürleşme eylemi olarak sürdüreceğiz! Yayın da bu eylemde işlevsel bir rol üstlenecektir. Yazanlar ve okuyanlar diye bizi ikiye bölecek bir uzmanlaşmaya izin vermeyecek, kolektif bir üretim gerçekleştireceğiz!
Söz ve Eylem, işte bu yüzden ve her şeyden önce, eylemcilerin kolektif ürünü olacaktır!